Giriş:
Karanlık dar sokaklar... Nemli Arnavut kaldırımları… Solgun yanan sokak lambaları… Birahanelerden yükselen içki şarkıları… Açılan bir kapının aralığından sokağa düşen sarı bir ışık huzmesi… Ve kuytu sokaklarda yankılanan ayak sesleri… Prag deyince biraz Kafkaesk, biraz dışavurumcu böyle bir görüntü beliriyor zihnimde. Demirperde gerisindeki Prag’ın artık casusluk filmlerinde kalmış imajının belleğimde yeniden canlanması belki de.
Ancak binlerce yıllık köklü geçmişi, Gotik’ten Kübizm’e uzanan pek çok mimari stili bir arada barındırması, hiç durmayan kültür ve eğlence hayatı nedeniyle Prag, Kadife Devrim sonrası tüm dünyadan gezginler için popüler bir uğrak noktası oldu. Hatta fazlasıyla popülerleşti ve eski ruhunu kaybetti diyenler de var.
Bakalım 10 güne yayılan seyahatimde “Küçük anne Prag” bana hangi yüzünü gösterecek? Somurtkan ve donuk bakışlı bir Kafka karakterini mi, her yerde izimi süren ve beni tedirgin eden bir gizli servis ajanını mı, yüzyıllara yayılan kültürel birikimiyle mağrur bir soyluyu mu, yoksa yıpranmış yüzünde ağır bir makyaj taşıyan Çek güzeli mi?
21 Mart 2010, Pazar
Prag’a yolculuk
THY’nin 2 saati biraz aşan ve sorunsuz geçen seferiyle akşam saatlerinde Prag’ın Ruzyně Havaalanı’na vardım. Valizimi aldıktan sonra havaalanında ilk işim, çıkışın hemen yanındaki bankolardan beni şehre götürecek bir taşıt ayarlamak oldu. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, Prag’da da turistlere yapılan en ciddi uyarılardan biri taksicilere güvenmemeleri.
Taksiye binmeden önce kesinlikle pazarlık edilmesi ve gerçek ücretler hakkında önceden bilgi sahibi olunması tavsiye ediliyor. Taksimetre açtırmak da çare değil, çünkü taksimetrelere de hile hurda karışmış. En güvenilir taksi şirketlerinden biri AAA (Tel: 14014). Havaalanından şehrin çeşitli bölgelerine fiks tarifeleri var; 400-500 Çek Kronu arasında değişiyor.
Ben ise taksi yerine havaalanından şehirdeki istediğiniz noktaya kadar götüren Cedaz şirketinin servisini tercih ettim. Havaalanından merkezdeki otelime 480 Çek Kronuna geldim ki bu taksiye binmekten daha hesaplı oldu.
Çek Cumhuriyeti, AB üyesi olmasına rağmen para birimi olarak Euro değil, Çek Kronu (CK) kullanılıyor. 1 CK yaklaşık 25 Euro’ya eşit. Turistlere yapılan ikinci uyarı da döviz büfeleri konusunda. Döviz büfeleri yüksek komisyonlar kestikleri için belirttikleri kurlar gerçeği yansıtmıyor. O nedenle bankalardan veya ATM’lerden para çekilmesi tavsiye ediliyor.
Kısa bir yolculuktan sonra 4 gün boyunca kalacağım Hotel DaVinci’ye vardım. 3 yıldızlı bu otel hem merkeze yakın hem hesaplı. Ancak benim tek kişilik odam gerçekten küçüktü. Özellikle banyosunda, kapıyı kapattıktan sonra hareket etmek için akrobasi yapmak gerekiyordu. Çekmeceleri ve dolabı dahi olmayan, fazlasıyla sade bir odaydı. Halı ve pencereler de pek temiz sayılmazdı. Neyse ki çarşaflar ve havlular temizdi. Zaten yatmadan yatmaya geleceğim için bana yetmişti.
Otele gelirken, yolda Prag’da yaşayan bir arkadaşımı aramıştım. Odama yerleştikten kısa bir süre sonra arkadaşım geldi ve birlikte eski şehir merkezine doğru yürümeye başladık. Ben soğuktan titreyeceğimi düşünürken, Prag beni ılık bir akşamla karşıladı.
Eski Şehir Meydanı gece de gündüz kadar hareketli, özellikle de Paskalya nedeniyle kurulan pazaryeri turistleri kendine çekiyor.
Arkadaşım bana Venceslas Meydanı (Václavské Náměstí) ve Eski Şehir Meydanı’nı (Staroměstské Náměstí) kapsayan ufak bir akşam turu attırdı. Yürürken Çekçe’den çok, başka dillerin kulağıma çalınması dikkatimi çekti. Buralarda turistlerin hakimiyeti vardı anlaşılan.
Bir kafede oturup arkadaşımla biraz sohbet ettikten sonra, ertesi gün yapacağım bol yürüyüşlü Prag turu için enerji toplamak üzere otele döndüm. Yatmadan önce Çek Cumhuriyeti’nin ve Prag’ın tarihine ilişkin bilgilere biraz göz attım.
Çek ülkesinin kurulduğu bölge olan Bohemya, adını M.Ö. 400’lerde almış. Ama Taş Çağı’ndan bu yana bölgede yerleşimin izleri görülüyor. M.Ö. 2000’lerde Kelt kabileler bölgeye yerleşmiş. Bohemya ismi de bu Kelt kabilelerinden olan Boi’lerden geliyor. M.S. 5. yüzyılda ise Çeklerin ataları olan Slav kabileleri bu bölgeye gelmiş. Premyslid hanedanı tarafından yönetilen Moravya İmparatorluğu 9. yüzyılın ortalarında Aziz Methodios’un etkisiyle Hıristiyanlığı seçmiş. Kral Václav (diğer İsmiyle Wenceslas) ilk büyük hükümdarlardan biri ve ülkenin koruyucu azizi olmuş. Bu hanedanın etkisi 14. yüzyıl başlarına kadar sürmüş. Bu arada Avrupa’nın ortasında yer alan Prag’da gelişip önemli bir ticaret merkezi olmuş. Kale, Gotik kiliseler, üniversite ve şehrin kuleleri bu dönemde inşa edilmiş.
14. yüzyılın sonunda Avrupa’daki Reform hareketleri, Bohemya’da da yansımalarını bulmuş. Jan Hus adlı din adamı Katolik kilisesine karşı Reformcu hareketleri başlatmış ve 1415’te kazığa bağlanarak yakılmış. Ancak bunun sonucunda etkisi bugüne kadar devam eden bir sembol haline gelmiş ve yüz yıldan uzun sürecek Husçu savaşlar başlamış.
1526 yılında Habsburglar ülkenin yönetimini ele geçirmiş ve 50 yıl sonra Prag, Habsburglar tarafından başkent ilan edilmiş. 17. yüzyılın başında yine Katolik-Protestan çekişmesinden dolayı 30 Yıl Savaşları başlamış. Katoliklerin zaferiyle Prag’ın çehresi de İtalyan barok mimarisinden etkilenerek değişmeye başlamış. 1780’lerde dini özgürlüğün ilan edilmesiyle kültürel hayatta da bir canlanma görülmüş.
19. yüzyılın ortalarında Sanayi Devrimi’nin de etkisiyle işçi sınıfı etkin olmaya başlamış ve ilk milliyetçi hareketler görülmüş. Uzun süre sonra ilk kez Çekler, Almanlar üzerinde hakimiyet kazanmış ve Çek bağımsızlığının ilk adımları atılmış. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1918’de Bohemya, Moravya ve Slovakya’yı kapsayan Bağımsız Çekoslovakya Cumhuriyeti kurulmuş. Ülke, 2. Dünya Savaşı öncesi yine Almanların etkisine girmiş ve Nazi işgaline uğramış.
Prag, 1945’te Rus ordusu tarafından Nazi işgalinden kurtarılmış. Ama bu sefer de Sovyetlerin etkisine girmiş. 1948’den itibaren Komünist Parti’nin yönetimi ele geçirmesiyle Çekoslovakya, ağır bir baskı rejimine maruz kalmış. 1968’de Slovak Komünist Partisi lideri Aleksandr Dubček yönetiminde daha özgürlükçü ve insani bir sosyalizm idealiyle başlayan “Prag Baharı”, Sovyet tanklarının 21 Ağustos 1968’de şehre girmesiyle büyük darbe almış. Baskıcı rejim, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar sürmüş. 17 Kasım 1989’da gençlerin protesto gösteriyle başlayan “Kadife Devrim”, Çekoslovakya’da baskıcı komünizmin yıkılışıyla son bulmuş. Václav Havel’in başkanlığında ülkede önemli atılımlar yapılmış. Çek Cumhuriyeti ile Slovakya 1 Ocak 1993’te birbirinden ayrılmış. 2004 yılında ise ülke AB’ye katılmış.
22 Mart 2010, Pazartesi
Eskiden yeniye Prag
Prag’daki ilk sabahımda erkenden kalktım. Bana çok sıcak gelen odada, uykumu çok da iyi almamış olmama rağmen, en azından Gregor Samsa gibi hamamböceğine dönüşmemiş olduğum için kendimi teselli ettim. Kahvaltının ardından, saat 8 gibi kendimi yollara vurdum. Pazartesi günü olduğu için müzeler kapalıydı, o nedenle ilk günümü eski Prag’ın sokaklarına, meydanlarına, kiliselerine ve anıtsal yapılarına ayırdım.
Seyahat programını yapmaya başladığımdan beri, bol bol yürüyeceğim için o gün havanın açık olması için dua ediyordum. Dışarı çıktığımda sabah ayazı beni kendime getirdi, duam kabul olmuştu, hava pırıl pırıldı.
Büyük Prag turumun başlangıç noktası olan Ulusal Müze’ye (Národní Muzeum) yürüdüm. Venceslas Meydanı’nın başlangıcındaki bu heybetli bina, 1880’lerde Josef Schulz tarafından neo-Rönesans mimariye uygun olarak tasarlanmıştı. Doldurulmuş hayvanlar, fosiller, taşlar, mineraller gibi jeolojik buluntuların sergilendiği müze, benim pek ilgimi çekmediği için daha baştan burayı listeme katmamıştım.
