14 Eylül 2010 Salı

EŞİNİ BULMASI ZOR DİYAR: MALATYA



Kimi şehirlerin niteliklerini övmek için başka şehirlere benzetme yapılır. Doğu’nun Paris’i, Kuzey’in Venedik’i gibi yakıştırmalar dünyanın her yerinde çeşitli şehirler için kullanılır. Ancak bir kenti başka bir kente benzeterek övmek ne kadar doğrudur? Hele bu kentin kendine özgü ve belirgin pek çok özelliği varsa…

Malatya’ya da benzer yakıştırmaların yapıldığını duymuştum; Doğu’nun Paris’i gibi… Ancak Malatya’nın o kadar köklü bir tarihi, renkli bir kültürü ve zengin nitelikleri var ki nevi şahsına münhasır bir kenttir doğrusu. Bunu oraya gittiğimde daha iyi anladım.

Malatya’yı anlatmak değil ama nereden başlayacağımı belirlemek zor. Tarihinden başlasam bir yazı yetmez, kayısı desem belli başına bir yazı konusu, yemekleri öyle… Kültürü desem roman olur. Belki en iyisi çok detaya girmeden izlenimlerimi, gördüklerimi anlatmak; yeri geldikçe her şeyden bir tutam katarım.


26 Temmuz 2010 Pazartesi

ZENGİNLİĞİNİN FARKINDA OLMAYAN İL: UŞAK


Bazı şehirlerin biraz ihmal edildiğini düşünmüşümdür. Özel bir nedeniniz yoksa veya yerlisi değilseniz, gidip görmek pek ilginizi çekmez. Hele oranın turistik yönden pek bir cazibesi yoksa ya da daha doğrusu bilinmiyorsa... Kaç kişi kalkıp da “Hanım, bayramda Karaman’a gidiyoruz” der? 3-4 günlük bayram tatilinde plajda bronzlaşıp dönmeyi düşünen hanımı, hayal kırıklığına uğratacaktır bu.

Uşak da bana göre bu talihsiz illerden biridir. Çevresindeki kentlerden çeşitli defalar geçmiş, hatta konaklamış olsam da Uşak’a yolum bile düşmedi. Afyon deyince kaymak, Kütahya deyince porselen aklıma gelir de Uşak deyince hiçbir kavram belirmez zihnimde.

30 Haziran 2010 Çarşamba

NEDEN YAZIYORUM?

Öncelikle bunun bir gezi yazısı olmadığı konusunda sizi uyarmak isterim. Eğer gitmediğiniz bir şehri tanımak, sarayların, şatoların fotoğraflarını görmek ya da bir sonraki gezinize rehberlik yapacak tüyoları bulmak niyetindeyseniz, “geri” tuşuna basıp bir sonraki yazıya geçmenizi öneririm.

Neden yazıyorum? Aslında bu çok geniş anlamlı bir başlık oldu. “Neden gezilerimi yazıyorum?” demek daha doğru olurdu. Bazıları “Neden geziyorum?” demeyi tercih edebilir. Ama hayır. Gezmek ve gezilerini yazıya dökmek farklı şeyler.

30 Mayıs 2010 Pazar

PRAG’DA ERKEN BAHAR


Giriş:

Karanlık dar sokaklar... Nemli Arnavut kaldırımları… Solgun yanan sokak lambaları… Birahanelerden yükselen içki şarkıları… Açılan bir kapının aralığından sokağa düşen sarı bir ışık huzmesi… Ve kuytu sokaklarda yankılanan ayak sesleri… Prag deyince biraz Kafkaesk, biraz dışavurumcu böyle bir görüntü beliriyor zihnimde. Demirperde gerisindeki Prag’ın artık casusluk filmlerinde kalmış imajının belleğimde yeniden canlanması belki de.

Ancak binlerce yıllık köklü geçmişi, Gotik’ten Kübizm’e uzanan pek çok mimari stili bir arada barındırması, hiç durmayan kültür ve eğlence hayatı nedeniyle Prag, Kadife Devrim sonrası tüm dünyadan gezginler için popüler bir uğrak noktası oldu. Hatta fazlasıyla popülerleşti ve eski ruhunu kaybetti diyenler de var.

