Öncelikle bunun bir gezi yazısı olmadığı konusunda sizi uyarmak isterim. Eğer gitmediğiniz bir şehri tanımak, sarayların, şatoların fotoğraflarını görmek ya da bir sonraki gezinize rehberlik yapacak tüyoları bulmak niyetindeyseniz, “geri” tuşuna basıp bir sonraki yazıya geçmenizi öneririm.
Neden yazıyorum? Aslında bu çok geniş anlamlı bir başlık oldu. “Neden gezilerimi yazıyorum?” demek daha doğru olurdu. Bazıları “Neden geziyorum?” demeyi tercih edebilir. Ama hayır. Gezmek ve gezilerini yazıya dökmek farklı şeyler.
Bir gezi yazısının ortaya çıkmasını sağlayan dürtüler neler? Gezilen, görülen yerleri, yaşanılan deneyimleri başkalarına anlatmak, çekilen fotoğrafları göstermek, bir miktar rehberlik yapmak… Temelde paylaşma isteği. Daha derinde, başkalarının atmadığı adımları attığını gösterme arzusu, keşiflerini kayda geçirme isteği, takdir toplama, belki biraz kıskandırma, “çok gezenin, çok bildiğini” ispatlama dürtüsü…
Ben de yazarken bunlardan etkileniyorum tabii ki. Hatta son zamanlarda daha geziye çıkmadan yazacaklarımı düşünerek plan yapıyorum. Ancak iki yıl önce, Havana’ya yaptığım seyahatten sonra ilk gezi yazımı yazmam için beni dürten farklı bir şeydi. Bunu anlatmak için biraz gerilere gitmek lazım; 1950’lerin sonlarına…
1958 yılında İTÜ’de inşaat mühendisliği eğitimi gören babam staj yapmak üzere Paris’e gitmiş. Birkaç ay boyunca orada bir inşaat şirketinde çalışarak stajını tamamlamış. Bu arada da Paris’in sosyal ve kültürel hayatından da faydalanmayı ihmal etmemiş. Ömrü boyunca yaptığı tek yurtdışı seyahati de bu olmuş.
Bazen sohbet ederken veya konu açıldığında, babam Paris anılarından bahsederdi. Özlem duyduğu, tekrar görmek istediği belliydi. Ancak her seferinde maddi nedenleri öne sürerek tekrar gidemeyeceğini söylerdi. Hatta annemle ikisini, şu 3-4 günlük Paris turlarından biriyle gönderebilecek parayı biriktirdim. Bu sefer de vizeyi, pasaport işlemlerini, Paris’e 3-4 günün yetmeyeceğini bahane ediyordu. Ben ufak ufak ikna etmeye çalışıyordum. Ama 5 yıl önce bugün (30 Haziran 2005) babamı kaybettik.
Daha sonra dönüp baktığımda babamın Paris günleriyle ilgili ne kadar az şey bildiğimi fark ettim. Ne çalıştığı yeri biliyordum, ne kaldığı sokağın ismini, ne gittiği, gezdiği yerleri. Tabii anlattıklarından aklımda kalan bazı şeyler vardı: Olympia’da Harry Belafonte’yi seyrettiğini, onu Eyfel Kulesi’ne götüren meslektaşının da sayesinde ilk kez Eyfel’e çıktığını, Leylak Sokağı (Porte des Lilas, 1957) adlı bir filmi izlerken bir iki sokak ötesindeki bir dairede kaldığından bahsettiğini hatırlıyorum.
Babamın etkisiyle olsa gerek, Paris benim için – artık çok sıradan olsa da – ideal olmuştur. En çok görmek istediğim yerlerden biri, hatta babam gibi bir süre yaşamak istediğim bir şehir. Ancak hep erteledim, önceliği başka yerlere verdim. Belki de babamın Paris’teki izlerini sürmeye yetecek kadar bilgim olmadığı için. Çünkü geride havada uçuşan birkaç anıdan başka bir şey kalmamıştı. Ne bir belge, ne bir yazı…
İlk gezimi yazmaya işte bu dürtüyle başladım. Havana’da hepi topu bir hafta kalmıştım, ama o bir haftayı tüm ayrıntılarıyla yazmaya gayret edecektim. İlk gezimi yazmaya işte bu dürtüyle başladım. Havana’da hepi topu bir hafta kalmıştım, ama o bir haftayı tüm ayrıntılarıyla yazmaya gayret edecektim. İleride çocuğum ya da arkadaşlarım veya herhangi biri o yazıyı okuduğunda Havana’da gezdiğim yerleri gezebilecek, yaptıklarımı tekrarlayabilecekti.
İster kalabalık bir turla olsun, ister tek başıma seyahat etmek aslında öznel bir aktivite benim için. Nereye gidersem gideyim yaptıklarım, gördüklerim, hissettiklerim bir anda yaşanıyor ve sadece bana kalıyor. Bunları yazıya döktüğümde ise zaman sınırı ortadan kalkıyor, seyahatim nesnellik kazanıyor ve geriye bir belge kalıyor. Belki bir gün biri çıkar da benim izimi sürmek ister diye…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Çok güzel bir yazı... Tarif edemeyeceğim kadar çok hem de...
YanıtlaSilBizce de:)) Ayten Kaya, Mehtap Selçuk.
YanıtlaSil