Kral Venceslas’ın heykeli muzaffer bir komutan edasıyla meydanı izliyor, arkada ise Ulusal Müze tüm heybetiyle ona kol kanat geriyor.
Venceslas Meydanı’ndan (Václavské Náměstí) aşağıya doğru yürümeye başladım. Meydana adını veren Kral Venceslas’ın (Václav) heykeli, tepeden 750 metre uzunluğundaki bu meydanı izliyordu. Şehrin merkezi sayılabilecek bu işlek ve geniş meydan, gerek 1968’de Prag Baharı’nın sonunda Sovyet tanklarının gelişini protesto eden, gerek 1989’da Kadife Devrim’le komünizmin yıkılışını kutlayan kalabalıkları toplamasıyla tarihe geçmişti. Meydanın iki tarafında her çeşit mağaza, oteller, lokantalar, gece kulüpleri yer alıyor. Kısaca burası için Prag’ın kalbinin attığı yerlerden biri denebilir.
Prag’ın sokakların kübist lamba gibi sürprizlere rastlanabilir. Ama insanı asıl hayran bırakan Karların Meryemi Kilisesi gibi zengin süslemelerle dolu kiliseler.
İşe giden Praglılar ve benim gibi güne erken başlayan turistlerin arasına karışıp meydandan aşağıya yürümeye başladım. Meydanın alt ucuna yakın soldaki bir sokakta ilk uğrayacağım mekan olan Karların Meryemi Kilisesi (Kostel Panny Marie Sněžné) vardı. Ancak önce kilisenin hemen yanındaki sokakta yer alan kübist sokak lambasına göz attım. Bu Gotik kilise 1347 yılında IV. Karl’ın tahta çıkışı nedeniyle yaptırılmış, ancak çıkan ayaklanmalar nedeniyle planlandığı gibi tamamlanamamış. Ön cephesi çok sade olan kilisesin içinde Rönesans’ın izlerini taşıyan resimler ve süslemeler vardı. Henüz erken olduğu için turist akını başlamamıştı ve içeride çalan müzik huzur verici bir ortam yaratıyordu. İçimden tura güzel bir başlangıç yaptığımı söyledim.
Venceslas Meydanı’nı geride bırakıp Havelska Sokağı’na saptım. Bu sokağın sonunda iki önemli yapı vardı. Mozart’ın Don Giovanni operasını 29 Ekim 1787’de ilk kez sahnelediği Devlet Tiyatrosu (Stavovské Divadlo) ile Prag’ın ilk üniversitesi olan, kökleri 1348’e uzanan Karolinum. Amadeus filmine dekor oluşturan ve Neo-Klasik mimariye sahip Devlet Tiyatrosu’nda halen Don Giovanni’yi izlemek mümkün. Tiyatro ile Karolinum arasındaki dar sokakta, süslemeleriyle dikkat çeken Gotik bir cumba yer alıyor.
1783’te kurulan Devlet Tiyatro’su Prag’ın en eski tiyatrosu.
Ara sokaktan geçerek Barut Kapısı’na (Prašná Brána) çıktım. Burası, Bohemya kral ve kraliçelerinin taç giyme törenlerinde kat ettikleri, Kraliyet Sarayı ile Hradčany Kalesi arasındaki Kral Yolu’nun başlangıç noktasıydı. Prag’ın en ilgi çekici yapıları da bu yol üstünde bulunuyor. Barut Kapısı 13. yüzyılın sonlarından kalma Gotik bir kule aslında. Eskiden Kraliyet Sarayının bir parçasıyken, saray yıkıldığı için şu anda çevresindeki binalara aykırı duruyor ve iki bacağını açmış bir dev gibi onlara tepeden bakıyor.
65 metrelik kulenin tepesinden şehir seyredilebilir. Kule ismini, 17. yüzyılda deponanan baruttan almış.
Yıkılan Kraliyet Sarayının yerinde ise Art-Nouveau mimarisiyle ve girişinin üstündeki mozaikle dikkat çeken Belediye Sarayı (Obecní dům) var. Bina sergilere ve konserlere ev sahipliği yapıyor. Prag’ın en büyük konser salonlarından bir olan Smetana Salonu da binanın içinde. Burada bir konser izlemeyi planlayarak yoluma devam ettim. Celetna Sokağı’nı takip ederek Eski Şehir Meydanı’na yollandım.
Yakılarak idam edilen Jan Hus’un heykeli Eski Şehir Meydanı’na 6 Temmuz 1915’te, ölümünün 500. yılında dikilmiş. Arkada ise Husçulara ait Aziz Niklaus Kilisesi’nin kuleleri görülüyor.
Eski Şehir Meydanı (Staroměstské Náměstí), Prag’ın en turistik yerlerinden biri. Taç giyme törenlerinden toplu idamlara kadar, Prag’ın tarihine damgasını vurmuş pek çok olay bu meydanda gerçekleşmiş. Gotik, Rönesans, Barok, Art-Nouveau stiller bu meydanda birbirine geçiyor. Eski Belediye Binası ve Astronomi Saati, Jan Hus Anıtı, Týn Önündeki Meryem Anamız Kilisesi, Kinsky Sarayı, Aziz Niklaus Kilisesi ve çeşitli sanat müzelerinin yanı sıra meydanın etrafında birbirinden güzel pek çok bina ve lokanta var.
Týn Kilisesi görkemli olduğu kadar korkutucu bir havası var.
Meydana çıkmadan önce Týn Önündeki Meryem Anamız Kilisesi’ne (Kostel Panny Marie před Týnem) uğramak istiyordum. 80 metre yüksekliğiyle, sivri kuleleriyle bu devasa kilise çevresindeki yapılardan bir bakışta ayrılıyordu. Erken Gotik mimariye sahip kilise 1365’te inşa edilmeye başlanmış. Kilisenin ihtişamlı olduğu kadar, karanlık bir tarafı da vardı. Sanki her an sivri kulelerinden kanatlı zebaniler çıkacak ve günahkarları kapıp götüreceklermiş gibiydi. Belki de bu sayede kilisenin korkutucu bir güç olarak insanlar üzerinde egemen olması istenmişti. Ayin saati olmadığı için kilisenin içine giremedim.
Paskalya nedeniyle şehrin pek çok noktasında kurulan hediyelik ve yiyecek stantları rengarenk süslenerek baharı karşılıyor.
Eski Şehir Meydanı’na yaklaştığımda saatin 10’u vurduğunu duydum. Astronomi Saati’nin gösterisini kaçırmıştım, sonraki gösteri için bir saat beklemek zorundaydım. Meydanda Paskalya pazarı kurulmuştu, etrafta büyük bir hareketlilik göze çarpıyordu. Tahta kulübelerde renk renk Paskalya yumurtaları, hediyelikler, çeşit çeşit yiyecekler ve içkiler satılıyordu.
Bir saat vaktim olduğu için ilk iş Eski Şehir Belediye Sarayı’nın altındaki turist danışma merkezine uğrayıp kendime bir Prague Card satın aldım. Bu kart sayesinde 790 CK karşılığında 4 gün boyunca pek çok müzeye bedava veya indirimli girme hakkı elde ediliyor. Ayrıca şehir turları gibi pek çok turistik etkinlikte de indirim sağlıyor. Kartla birlikte verilen kitapçık da oldukça yararlı. Dört gün boyunca gezdiğim yerleri düşününce verdiğim parayı fazlasıyla çıkardım. Ancak dikkat etmek gerekir; birkaç tane daha benzer kart satılıyor. En iyisi, turist danışma merkezlerinden birinden almak.
Rivayete göre Astronomi Saati’ni yapan usta, bir daha bu kadar güzel bir eser yaratmaması için kör edilmiş.
Hazır Astronomi Saati’nin önüne kalabalık toplanmamışken bol bol fotoğrafını çektim. Bu mekanik mucizesi, 1490 yılında Belediye Sarayı’na eklenmiş. Saatin kadranında güneşin ve ayın evreleri, burçlar gibi çeşitli astronomik göstergeler yer alıyor. Her saat başı ölümü sembolize eden heykel saatini çeviriyor ve zil çalıyor. Açılan ufak pencerelerin önünden 12 havari geçiyor. Gösteri horozun ötüşü ile son buluyor.
Meydanın çevresinde biraz turlayıp hediyelik stantlarına göz gezdirdikten sonra 11’e 5 kala saatin önünde yerimi aldım. Turist kalabalığı da gösteri için saatin önüne toplanmıştı. Saatin ufak gösterisi turistlerin alkışlarıyla sona erdi. Burada yankesiciler cirit attığı için, özellikle dikkatli olmak gerekiyor.
Gösterinin ardından, Prag’ın bence en güzel binalarından biri olan, Belediye Sarayı’nın arkasındaki ufak meydana bakan Aziz Niklaus Kilisesi’ne (Kostel sv. Mikuláše) gittim. Eski şehrin en eski kiliselerinden biri olan bu binanın tarihi 1273’e kadar uzanıyor, ancak Barok mimarinin çok güzel bir örneği olan şimdiki kilisenin yapımı 1735’te tamamlanmış. Beyaz cephesi tüm meydana aydınlık saçan kilisenin, içi de dışı kadar aydınlık. İçerideki heykellerin, süslemelerin, fresklerin ve vitrayların yoğunluğu insanın başını döndürüyor. Bernard Spinetti’nin stukoları ve Cosma Damian Assam’ın freskleri Aziz Niklaus ve Aziz Benedict’in hayatlarından kesitler sunuyor. Şu anda Husçu kilisenin ibadet yeri olan kilisede düzenli olarak klasik müzik konserleri de düzenleniyor.
Düğün pastasına benzetilen Aziz Niklaus Kilisesi’nin ortasındaki 1400 kiloluk büyük kristal avize Çarların tacından esinlenilerek tasarlanmış.