Bakalım 10 güne yayılan seyahatimde “Küçük anne Prag” bana hangi yüzünü gösterecek? Somurtkan ve donuk bakışlı bir Kafka karakterini mi, her yerde izimi süren ve beni tedirgin eden bir gizli servis ajanını mı, yüzyıllara yayılan kültürel birikimiyle mağrur bir soyluyu mu, yoksa yıpranmış yüzünde ağır bir makyaj taşıyan Çek güzeli mi?

27 Şubat 2010 Cumartesi

ROMARCORD ya da ROMA’YI HATIRLIYORUM


Giriş

Gezi günlükleri tutmaya başlayalı çok olmadı. Yaklaşık iki yıldır, yurtdışına yaptığım seyahatleri kayda geçiriyorum. İki yıl önce Havana’ya yaptığım, hayatımın en büyük yolculuk deneyimi sonrasında gezi anılarımı yazmaya başladım. Neden gezi anılarımı yazma gereği duyduğuma gelince, onun ayrı bir öyküsü var ve belki başka bir sefere anlatırım.

Aslında ilk yurtdışı yolculuk maceram Havana’dan 17 yıl öncesine, 1991 Ağustos’unda yaptığım Roma seyahatine uzanıyor. Uçağa binmek, yurtdışına çıkmak, hele hele Roma’da bir hafta geçirmek, o güne kadar sadece ailesiyle yurtiçinde tatil yapmış ve lise sona geçmiş bir genç için inanılmaz heyecanlıydı. Ama gençlik işte… Not tutmak, deneyimlerini kayda geçirmek gibi gaileleri olmuyor insanın o yaşlarda. Yıllar geçince anlaşılıyor kayıt tutmanın önemi.

Geçtiğim sokakların, yediğim yemeklerin, tanıştığım insanların isimleri aklımda pek kalmadı, Roma tatilinin tüm detaylarını hatırlayamıyorum ama neyse ki fotoğraflar var. Diyorum ki, o günlerden kalan bazı fotoğraflarla 20 yıl öncesinin Roma’sında, hafızamda yer eden anılara doğru ufak bir geziye çıkalım.

Not: Yazıdaki fotoğraflar ağabeyim ve benim tarafımızdan çekilmiştir, ama hangi fotoğrafı kim çekti hatırlamıyorum. Ama fotoğraflar çekilirken beraberdik. Ayrıca fotoğrafların dijital ortama geçirilmesinde katkısı olan fotoğrafçı arkadaşlarım Ayhan Savaşan ve Tan Kurttekin’e teşekkür ederim.

BALKAN OVALARINDAN DALMAÇYA KIYILARINA


Giriş

İnsanın içinde gezme arzusu olmasın, durduk yerde bir neden yaratıp seyahate çıkar. Benim Bosna-Hersek – Hırvatistan seyahatim de biraz böyle oldu. Hiç hesapta yokken, hatta oraları görmeye dair özel bir hevesim bile olmamasına rağmen bir de baktım ki yine Balkan yollarına düşmüşüm. Tabii seyahatimde önemli etkenlerden biri Türkiye’ye vize uygulamayan Bosna-Hersek ve Hırvatistan’ın 2010 yılı başında vize uygulamasına başlayacağı oldu. Bir arkadaşımla gidelim gitmeyelim, olur mu olmaz mı diye tartışırken son dakikada bir tura katıldık. Aslında yaptığım kabaca bir hesaba göre, kendimiz gitsek kişi başı en az 300 Euro daha kazançlı çıkıyorduk. Ama dar bir zaman diliminde fazla plan program yapamayınca en rahatı tura katılmak diye düşündük. Ve Balkanların sonbaharını yakından göreceğimiz gezimize başladık.