Konser için yerleştirilmiş sandalyelerden birine oturup, bir süre bu kilisenin güzelliğini seyrettim. Pencerelerden süzülen yumuşak ışıkla aydınlanan kilisenin içine yayılan barok müzik, dinlendirici bir atmosfer yaratmıştı. Bir an için, bizim camilerimizde de ibadet saatleri dışında tasavvuf müziği çalınsa, aynı huzurlu ortam yaratılmaz mı, diye düşündüm.
Biraz dinlendikten sonra Belediye Sarayı’na dönüp kulesine çıkmaya karar verdim. Eski Şehir Belediye Sarayı (Staroměstská radnice) 14. yüzyıla kadar giden bir tarihe sahip. Yıllar içinde yan yana binalar birleştirilip Belediye Sarayı genişletilmiş. 2. Dünya Savaşı’nda büyük zarar gören bina, ciddi bir restorasyondan geçirilmiş. Sarayın içindeki eski toplantı salonlarına her saat başı rehberli turlar düzenleniyor. Ben önce 69,5 metre yükseklikteki kuleye tırmanıp şehre tepeden bir bakmak istedim.
Eski Şehir Belediye Sarayı’nın 1364’te dikilen kulesi 2. Dünya Savaşı’nın tahribatına rağmen hâlâ ayakta.
İlk asansörle 3. kata kadar çıktım. Rehber kitaplarda yürümek istemeyenler için kulenin tepesine çıkan bir asansör olduğu yazıyordu. Ancak dalgınlığıma gelmiş ki ben ilk asansörü, kulenin asansörü zannedip kendimi merdivenlere vurdum. Meğer kule yapısının içinde bir asansör daha varmış. Oflaya puflaya ahşap merdivenleri çıkarken yanımdan geçen asansörü görünce durumun farkına vardım. Tepeye vardığımda 360 derecelik Prag manzarasıyla karşılaşmak, çektiğim zahmete değdi. Eski Şehir, Kale, Letna Parkı, uzaklarda devasa TV anteni, Prag’ı çevreleyen tepeler ve şehrin dışındaki modern binalar görülebiliyordu. Avrupalıları yine takdir ettim. Şehrin merkezinde, dokuyu bozacak ne bir yüksek bina, ne ilgisiz bir modern yapı görülüyordu. Olanlar da tarihi yapıların arasında kaynamıştı. Ancak şehrin bitimi diyebileceğimiz yerden sonra modern yapılar kendini gösteriyordu.
Modern yapılar daha çok Prag’ın çevre mahallelerinde yer alıyor. Zizkov’daki 216 metrelik TV kulesi de bu yapılardan biri.
Pek çok turist bu manzaraya bakarak şehrin güzelliğinin tadını çıkartırken, ben ise rant elde etme hırsıyla güzelim İstanbul’a nasıl yazık olduğunu bir kez daha duyumsadım.
İnişte, kulenin tepesine tırmanan dar merdivenlere konulan sinyalizasyon sistemini fark etmediğimden merdivenden çıkanlarla burun buruna geldim. Meğer yukarıdaki bir düğmeye basılınca, aşağıda kırmızı ışık yanıyor ve yukarıdan inenlerin olduğunu bildiriyormuş. Medeniyet işte! Kuleden indiğimde rehberli tur çoktan başlamıştı. Toplantı salonlarını başka bir sefere bırakıp iyice guruldamaya başlayan karnımı doyurmaya karar verdim. Bu arada gezginler için hayati bir not: Týn Kilisesi’nin civarındaki tuvaletler 10 CK isterken, Belediye Sarayı’nda 3 CK’ye ihtiyaç giderebilirsiniz.
Belediye Sarayı’nın yanındaki Dům U Minuty adlı Rönesans binasının cephesi sgraffito adlı süsleme tekniğiyle dikkat çekiyor. Ayrıca Kafka da çocukluğunun bir kısmını bu binada geçirmiş.
Bütün sabah meydandaki yiyecek stantlarının arasında dolaşıp hapır hupur bir şeyler yiyen turistleri gördükten sonra, ben de bu sokak yemeklerinin tadına bakmak istedim. Sosisli sandviçler çok iştah açıcı görünüyordu ama hepsi domuz etinden yapıldığı için es geçtim. Biraz turladıktan sonra “langose”de karar kıldım. Bu aslında bizim bildiğimiz pişinin biraz daha irisi. Üzerine ketçap, rendelenmiş peynir ve sarımsak koyuluyor. Ben sarımsak istemedim. 50 CK’ye kağıt tabakta verilen langosemi alıp Aziz Niklaus Kilisesi’nin önündeki parkın banklarından birine oturdum. Banklar benim gibi yemek yiyen turistler ve öğle tatiline çıkmış Praglılarla doluydu. Etrafıma bakınarak bol yağlı langoseyi yedim. Açıkçası çok hoşuma gitmedi. Fazla tuzlu ve yağlı olduğu için tam bir kolesterol bombasıydı. Nasıl bir yağda kızarttılarsa, günün geri kalanında midem langoseyi hazmetmek için uğraştı durdu.
Yemeğimi bitirip biraz da dinlendikten sonra, artık Eski Şehir Meydanı’ndan ayrılma zamanının geldiğine karar verdim. Turumun ikinci bölümünde, meydanın kuzeyinden Vltava Nehri’ne kadar uzanan Josefov semtindeki, eski Yahudi gettosunu gezecektim. Yüzyıllarca burada yaşayan Yahudiler, Nazi işgali sırasında toplama kamplarına sürülmüş. Şu anda 5 bin civarına Yahudi burada yaşıyor. Semtin her yerinde iki önemli karakterin izlerini görmek mümkün: Biri Franz Kafka, diğeri ise gizemli taş yaratık Golem.
Meydandan şehrin en nezih ve belki de en gösterişli caddesi olan Pařížská’ya saptım. Ağaçlıklı cadde boyunca sağlı sollu dünyanın en ünlü markalarına ait mağazalar, butikler sıralanıyordu. Art Nouveau ve Neo-Klasik cephelere sahip binalar insanı bir yüzyıl öncesine taşıyordu. Lüks kafelerde, restoranlarda şık baylar ve bayanlar yemek yiyordu. Adım başı Kafka ismini taşıyan bir mekana rastlıyordum.
Josefov’daki binaların cepheleri süslemelerle dikkat çekiyor. Çoğunun altında şık kafeler ve butikle bulunuyor.
Hemen hemen mahallenin tamamına dağılmış olan Ulusal Yahudi Müzesi, çeşitli sinagoglar, müze galerileri, Yahudi mezarlığı, tören salonu ve Yahudi Belediye Binasından oluşuyor. Bunlar tek tek ziyaret edilebildiği gibi, tam biletle hepsine girmek mümkün. Her ne kadar bütün sinagogları ziyaret etmek istemesem de tam bilet aldım (480 CK). Böylesi daha hesaplı oldu.
İlk önce Vězenská Sokağı üzerindeki İspanyol Sinagogu’nu (Španělská synagóga) ziyaret ettim. Mahallede gördüğüm en gösterişli iç dekorasyon bu sinagoga aitti. 1868’de inşa edilen sinagog, Elhamra Sarayı’nın etkilerini taşıdığı için bu adı almış. Sinagogda Prag’daki Yahudi topluluğunun yaşamına ve tarihçesine ait de bir müze bulunuyor. Ayrıca binanın önünde Franz Kafka Heykeli de görülebilir.
İspanyol Sinagogu, duvarları ve kubbesiyle diğer sinagogların sahip olmadığı bir dekoratif zenginlik sunuyor.
İkinci durağım olan Eski-Yeni Sinagog (Staronová synagóga) sadece Prag’ın değil, Avrupa’nın da hâlâ aktif en eski sinagoguydu. 1270 yılına tarihlenen Gotik yapı, gizemli bir hava taşıyordu. Belki bu gizemde, Haham Loew’ün yarattığı, mistik Prag Goleminin de bu sinagogun altındaki dehlizlerden çıkmasının katkısı vardı. Efsaneye göre 16. yüzyılda yaşayan Haham Loew ben Bezalel, Yahudilere yapılan saldırılara karşı korunmak amacıyla kilden bir yaratık yapar. Golem’in alnına İbranice kelimeler yazarak onun hareket etmesini ve düşmanları yok etmesini sağlar.
Eski-Yeni Sinagog’un soğuk taş duvarları arasında her hafta ayin düzenlenmeye devam ediyor.
Golem gerçekten var mıydı, bilinmez ama bu nispeten küçük ve sade yapının soğuk taş duvarları arasında sadece dini ibadetlerin değil, mistik ilimlerin de tatbik edildiğine dair bir his içimi sardı.
Sinagogun ürpertici havasından tekrar güneşli sokağa çıktım ve Pinkas Sinagogu’na (Pinkasova Synagóga) geçtim. Gerçi burasının da tüyleri diken diken eden başka bir özelliği vardı. Sinagogun duvarları, Naziler tarafından katledilen 77 bin 297 Çekoslovak Yahudi’sinin isimleriyle kaplanmıştı. Sıradaki Eski Yahudi Mezarlığı ise (Starý židovský hřbitov) Yahudi gettosundaki en ilginç ziyaretgahlardan biriydi. Yüzyıllarca Yahudilere ayrılan tek mezarlık olduğu için ölüler üst üste gömülmek zorunda kalmıştı ve bu küçük alan 12 bin kadar mezar taşıyla doluydu. Mezarlıktaki ağaçların arasından süzülüp gelen ikindi güneşi, taşlarla kaplı bahçeyi buğulu bir aydınlığa bürüyor ve Yahudi mahallesine hakim olan mistisizm burada doruğa çıkıyordu.
Eski Yahudi Mezarlığı’ndaki en eski mezarlık taşı 1439 yılına, en yeni mezarlık 1787 yılına ait.
Yahudi Mahallesi turumu, mezarlığın çıkışındaki Tören Salonu (Obřadní síň) ve Klaus Sinagogu (Klausová synagóga) ile tamamladım. Tören salonunda ölüm döşeğinden gömülmeye, hatta sonrasına kadar tüm cenaze işlemlerini tarif eden tablolar, cenaze töreninde kullanılan eşyalar sergileniyordu. Klaus Sinagogu’nda ise İbranice el yazmaları ve çeşitli el sanatları örnekleri yer alıyordu.
Büyük turumun üçüncü safhası için, ara sokaklardan geçerek nehir kıyısına çıktım. Bu safhada nehir boyunca güneye yürüyecek ve Nové Město-Yeni Şehir adlı bölgeye ulaşacaktım. Yani nispeten yeni…
Prag’a bahar erken gelmişti. Ben soğuktan titremeyi beklerken, paltomu filan elime almış, güneşin tadını çıkartıyordum. Güneşin tadını çıkartan sadece ben değildim. Yerlisi turisti pek çok insan hayata mola vermiş, nehir kıyısındaki parkları doldurmuştu. Banklar yetmemiş, insanlar çimenlere uzanmıştı.
Güneşli bir günde nehrin kıyısı dinlenmek ve manzarayı seyretmek için en ideal yer.
Zamanında parlamentoya, şimdilerde Çek Filarmoni Orkestrası’na ev sahipliği yapan haşmetli Neo-Rönesans yapısı Rudofinum’un basamaklarında ve Jan Palach Meydanı’nda Bohemya’nın bohem gençleri, kimi sere serpe, kimi sarmaş dolaş, kimi elinde birası güneşleniyordu.
Mánesův Köprüsü üzerinden Vltava Nehri’ne şöyle bir baktım. Gezinti tekneleri pırıldayan suların üzerinde bir aşağı bir yukarı gidiyordu. İleride, Prag’ın en popüler noktalarından olan Karel Köprüsü üzerinde turistlerin hareketliliği seçilebiliyordu. Prag Kalesi mağrur mağrur şehri seyrederken, St. Vitus Katedrali’nin kuleleri güneş altında parıldıyordu. Ben de yoğun tur programıma bir es verip nehir kıyısındaki banklardan birine oturdum. Artık iyice ağrımaya başlayan bacaklarımı biraz dinlendirirken aylaklığın ruha ne kadar iyi geldiğini düşünüyordum.
Ne yazık ki zaman benim kadar aylak değildi. Turu planladığım şekilde bitirmek için daha önümde bayağı yol vardı ki yorgunluktan dolayı bazı yerleri es geçmiştim. Nehir kıyısından yürümeye devam ederek Karel Köprüsü’nün başına geldim. Köprü geçişini başka bir güne bıraktığım için nehir kıyısını terk edip yüzümü yine Eski Şehre döndüm.
Şehrin siluetinde en büyük rolü oynayan St. Vitus Katedrali’ni ve Prag Kale’sini en iyi şekilde görmek için Prag’ı ikiye bölen Vltava Nehri’nin kıyısında yürüyüş yapmak gerek.
Karşıma ilk çıkan Klementinum adlı eski Cizvit üniversitesi oldu. Kaleden sonra Prag’ın ikinci büyük yapı kompleksi olan Klementinum, Dominiken manastırıyken Habsburg imparatoru tarafından 16. yüzyılın ortalarında Cizvitlere tahsis edilmiş. Prag’daki en büyük Barok yapılardan biri olan bina büyük heykelleriyle dikkat çekiyor. Bina şu anda Ulusal Kütüphane olarak hizmet veriyor ve özel izinle gezilebiliyor. Klementinum’a bağlı kiliselerde ise konserler düzenleniyor.
Klementinum’un yanındaki Karlova Sokağı’na saptım. Turist kalabalığının ve hediyelik dükkanlarının arasından geçip Husova Sokağı’na döndüm. Romanesk sütunlara, yüksek Gotik pencerelere, barok iç mekana sahip St. Giles Kilisesi’ni (Kostel sv. Jiljí) kısaca ziyaret ettikten sonra, Bethlehem Şapeli’ne (Betlémská kaple) vardım. Bu kilise, 14. yüzyılda Jan Hus önderliğindeki reform hareketlerinin başlangıç yeri olan kilisenin aynısı olara yeniden inşa edilmiş. O gün fazlasıyla dini yapıya girip çıktığım için, bu gayet sıradan görünen kilise beni cezp etmedi ve tekrar nehir kıyısına çıktım.
Kısa bir çay molası zamanının geldiğini düşündüm ve tereddütsüz Ulusal Tiyatro’nun karşısındaki Kavárna Slavia’ya girdim. Bir zamanlar tiyatro ve edebiyat dünyasının ünlülerini konuk eden lokanta-kafenin müdavimleri arasında Nazım Hikmet de varmış. Bir dilim “sachertorte” ve bir fincan çayla onu da yâd ettim.
Kafenin karşısındaki Ulusal Tiyatro (Národní divadlo) binası, sanatçıların ve halkın bağışlarıyla 1881 yılında Smetana’nın “Libuše” operasıyla perdelerini açmış. Mimar Josef Zítek’in başyapıtı olan Neo-Rönesans stili bina tüm ihtişamıyla bir sanat abidesi olarak nehrin kıyısında yükseliyor.
Opera binasının arasından geçerek Nové Město bölgesine girdim. Yani Yeni Şehre… Gerçi yeni demek ne kadar doğru? Bu bölgenin imarı 14. yüzyılda başlamış. Daha düzenli bir şehirleşme arzusuyla geniş caddeler ve anıtsal meydanlar inşa edilmiş. Prag gibi bir şehir için yeni demek, 14. yüzyıldan başlıyor demek.
Masaryk Rıhtımı, nehir boyunda yer alan güzel binalarıyla eskinin zarafetini yansıtıyor. Sağda Manes Galerisi’nin ilgin kulesi görülüyor.
Nehir kıyısındaki yürüyüşümü adını Çekoslovakya’nın ilk cumhurbaşkanından alan Masaryk Rıhtımı’nda (Masarykovo nábřeží) sürdürdüm. Yol boyunca 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başına ait Neo-Rönesans, Neo-Klasik ve Art Nouveau stili yüksek binaları görmek mümkün. Renk renk boyanmış, çeşit çeşit kabartmalarla, heykellerle süslenmiş bu binalara hayranlıkla bakıp yürürken birilerine çarpmamak işten değil.
Tam anlamıyla bir kübist bina olan Dans Eden Bina’nın bir ismi de Fred & Ginger.
Programıma almadığım, Slav Adası üzerindeki Manes Galerisi’ni geçip turumun son etabına geçmek için mihenk noktası olarak aldığım Dans Eden Bina’nın (Tančící dům) önüne geldim. Mimarisi isminden daha ilginç olan bu bina, ünlü Amerikan mimar Fred Gehry tarafından 1990’ların başında tasarlanmış. Cam ve tuğladan oluşan, Kübist mimarinin en belirgin örneklerinden biri olan bu bina, çevresiyle büyük bir tezat oluşturuyor. Ama gözlerim gün boyunca yüzlerce yıllık yapıları görmekten o kadar bıkmış olmalı ki, binayı görünce ister istemez gülümsedim. Dans Eden Bina, keyifle başladığım büyük Prag turunu, gülümseyerek noktalamamı sağladı.
Gerçi daha turumu tamamlamamıştım. Ama Resslova Caddesi’ne sapıp otele dönüş güzergahıma girdim. Karlovo Meydanı’na geldiğimde Yeni Şehir Belediye Sarayı’na (Novoměstská radnice) göz atmak için yolumu biraz değiştirdim. Aslında büyük bir parktan oluşan meydanın kuzey ucundaki Belediye Sarayı 1377–1418 yılları arasında yapılmış ve 1784’e kadar hizmet vermiş. Bina, 1418’de Prag’ın ilk pencereden atılma olayına da tanık olmuş. Din savaşları sırasında Husçular, Katolik yöneticileri pencereden atarak Prag’a özgü bir cezalandırma geleneğini de başlatmışlar.
Bir dönem hapishane olarak da kullanılan bina “Prag’ın Bastille’i” adını almış.
Artık akşam olmak üzereydi. İşten çıkanlar yavaş yavaş sokakları dolduruyordu. Parkta oynayan çocuklar annelerinin çekiştirmelerine rağmen gitmek istemiyorlardı. Ben de bacaklarımda kalan son güçle Ječna Caddesi’ni tırmanmaya başladım. Sabah sekizde çıktığım otele döndüğümde akşam beş buçuktu. Yaklaşık dokuz buçuk saatte eskisiyle yenisiyle Prag’ın büyük bir bölümünü kat etmiştim. Çok yorgundum ama yaptığım programı hemen hemen eksiksiz tamamlamış olmanın mutluluğu yorgunluğumu unutturuyordu.
Bir süre otelde dinlendikten sonra akşam yemeği için tekrar Eski Şehre döndüm. Yalnız seyahat ederken en zorlandığım şeylerden biri yemek mekanı seçmektir. Akıl verecek kimse olmadığından dakikalarca sokaklarda yürür, çeşit çeşit lokantanın önünden geçer, bir türlü
karar veremem. Özellikle sınırlı bir bütçeyle seyahat ettiğim zaman… Listemdeki lokantalar içime sinmemiş olacaktı ki, en sonunda Týn Kilisesi’nin arka sokaklarından birinde Touch adlı daha önce duymadığım bir lokantanın kapısından girdim. Masalardaki mumlarla aydınlatılmış loş mekan ve modern dekorasyon biraz üst sınıf bir yer izlenimi verdi, ancak neyse ki fiyatlar çok yüksek sayılmazdı. Köri soslu lezzetli bir tavuk yemeği ve gazlı içeceğe, bahşiş dahil 220 CK ödedim. Yemeği sindirmek için yürüyerek otelin yolunu tuttum. Yorucu bir günün ardından dinlenmeyi hak etmiştim.