YAZIN SON DEMİNDE ÇANDARLI

Bana öyle gelir ki, sonbaharın hüznünü en çok yazlık beldeler yaşar. İğne atsan yere düşmeyecek plajlar, boş masa bulunmayan lokantalar, diskolardan, barlardan sokaklara taşan insan ve müzik kalabalığı, okulların açılması yaklaşıp yazlıkçılar kışlıklarına dönmeye başladıklarında, havalar da hafiften serinleyince yavaş yavaş yerlerini sessizliğe ve boşluğa terk ederler. Tatil beldeleri hüzünle kışı beklemeye başlar.

Antonioni’nin “Bulutların Ötesinde” adlı bir filmi vardı. John Malkovich, Portofino’nun yağmurla ıslanmış, insansız sokaklarında, limanında dolaşıyordu. Bana göre, sonbaharın hüznünü anlatan en güzel sahnelerden birisidir.

On yedi yıldır, neredeyse her sonbahar olduğu gibi yine Çandarlı’ya geldim. Aklımdan yazın sona erdiği düşüncesini bir türlü atamadan... İzmir’in kuzeyindeki körfeze ismini veren Çandarlı, ne Bodrum-Marmaris gibi popüler, ne Bozcaada-Ayvalık gibi “kült”, ne de Çınarcık-Silivri gibi zamanını doldurmuş bir yazlık belde. Neden 17 yıldır her yaz hem de en az iki kez buraya geldiğimi sorarsanız; hemen hiç kesilmeyen rüzgârı sayesinde havasının, güçlü akıntısı sayesinde ise denizinin temizliğini ve tabii 17 yıldır burada bir yazlık eve sahip olmamızı neden gösteririm. Yıllar önce Çandarlı’da bir yazlık ev alınca, ailecek yaz tatillerini Türkiye’nin farklı yerlerini gezen yerli turist kimliğimizin yerini yazlıkçı kimliğine bırakmıştık.

MAKEDONYA: GÖNLÜMÜZÜ BIRAKTIĞIMIZ TOPRAKLAR


Giriş

Bir ağacın dalları ne kadar uzarsa uzasın, ne kadar yayılırsa yayılsın, beslendiği yer yine kökleridir. İnsanoğlu da biraz böyle değil mi? Nerede yaşarsa yaşasın, ekmeğini nerede kazanırsa kazansın, ne kadar dolaşırsa dolaşsın yine de köklerini beraberinde götürür. Ben de doğma büyüme İstanbullu olmama rağmen, Balkan Savaşlarında Üsküp’ten, Silistre’den, Dedeağaç’tan kopup gelmiş muhacirlerin torunu olarak, köklerimle olan bağımı gün geçtikçe daha kuvvetle hissediyorum.

Uzun zamandır Makedonya’ya gitmek istememin sebebi de köklerime duyduğum bu bağlılıktır. Anneannemin babası 1. Balkan Savaşı sırasında Üsküp’ten İstanbul’a göç etmiş. Onun babası ise Üsküp’teki Rufai dergâhının şeyhi İdris Efendi imiş.

Daha önce Üsküp’ü ziyaret etmiş olan akrabalarım Şeyh İdris Efendi’nin mezarının Rufai Tekkesinin içinde yer aldığından bahsetmişlerdi. Makedonya seyahatimdeki önceliğim, bu mezarı bulmak ve atalarımın yaşadığı toprakları yakından görmek olacaktı. 


SAKİN VE GÜLER YÜZLÜ İNSANLARIN ÜLKESİNDE...

Giriş

İsviçre ile ilgili ilginç tespitlerden biri Graham Greene’in romanından uyarlanan “Üçüncü Adam” isimli filmde, Orson Welles’in canlandırdığı Harry Lime karakteri tarafından dile getirilir. Yanılmıyorsam şöyle bir şeydir: “Borjiyalar İtalya’yı 30 yıl boyunca savaş, korku ve kanla yönettiler. Ama aynı İtalya Michelangelo’yu, Leonardo da Vinci’yi ve tüm Rönesans’ı ortaya çıkarttı. İsviçre’de ise 500 yıldır barış, demokrasi ve kardeşlik hüküm sürüyor. Peki İsviçreliler ne yaptılar? Guguklu saat...”