23 Mart 2010, Salı
Kralların Prag’ı
Sabah yine erkenden uyanıp yollara koyuldum. O günkü programımda nehrin öte yakasına geçip Prag Kalesi’ni baştan aşağı dolaşmak, daha sonra da kale çevresindeki çeşitli müzeleri ve anıtları ziyaret etmek vardı.
İlk olarak kendime bir tramvay bileti aldım. Metro ve tramvay hattında aynı bilet geçerli. Biletleri metro istasyonlarındaki otomatlardan almak mümkün olduğu gibi, gazete bayilerinde de satılıyor. Prag’da pek çok bilet türü var. Ama turistler için en faydalısı birkaç durak geçerli olan kısa süreli bilet (18 CK) veya aktarma yapmayı sağlayan transfer bileti (26 CK). 24 saatlik, 3 günlük, 5 günlük biletler de var ama ben kullanmaya gerek görmedim. Biletleri metro girişlerinde veya tramvay içindeki sarı kutularda damgalatmak gerekiyor. Aslında hiç bilet almadan da taşıtlara binilebilir ama kontrole rastlarsanız cezası bayağı yüksekmiş. Ben de kullanılmış biletle birkaç kez tramvaya bindim.
Otobüs seferleri ise daha çok şehrin yan mahallelerini kapsayacak şekilde düzenlenmiş. Taksiye binilmesi ise daha önce bahsettiğim sebeplerden dolayı tavsiye edilmiyor.
22 numaralı tramvayla nehrin diğer yakasına geçip Malostranské Meydanı’nda (Malostranské náměstí) indim. Metro ve turistlerin sık kullandığı 22 numaralı hatta da yankesicilere karşı uyarılar vardı. Neyse ki Prag’da kaldığım süre boyunca başıma tatsız bir olay gelmedi.
13. yüzyıldan itibaren imar edilmeye başlanan, Kale’nin aşağısındaki Malá Strana, yani Küçük Mahalle, dar ve merdivenli sokakları, revaklı kaldırımları, Rönesans ve Barok döneme ait binalarıyla özellikle fotoğrafçılar için vazgeçilmez bir rota sunuyor.
Revaklı yolları Mozart’ın hayatını konu alan Amadeus filminden hatırlamak mümkün.
Henüz Kale’nin açılmasına daha vakit olduğu için Malostranské Meydanı’nın kuzeyindeki ara sokaklara sapıp Wallenstein Sarayını keşfetmeye niyetliydim. Aynı adlı meydana bakan Wallenstein Sarayı (Valdštejnský palác) 17. yüzyılda bir general tarafında inşa ettirilmiş ve geç Rönesans mimarisiyle Prag Kalesi’ni bile gölgede bırakmayı hedefleyen bir yapıymış. Saray kompleksi 23 binadan ve 3 bahçeden oluşuyor. Saray şimdi Çek senatosuna ev sahipliği yapıyor.
Revaklı kaldırımlardan geçerek kaleye giden Zámecké Schody’nin dik basamaklarını tırmanmaya başladım. Kalenin ana girişinin bulunduğu Hradčanské Meydanı’na vardığımda nefes nefese kalmıştım. Kale, Hradčany adlı tepeye kurulmuştu ve çevresindeki bölge de bu adla anılıyordu.
Girişin önünde turist grupları birikmeye başlamıştı. Şansıma nöbet değiştirme saatinde gelmiştim. Kale girişindeki nöbetçiler ufak bir törenle görev devir teslimi yaptılar.
Turistler Prag Kalesi’ni bekleyen nöbetçilerle hatıra fotoğrafı çekmeden geçmiyor. Özellikle nöbet değişim saatlerinde kapı önünde büyük bir kalabalık toplanıyor.
Prag Kalesi, yapımına 9. yüzyılda başlanmış ve 11 yüzyıl boyunca yeni yapıların eklenmesiyle büyümüş savunma, yaşama ve yönetim bölümlerinden oluşan devasa bir kompleks. 45 hektara yayılan Kale’nin içinde farklı mimari dönemlere ait pek çok görkemli yapı göze çarpıyor. Guinness Rekorlar Kitabı’na göre dünyanın en büyük antik kalesi. Kale, kurulduğu günden bu yana Bohemya krallarının, imparatorların ve Çek başkanlarının ikametgahı olmuş.
Matthias Kapısı’nı geçerek Kale’nin bilet gişesinin bulunduğu ikinci avluya çıktım. Aslında Kale’nin içi geceye kadar açık, galerilere, kiliselere ve özel sokaklara girmediğiniz sürece serbestçe Kale’nin sokaklarında dolaşabilirsiniz. Kale ziyareti için 6 farklı bilet satılıyor. Ben tam tur biletini Prague Card indirimiyle aldım. İsteyene sesli rehber de ücreti karşılığında veriliyor.
Kale’deki ilk durağım ikinci avludaki Resim Galerisi oldu. 15. – 18. yüzyıllara ait Avrupa ve Çek resim sanatının örnekleri sergileniyordu. Bartholomeus Spranger, Pieter Stevens, Hans Holbein, Lucas Cranach, Peter Paul Rubens gibi Flaman ve Alman ressamların tabloları dikkat çekiyordu. Ayrıca Tizian, Tintoretto, Veronese gibi ünlü İtalyan ressamların da çok önemli tablolarına yer verilmişti. Çek sanatçılar ise nispeten daha az yer tutuyordu. 17. ve 18. yüzyılda yaşayan Jan Jakub Hartmann, Jan Kupecky gibi Çek ressamlar manzara resimleri ve portrelerle öne çıkıyorlardı. Galerideki resimlerin genelinde dini ve ahlaki temalar işleniyordu. Ancak pek çok tabloda belirgin bir erotizm de göze çarpıyordu. Benim özellikle hoşuma gidenler Da Ponte ailesine mensup ressamların yaptığı günlük yaşamdan manzaralar oldu. Yine aynı aileden ressamların, aylara göre tarımsal ve üretimsel faaliyetleri betimledikleri tablolar orijinaldi.
Galeriden sonra üçüncü avluya geçer geçmez, karşıma Prag’ın en görkemli, en göz alıcı yapısı çıktı: St. Vitus Katedrali (Katedrála Sv. Víta). Katedralin kökeni 925 yılında Prens Václav’ın buraya yaptırdığı rotundaya dayanıyor, ancak mevcut yapının ilk temelleri 1344 yılında atılmış. Katedral sürekli büyümüş, gelişmiş, yeni eklentiler yapılmış. Öyle ki son haline gelmesi 1929 yılını bulmuş.
Eklemelerle sürekli büyüyen ve tamamlanması 20. yüzyıla kadar süren St. Vitus Katedrali Prag’ın en görkemli yapısı.
Prag’ın en büyük Gotik yapısı, herkes gibi beni de ilk bakışta büyülemişti. Her noktası ayrı bir heykelle, süslemeyle oya gibi işlenmişti. Tam bir mimari şölen olan bu yapıya uzaktan bakmak bile insanı yoruyordu. Avlunun içinde sağa sola ne kadar gittiysem de bu devasa katedrali tam olarak gösterecek bir fotoğrafı bir türlü çekemedim. Girişteki kuyruk nedeniyle katedralin içini daha sonra ziyaret etmeye karar vererek saray kısmına ilerledim.
1135 yılına tarihlenen Eski Kraliyet Sarayı (Starý Královský Palác) Kale’nin en eski bölümlerinden biriydi. 16. yüzyıla kadar Bohemya krallarına ev sahipliği yapmıştı. Sarayın en ilgi çekici bölümü Vladislav Salonu’ydu (Vladislavský sál). Neredeyse bütün bir katı kaplayan ve hiçbir sütun bulunmayan çok geniş bir alana kurulmuştu salon. Bütün bu boşluğu kapayan tavan tonozlarla desteklenmişti ve Gotik mimarisi, insanı bir anda Ortaçağ atmosferine sokuyordu. Bu geniş salonda zamanında ziyafetler, törenler düzenleniyormuş, hatta turnuvalarda şövalyeler at üstünde birbirlerine mızrak sallıyormuş. Tarihin en eski kapalı spor salonlarından biriydi belki de Vladislav Salonu.
Zamanında büyük ziyafetlerin düzenlendiği Vladislav Salonu hâlâ önemli törenlere ve kutlamalara ev sahipliği yapıyor.
Sarayın bir diğer ilgi çekici köşesi olan Ludwig Kanadı’nda ise 1618 yılında 30 Yıl Savaşları’nın başlamasına neden olan, ikinci pencereden atılma olayının gerçekleştiği salon vardı. Dikkat ettim, pencerelerin altında hâlâ “Lütfen pencereleri açmayınız” yazısı duruyordu. Yine bu bölümde zamanın çeşitli idari salonları gezilebiliyor. Sarayın Teresa Kanadı’ndaki en ilginç oda ise kraliyet armalarının duvarları süslediği odaydı. Burada üst düzey memurlar görev yapıyordu ve elimdeki rehbere göre duvarlardan birinde şöyle bir yazı vardı: “Peşin ödeme yapılmadıkça hiçbir evrak okunmaz veya yazılmaz.”
Eskiden parlamentonun toplandığı Diet Salonu ve içine giremesem de balkonundan görebildiğim, altın varaklı altarıyla dikkat çeken All Saint’s Şapeli Saray ziyaretimde uğradığım diğer noktalar oldu.
920 yılında kurulan Aziz George Bazilikası, aynı zamanda ilk Bohemya krallarının gömüldüğü yer.
Üçüncü avludan aşağı doğru devam edince, Aziz George Bazilikası (Bazilika Sv. Jiří) karşıma çıktı. Söylentiye göre Prag’ın en eski kiliselerinden biriydi. Romanesk mimarinin en iyi korunmuş örneklerinden biri olan kilisenin içinde orijinal freskler ve krallara ait mezarlar vardı.
Jiřská Sokağı’ndan devam edip Lobkowicz Sarayı’na (Lobkovický palác) girdim. Burada Lobkowicz adlı soylu bir aileye ait özel koleksiyon sergileniyordu. Fazla iddialı bir görünüşü olmayan bir binada, içinden prensler, şansölyeler çıkarmış aristokrat bir ailenin koleksiyonu ilk başta pek ilgimi çekmemişti, ama Prague Card’ın indirimini değerlendirmek istedim. İyi ki de girmişim. İlk başta sıkıcı gelen aile portrelerinin, kişisel eşyaların ve porselen takımların ardından Brueghel, Velazquez, Canaletto gibi sanatçıların tablolarını, eşine az rastlanır bir silah koleksiyonunu ve müzik odasını görünce hayranlıktan ağzım açık kaldı. Özellikle müzik odasında tüylerim diken diken oldu. Camekanların içinde Mozart’ın, Handel’in orijinal el yazmaları, Beethoven’ın ve Haydn’ın yine el yazması nota defterleri duruyordu. Gelmiş geçmiş en büyük müzik dehalarının ruhu ile aramda sadece bir cam vardı.
Müzeden ayrılırken ağzım kulaklarıma varıyordu. Sadece Lobkowicz Müzesi’ni görmek için bile Kale’ye gelinirdi. Avrupa tarihinde oynadığı politik rol bir yana, Lobkowicz ailesi sanata ve sanatçıya verdiği değeri kanıtlayan eşsiz bir koleksiyon miras bırakmıştı.
Kale’nin doğu kapısına bakan Daliborka Kulesi’ne kısa bir ziyaretle turuma devam ettim. Bir zindan olan ve çeşitli işkence aletlerinin sergilendiği bu iç karartıcı mekan, isyan başlatan Dalibor adlı bir şövalyeden alıyor. Rivayete göre Dalibor zindanda keman çalmayı öğrenmiş ve çaldığı nağmeler surların içinde yankılanıyormuş.
Jiřská’dan tekrar yukarı tırmanıp ünlü Altın Sokak’a (Zlatá ulička) girdim. 16. yüzyılda bu sokaktaki ufak evlerde kalenin okçuları yaşarken, daha sonra sokağa adını veren kuyumcular ve simyacılar yerleşmiş. Bir ara Kafka da 22 numaralı evde yaşamış. Şimdi ise farklı renklere boyanmış sıra sıra evciklerde hediyelik eşya dükkanları var. Zamanında simyacılar altın yapmayı başaramamış olsalar da günümüz esnafı iyi para basıyordu. Turistlerin çok rağbet ettiği bu sokak, tüm şirinliğine rağmen pek de bana hitap etmedi.
Altın Sokak’taki renk renk evler, daha çok oyuncak evleri andırıyor.
Sokağın girişindeki ufak meydanda Oyuncak Müzesi vardı. Aslında gezmeye niyetliydim ama vakit yetmez diye burayı atladım. Onun yerin oradaki kafede bir sandviç ve portakal suyu ile öğle yemeğimi yedim (120CK). İlginçtir, başka yerlerde 13-15 CK olan küçük şişe su, burada 50 CK idi.
Yemekten sonra tekrar üçüncü avluya dönüp, Aziz George Manastırı’ndaki sanat galerisine girdim. Çek ülkesinin en eski manastırı olan bu binada, 19. yüzyıl Bohemya sanatının örnekleri sergileniyordu. Özellikle Alman romantizminin etkilerinin sezildiği manzara resimleri öne çıkıyordu. Sarayları, malikâneleri süsleyen, canlı renklerle boyanmış bu bahar ve yaz manzaraları soğuk bir ülkenin yaza olan özlemini dile getiriyordu sanki.
Özellikle beğendiğim August Piepenhagen ve Manes ailesine üye sanatçıların manzara resimlerinin yanı sıra, Christian Ruben ekolünün 30 Yıl Savaşları gibi tarihi konuları işleyen tabloları, Jaroslav Čermák’ın detaylarla ve renk kullanımıyla sanki canlıymış gibi duran insan figürleri ve Josef Václav Myslbek’in yaptığı Venceslas Meydanı’ndaki heykellerin orijinal boyuttaki kopyaları galeride beni en çok etkileyen eserler oldu.
St. Vitus Katedrali’nin kuleleri gökyüzünü mızrak gibi deliyor.
Kalenin en güzel ziyaretgâhını en sona bırakmıştım: St. Vitus Katedrali (Katedrála Sv. Víta). Katedralin kapısına vardığımda, şansım yaver gitti; sabahki kalabalık kalmamıştı. İçeri girer girmez tarif edilmesi güç bir manzara çıktı karşıma. Her noktası ayrı bir dekoratif unsurla bezenmiş, mimari bir şaheserin içine girmiştim, daha doğrusu çekimine kapılmıştım. Gezmeye nereden başlayacağımı bilmiyordum. Bir taraftan elimdeki rehberden vitrayların, heykellerin, süslemelerin anlamını öğrenmeye çalışıyor, bir taraftan kalabalık noktalardan uzak durup mekanı mümkün olduğunca içine sindirmeye çalışıyordum. Katedralin iki yanında her biri farklı bir azize adanmış şapeller yer alıyordu. En etkileyicisi ise altın varaklarla ve değerli taşlarla bezeli duvarları ile Aziz Venceslas Şapeli’ydi. Ancak beni büyüleyen rengarenk vitraylardı. 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında farklı sanatçılar tarafından yapılan bu vitraylar katedralin yüksek taş duvarlarından yayılan uhrevi ve ağır havaya canlılık katıyordu. Özellikle gül pencereden süzülüp gelen güneş ışınları ile duvarlar, renklerin oyun alanına dönüşmüştü.
St. Vitus Katedrali’nin ana salonunda azizlere ayrılmış şapellerde, azizlerin hayatı ve mucizeleri vitraylarla anlatılıyor.
Yaklaşık 45 dakika boyunca katedralin ana salonunun her köşesini gezip tüm pencereleri fotoğrafladım. Keşke biraz daha uzun kalabilseydim. Ama görmem gereken daha pek çok yer vardı. Fazla oyalanmadan katedralin yan sokağından girilen Barut Kulesi’ne (Prašná věž) yöneldim. 15. yüzyıldan kalma bu silindirik yapı döküm atölyesi ve barut imalathanesi olarak kullanılmış. Ayrıca söylentiler arasında simya deneyleri yapıldığı da var. Sanrım Kale beni fazlasıyla doyurmuştu ve burada vaki kaybetmek istemedim, sadece kuleye dışarıdan bir göz atıp devam ettim.
Kale’yi terk etme zamanım gelmişti. Sabah 10 gibi girdiğim kaleyi öğleden sonra 4’te terk ediyordum ve Kale’nin belki sadece yarısını gezebilmiştim. Kale’ye dahil olan pek çok bahçe, köşk ve galeri vardı. Ayrıca bir o kadar da ziyarete kapalı kısım bulunuyordu. Ama görülmesi tavsiye edilen pek çok yeri ziyaret etmiştim ve bu bile bana fazlasıyla doyurucu gelmişti.
Kale’nin kapılarından geçip tekrar Hradčanské Meydanı’na çıktığımda büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Yine nöbet değişim saatiydi ve turistler tüm meydanı doldurmuş bu gösteriyi izliyordu. Paskalya arifesi olduğu için özellikle Avrupa’nın her yerinden öğrenciler Prag’a okul gezisi düzenlemişlerdi. İtalyan, İngiliz, Alman, Fransız ortaokul-lise öğrencileri şehre ayrı bir curcuna katmışlardı. Ben de meydanın ortasında bir yükseltiye oturup sokak müzisyenlerinin çaldığı Çek melodileri eşliğinde nöbet değişimini izledim.
Hradčanské Meydanı’nda Kale girişinin yanı sıra pek çok saray da bulunuyor. Meydanın kuzeyinde, yani Kale kapısının solunda yer alan büyük beyaz yapı Başpiskoposluk Sarayı (Arcibiskupský palác). 1562’de Katolikliğin Prag’daki merkezi olmuş, ön cephesi 1760’larda rokoko tarzına göre yeninden düzenlenmiş. Binanın yanındaki ara sokaktan Sternberg Sarayı’na (Šternberský palác) gidiliyor. Saray, 18. yüzyılın sonlarında yaşamış ve sanata çok önem vermiş bir asil olan Franc Josef Sternberg’den adını almış. Bugün sarayda 14.–18. yüzyıl Avrupa sanatına ait çok değerli bir koleksiyon sergileniyor. Ben de Kale’den sonra ilk olarak burayı ziyaret etmek istedim; ne yazık ki restorasyon nedeniyle kapalıydı.
Meydandaki parkın diğer ucunda, Kale’yi tam karşıdan gören, 17. yüzyıl Barok mimarisine sahip Toskan Sarayı (Toskánsky palác) ve onun sağında erken Rönesans tarzında, uzun bir bina olan Martinic Sarayı (Martinický palác) bulunuyor.
Schwarzenberg Sarayı İtalyan Rönesans’ı ile Çek geleneğini buluşturan bir tarza sahip.
Meydandaki parkın solunda ise boylu boyunca uzanan, cephesindeki siyah-beyaz sgraffito kaplamayla dikkat çeken Schwarzenberg Sarayı (Švancenberský palác) yer alıyor. İlk başta Lobkowicz Ailesi için inşa edilen bu görkemli bina 1719’da Schwarzenberg Ailesine geçmiş.. Ulusal Galeri’nin bir bölümü olarak Bohemya’nın geç Rönesans ve Barok eserlerine ev sahipliği yapıyor.
Sterneberg Sarayı’na giremeyince ben de Schwarzenberg Sarayı’na yöneldim. Galeride çeşitli kiliselerden getirilmiş Barok heykeller göze çarpıyordu. Ayrıca Petr Brandl adlı Bohem ressamın ışık gölge (chiaroscuro) tekniğiyle yaptığı tablolar ilgimi çekti. Yine Bohemya manzara resminin örnekleri, din temalı manzara resimleri koleksiyonda hoşuma giden eserler oldu.