Evet, İsviçre’ye doğru yol alırken aklımdan bunu geçiriyordum. İsviçre’nin ne kadar huzurlu ve düzenli bir yer olduğunu pek çok kez işitmiştim. Ancak bir o kadar da monoton olabileceğini... Gerçi benim gibi planlı-programlı yaşayan birisi için ideal bir ortam çıkabilirdi karşıma.

Zürih’te geçireceğim bir hafta içinde İsviçrelilerin gerçekten mesafeli, sıkıcı ve aşırı kontrollü insanlar mı, yoksa kendi yaşam koşulları içinde farklı renklere sahip, yaşamdan zevk almayı bilen insanlar mı olduklarını anlamaya çalışacaktım.

Aslında İsviçre’nin monoton bir ülke olması için sebep yok. Konumu gereği pek çok farklı kültürün özelliklerini taşıyor. Alman, Fransız ve İtalyan kültürlerini harmanlamasının yanı sıra uluslararası finans ve politikanın önemli bir merkezi olması nedeniyle dünyanın her yerinden insanları kendine çekiyor.

Ayrıca İsviçre meşhur tarafsızlığına bürünmeden önce, oldukça hareketli zamanlara tanıklık etmiş. Önceleri bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü kazanmak için uzun yıllar mücadele vermiş. Daha sonra coğrafi olarak Avrupa’nın merkezinde olması, 16. yüzyıldaki Reform hareketinde de merkezi bir rol oynamasına yol açmış. Ancak yöneticiler ve halk ortak bir karara varıp toplumsal bir barış ortamı oluşturmak için tüm politik çekişmelerden ve savaşlardan uzak duracaklarını deklare etmişler. Tarafsızlığı ve savaşlara girmemesi nedeniyle zamanla pek çok ünlü ve renkli kişiliğin sığındığı ve yaşadığı bir ülke olmuş İsviçre.

İsviçre’nin beni en çok çeken yanı ise doğası... Dağları, gölleri ve tablolara ilham veren manzaralarıyla İsviçre muhteşem bir görselliğe sahip. Her ne kadar kışın ortasında hayalimdeki manzaraları bulamayacaksam da, Alpler’in kendine özgü havasını içime çekmeyi ümit ediyorum.

Pek çok kez dünyanın en yaşanabilir şehirlerinden biri seçilen Zürih’te Avrupa kültürünü ve insanını yakından gözlemleyebileceğim bir hafta beni bekliyor.


"NO ES FACIL. - HİÇBİR ŞEY KOLAY DEĞİLDİR."

HAVANA'DA BİR HAFTA


Başlangıç

Atlantik Okyanusu’nun üzerinde, 10 bin metre yüksekteyim. Okyanusu göremiyorum ama kabindeki küçük ekranda uçağımızın konumu görünüyor. Zaten ekran olmasa da uçakta geçen bunca saatten sonra nerede olduğumuzu tahmin etmek zor değil.

Hayatımda şimdiye kadar çıktığım en uzun yolculuktayım. Sadece coğrafi olarak değil, hayat deneyimi olarak da çok uzun bir yol kat ediyorum. Hedefim Havana, Küba!

Bu kadar büyük bir deneyimi yaşamak için neden başka bir yeri değil, örneğin bir Avrupa şehrini değil de Havana’yı seçtim? Buna kesin bir yanıt veremiyorum, ancak Küba’ya gitmek yıllardır benim için bir hayaldi. Okuduğum gezi yazıları mı, Kübalıların gerçekleştirdiği devrim ve her şeye rağmen baskılara direnmesi mi, yıllar önce internette tanıştığım ve hâlâ görüştüğüm Kübalı arkadaşların etkisi mi, yoksa müzik ve dans mı? Bunlar ve adlandıramadığım pek çok neden, görmek istediğim yerler listesinde Küba’nın hep tepede olmasını sağladı.

Şimdi Atlantik Okyanusu’nun 10 bin metre üzerindeyken, acaba hayatımda daha uzak bir yere gidebilecek miyim diye düşünüyorum. Belki mesafe olarak daha uzaklara gidebilirim, ama deneyim olarak bundan sonra her yerin bana çok daha yakın geleceğini hissediyorum. Yolculuğumun sonunda bunu tekrar düşünmeliyim.