Gün boyunca mimarisinden resmine güzel sanatların her türüyle yoğrulmuştum, hatta biraz fazla gelmişti. Mümkün olduğunca çok yer göreceğim diye içim dışım tablo-heykel olmuştu. O nedenle kendimi sokaklara vurdum. Kanovnicka Sokağı’ndan geçerek Novy Svet mahallesine girdim. Bohemya’nın belki de en Bohem mahallesi, eskiden saray hizmetlilerinin ikametgahıymış. Şimdi ise restore edilmiş ve pastel renklere boyanmış 16. yüzyıldan kalma irili ufaklı evler, sanatçıları ve sanat galerilerini barındırıyor.
Novy Svet’in dar ve sessiz sokakları, Altın Sokak’taki kalabalığa sakin bir alternatif oluşturuyor.
Sonunda turistlerin işgal etmediği bir köşe bulmuştum. Akşam saatlerinin sükûneti mahalleye çökmüştü, ortada tek tük insan vardı. Novy Svet’in dar sokakları arasında dolaşırken, turistlerin bağrışmaları yerine, henüz yapraklanmamış ağaçların üzerinde öten kuşların sesini duymak huzur vericiydi.
Ara sokaklarda dolaşa dolaşa Loreta Meydanı’na (Loretánské námestí) çıktım. Meydanın batısında anıtsal bir yapı olan 17. yüzyıla ait Černín Sarayı (Černínský palác) bulunuyor. Bina şu anda Dışişleri Bakanlığı olarak kullanılıyor. 1948 yılında komünistler iktidara geldiğinde dönemin dışişleri bakanı Jan Masaryk, binanın pencerelerinden birinden düşerek ölmüş, muhtemelen gizli servis tarafından atılmış.
Sarayın karşısında ise meydana adını veren ve çok zarif bir mimariye sahip Loreta Kilisesi yer alıyor. Kilise 1626 yılında Kontes Lobkowicz’in bağışlarıyla inşa edilmiş ve birçok kutsal hazineyi barındırıyor. Kilisenin iç avlusunun etrafında Barok freskler, heykeller ve süslemelerle bezenmiş çeşitli şapeller yer alıyor. Üst katta ise 16.-18. yüzyıllara ait kutsal eşyaların bulunduğu Loreta Hazinesi sergileniyor.
Meryem Ana’nın evini hatırlatacak şekilde tasarlanan Loreta Kilisesi aynı zamanda hac mekanı.
Ben dolaşırken kilise son ziyaretçilerini kabul ediyordu. Hızlı bir turun ardından Loreta Kilisesi’ni terk ettiğimde güneş iyice alçalmıştı. Tur planımda sırada Strahov Manastırı vardı ancak kapanma saati gelmişti. Oldukça yakında olmasına, manastırın çan kulelerini uzakta görebilmeme rağmen boşu boşuna gitmeyi göze alamadım. Müzeler, galeriler, kiliseler derken akşamı etmiştim. Yavaş yavaş dönüşe geçtim.
Adını şair Jan Neruda’dan alan Nerudova Caddesi’nden Malostranské Meydanı’na doğru indim. Bu cadde Mozart, Casanova gibi tarihi kişiliklerin de oturduğu, gayet süslü cephelere sahip, büyük Barok binalarıyla dikkat çekiyordu. Şimdi o binaların altında hediyelik dükkanları ve turistik lokantalar vardı. Prag’ın pek çok yerinde, keza Nerudova’da da binaların “Üç Keman”, “Yeşil Istakoz”, “Beyaz Kuğu” gibi türlü tuhaf isimleri var. Bunun nedeni numara verilmeden önce binalara isim koymaları ve binaların üstünde de bu isimlere uygun amblemler yerleştirmeleri.
Aziz Nicholas Kilisesi’nin kulesi halk tarafından kiliseden ayrı olarak yaptırılmış.
Malostranské Meydanı’na indiğimde Prag Barok’unun en önemli eserlerinden biri olan Aziz Nicholas Kilisesi’ni (Kostel sv. Mikuláše) ziyaret etmek istedim ancak açık değildi. Ben de kiliseden ayrı olarak 18. yüzyılda inşa edilen kuleye çıkmaya karar verdim. Kulenin kapanmasına daha çok zaman vardı ve Prague Card’ın indirim kuponunu kullanabilirdim. 65 metre yüksekliğindeki kuleye çıktığımda isabetli bir karar verdiğimi fark ettim. Nehrin diğer tarafındaki binalar ve Prag’ın turuncu kiremitleri akşam güneşi altında pırıl pırıl parlıyordu. Kulenin hemen yanında, Prag’ın siluetinde hakim bir unsur olan Aziz Nicholas Kilisesi’nin yeşil kubbesi duruyordu. Prag’a kuleler şehri denmesi boşuna değilmiş. Hangi kuleye çıkarsanız çıkın insanı büyüleyen bir manzara önünüzde uzanıyordu.
O günkü şehir turuma son verip otele dönemden önce Mala Strana’da uğramak istediğim son bir yer vardı. Mostecká Caddesi’nden geçip Karel Köprüsü’nün başına kadar geldim. Ancak köprüyü geçmeden önce, “oldu olacak köprünün Küçük Mahalle tarafındaki kulelerine de çıkayım” dedim. Prag’la özdeşleşmiş yapılardan olan Köprünün Küçük Mahalle Kuleleri’nden (Malostranské mostecké veze) Romanesk tarzdaki küçük kule 12. yüzyıla tarihleniyor, 15. yüzyılda inşa edilen büyük kule ise geç Gotik tarzında. Ağrıyan bacaklarımın bütün muhalefetine rağmen bitkin bir halde bu kuleye de çıktım. Bir noktadan sonra bacaklarımı hissetmediğim için, ağrıyı da hissetmemeye başlamıştım.
Prag’da günbatımı manzarasının keyfi en iyi kulelerden birinin tepesinden çıkıyor.
Kuleye çıktığımda güneş Petrin Tepesinin arkasından batmak üzereydi. Kale yavaş yavaş siluet halini almakta, St. Vitus Katedrali’nin sivri kuleleri mızrak gibi gökyüzünü delmekteydi. Kulenin tepesinden Karel Köprüsü’ndeki canlılığı görebiliyordum. Ancak turist rehberlerinin uyardığı kalabalık yoktu ya da ben bir İstanbullu olarak gördüğümü kalabalıktan saymıyordum. O nedenle Batılılar (!) tarafından hazırlanan rehber kitaplarındaki kalabalık uyarıları, bizim gibi cumartesi akşamı İstiklal Caddesi’nde yürümeye alışık insanlar için bir şey ifade etmiyor.
Kuleden indikten sonra artık Karel Köprüsü’nü (Karlův most) (diğer adlarıyla Karl, Karlov, Charles Köprüsü) geçme zamanı gelmişti. Şehrin olmazsa olmaz turistik mekanlarından biri olan 520 m. uzunluğundaki köprü, Peter Parler adlı ünlü mimar tarafından tasarlanmış, 14. yüzyılın başında, sele kapılıp yıkılan Judith Köprüsü’nün yerine inşa edilmiş. Şehrin en eski köprüsü. Köprüyü özel kılan, krallara ve azizlere ait heykeller 18. yüzyılda eklenmiş, ancak çoğu kopya, orijinalleri Prag’daki farklı müzelerde sergileniyor.
Nispeten kalabalık olan köprüyü fazla oyalanmadan geçtim. Aslında ertesi sabah yapmayı düşündüğüm asıl köprü ziyareti için keşif amaçlı bir geçiş olmuştu bu. Yine de günbatımında birkaç kare köprü ve nehir manzarası fotoğraflamadan edemedim. O günkü turumu Karel Köprüsü’nün Eski Şehir ayağında sonlandırdım ve otele döndüm.
Otelde kısa bir molanın ardından, akşam yemeği için tekrar Prag’daki arkadaşımla buluştuk. Pizza Coloseum’da oldukça hesaplı (200 CK) ve lezzetli bir pizza yedim. Daha önce Prag’daki lokantaların hesabı şişirdikleri konusunda uyarılar okumuştum. Bizdeki kuver gibi, onlar da ekmek, ketçap, sos, çerez gibi şeyleri ekstra ücretlendiriyorlarmış. Eğer hesapta sürprizlerle karşılaşmak istemiyorsanız bunları geri gönderin deniyordu. Ben bir iki kere rastladım, ama hesabı aman aman kabartacak rakamlar değildi. Yine de özellikle turistik lokantalarda adisyonu kontrol etmekte fayda var.
Arkadaşımdan ayrıldıktan sonra yine yürüyerek otelime döndüm. O gün 10 saati aşan bir süreyle Prag’daki en uzun turumu yapmıştım.
24 Mart 2010, Çarşamba
Sanat dolu bir gün
Sabah mümkün olduğunca erken otelden ayrıldım. Karel Köprüsü’nü sabah erkenden, insanlar doluşmadan ziyaret etmek ve rahatça fotoğraflamak istiyordum. Aslında çok daha erken kalkıp gündoğumunda köprü üzerinde olmayı isterdim ancak yorucu geziler yaptığım ve kahvaltı etmeden çıkmak istemediğim için 8–8.30’dan önce otelden ayrılamıyordum. Günün geri kalanını ise çeşitli müzeleri ve galerileri gezecek şekilde programlamıştım. Kültür dolu bir gün geçirmeyi planlıyordum.
Karel Köprüsü’nü ziyaret etmek için en uygun zaman kalabalığın toplanmadığı sabah saatleri.
Yine tramvaya binip Malostranské Meydanı’nın yolunu tuttum. Karel Köprüsü’ne (Karlův most) Küçük Mahalle tarafından adım attım. Köprü üzerinde bir akşam önceki kalabalık yoktu. İşe ya da okula giden Praglılar ve güne erken başlamış turistler vardı. Köprü üstünü mesken tutmuş ressam-karikatüristler ve hediyelik eşya satıcıları tezgahlarını yeni açıyorlardı.
Karel Köprüsü’ndeki heykeller Prag’da yeni bir günü karşılıyor. Yüzyıllardır olduğu gibi…
Hafif puslu bir sabah güneşin sert ışığını kırmış, köprüye, Vltava Nehri’ne ve Prag’a yumuşak bir görünüm kazandırmıştı. Kalabalık olmadığı için köprü üzerindeki heykelleri rahatça görebiliyordum. 30 heykelin çoğu orijinal değil, orijinaller bugün Vyšehrad’da ve Ulusal Müze’nin bir parçası olan Lapidárium’da sergileniyor. Heykeller içinde en popüleri St. John Nepomuk’un (Jan Nepomucký) heykeli. Köprünün en eski (1683) ve tek bronz heykeli olan St. John Nepomuk’un ilginç bir öyküsü var: Kraliçe Sophia’nın kendisine verdiği bir sırrı söylemek istemeyen aziz, Kral IV. Wenceslas’ın işkencesine maruz kalır ve zincirlere bağlanarak köprüden atılır. Bu sırada halk ruhunun gökyüzüne yükseldiğine şahit olur. Bugün şans getirmesi için pek çok insan heykelin kaidesindeki köpek ve kadın figürlerine dokunduğu için bunlar pırıl pırıl. Ayrıca geçen zaman içinde bronz yeşile dönmüş. Bu nedenle St. John Nepomuk heykelinin fark edilmesi çok kolay.
Ülkenin koruyucu azizi olan St. John Nepomuk’un heykeli, inanışa göre dokunanlara şans getiriyor.
Köprüde benim en ilgimi çeken heykellerden biri de Bohemya’nın koruyucu üç azizinin yan yana durduğu St. Norbert, St. Wenceslas ve St. Sigismund heykeli oldu.
Karel Köprüsü, Prag’ın en çok ziyaretçi çeken anıtlarından biri olmanın yanı sıra en romantik köşelerinden biri.
Köprünün iki tarafındaki kuleler arasında gidip gelerek bol bol fotoğraf çektikten sonra, yavaş yavaş kalabalık da artınca köprüyü terk edip Malostranské Meydanı’na döndüm. Şansıma Aziz Nicholas Kilisesi (Kostel sv. Mikuláše) açıktı ve bu fırsatı kaçırmadım. Yine alabildiğine gösterişli ve süslemelerle dolu bir iç mekanla karşı karşıyaydım. Karel Škréta ve Jan Kracker gibi 17. yüzyılın önemli sanatçıları tarafından yapılmış freskler, heykeller ve resimler Barok sanatın başyapıtları olarak sayılıyor. Kişisel olarak Barok ve Rokoko sanatın ince işçiliğine ve zengin görünümüne hayran olsam da, tek mekanda bu kadar yoğun bir yapıt bombardımanı aklımı karıştırıyor ve nereye bakacağımı bilemiyorum.
Meydanı nehre bağlayan ara sokaklardan geçerek Karel Köprüsü’nün kuzeyinde, nehir kıyısında yer alan Kafka Müzesi’ne gittim. Müzenin açılmasına henüz vakit olduğu için nehir kıyısında biraz vakit geçirdim ve müzenin bahçesindeki oldukça ilginç bir sanat eseri (!) olan “İşeyen Heykel”i gördüm. David Černý adlı bir sanatçı tarafından bu yapılan enstalasyonda, bilgisayarla hareket ettirilen iki adam heykeli, Çek Cumhuriyeti şeklindeki havuza işeyerek ünlü Çek özlü sözlerini yazıyor. Hatta belli bir numaraya mesaj gönderdiğinizde, istediğiniz sözleri yazmasını sağlıyormuşsunuz. Açıkçası kontör harcamaya değer bulmadım.
Oldukça yeni olan Kafka Müzesi’nde, yazarın kısa ömrüne ve yaşadığı döneme ait belgeler sergileniyor. Fotoğraflar, el yazmaları, kitaplarının ilk baskıları, kişisel belgeler, video ve ses enstalasyonları… Franz Kafka’nın hiçbir zaman büyük bir hayranı ve takipçisi olmamışımdır. Okuduğum birkaç eserini de çok beğendiğimi söyleyemem. Ancak “Kafkaesk”in çağrıştırdıklarına; karanlık, puslu, çokça içe dönük, biraz gizemli ve gerçekdışı olana duyduğum ilgiyi yadsıyamam. Nitekim müze de sergiledikleriyle değil, ama kurduğu atmosferle ben de bu kafkaesk etkiyi bıraktı. Ayrıca 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı Prag’ına dair fotoğraf ve filmleri görmek de ilginçti.
Karel Köprüsü’nün üstünden bir kez daha geçerek Eski Şehrin dar sokaklarına daldım. Öğle saati olduğu için turist yoğunluğu artmıştı. Gelmeden önce incelediğim rehberlerden birinde Husova Sokağı civarında bir Güzel Sanatlar Müzesi olduğunu okumuştum (Czech Museum of Fine Arts diye geçiyordu). Ancak çevre sokaklardaki bütün aramalarıma rağmen bu müzeye rastlayamadım. Etraftaki en müzeye benzer bina Clam Gallas Sarayı (Clam-Gallasův palác) idi. Ancak içeride pek de bana hitap etmeyen mimari sergi dışında bir şey bulamadım. Yine de 1710’larda inşa edilmiş bu Barok sarayın fresklerle süslü koridorlarından ve merdivenlerinden geçerek zamanda ufak bir yolculuğa çıktım. Sanki her an bir kapı açılacak, Mozart elinde notalarıyla dışarı fırlayacaktı.
Burada da umduğumu bulamayınca turuma devam etmeye karar verdim. Eski Şehir Meydanı’na doğru giderken mağaza-galeri karışımı bir mekan çıktı karşıma. Mağazanın üzerindeki Sanat-Galeri-Müze gibi ifadeler gözüme çarptı. O an kafama dank etti. Ticari bir laf cambazlığının kurbanı olarak sokaklarda dolanıp durmuştum.
Taş Çanlı Ev ve Altın Yüzük Evi gibi pek çok eski binayı sanat galerisi olarak gezmek mümkün.
Sanata ithaf ettiğim turuma Şehir Galerisine bağlı, Eski Şehir Meydanı’ndaki House at the Stone Bell – Taş Çanlı Ev (Dům u kamenného zvonu) ile devam ettim. Kinský Sarayı’na bitişik olan ve 13. yüzyıla tarihlenen bina, Prag’da orijinal Gotik görüntüsünü koruyan tek bina. Çeşitli prenslerin ve asillerin yaşadığı bina şimdi modern sanat sergilerine ev sahipliği yapıyor. Ben, Zdeněk Sklenář adlı kübist sanatçının 100. doğum yıldönümü nedeniyle açılmış retrospektifine rastladım. Kübizmin önemli ve öncü sanatçılarından biri olan Sklenář’ın resimleri ve illüstrasyonları sergileniyordu. Kişisel olarak modern resimden çok hoşlanmamama rağmen kübist portreleri ilginç buldum. Yine de bence en ilgi çekici şey, binanın kendi unsuru olan şapel ve Gotik duvar resimleriydi.
Bir sonraki durağım Týn Kilisesi’nin arkasındaki avluda yer alan House at the Golden Ring – Altın Yüzük Evi (Dům U zlatého prstenu) oldu. Aslında Ortaçağ’a ait iki binanın birleştirilmesiyle oluşturulmuş ve kökeni 13. yüzyıla giden bu bina da kapsamlı bir restorasyondan geçirilip Şehir Galerisinin bir şubesi haline getirilmiş. Hâlâ binanın çeşitli yerlerinde 15. yüzyıla ait mimari unsurlar bulunuyor, ama içinde 20. yüzyıl Çek sanatına ait modern sergiler düzenleniyor. Kadife Devrimden Sonra adlı sergide de komünizm sonrası sanatçı kuşağının fazlasıyla modern eserleri sergileniyordu. Enstalasyonlar ve video gösterimler pek ilgimi çekmedi.
Açıkçası sabah boyunca yaptığım müze ve galeri gezileri beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı. 3–4 günlük standart Prag turlarında kesinlikle vakit harcanmaması gereken yerleri ziyaret etmiştim. Bunlar yerine Eski Şehir Meydanı’ndaki, Prag’ın en güzel Rokoko binası olarak kabul edilen Kinský Sarayı’ndaki (Palác Kinských) Çek manzara resimleri sergisini gezmeyi tercih ederdim. Ancak Prague Card ile verilen rehberde kapalı olduğu yazılıydı.
Günün geri kalanının daha parlak olması umuduyla Eski Şehir Belediye Sarayı’na (Staroměstská radnice) yöneldim. Amacım, ilk gün katılma fırsatı bulamadığım rehberli turlardan birine katılıp Belediye Sarayı’nın salonlarını gezmekti. Ancak bana Almanca konuşan bir rehberin turu rast geldi. Elime tutuşturulan İngilizce bir dokümanla yetinmek zorunda kaldım. Rehber hanımın (daha doğrusu teyzenin) eşliğinde zamanında Prag’ın yönetildiği, politikacıların toplandığı ve türlü entrikaların döndüğü salonları teker teker gezdik. Salonlardaki mobilyalar, duvar ve tavanlardaki ahşap süslemeler Ortaçağ’ın havasını yaşatmaya devam ediyordu. Binanın içindeki Gotik şapelde Astronomi Saati’nin işleyiş mekanizmasını görmek de mümkündü.
Pek de etkileyici olmayan bu turun ardından, açlığımı bastırmak için meydandaki büfelerden bir “tredlicky” aldım (50CK). Uzun bir merdaneye dolanan hamurun kömür ateşi üzerinde pişirilmesiyle yapılan ve üzerine toz şeker serpiştirilerek yenilen helezon şeklinde bir tür ekmekti bu. Yemesi keyifli, diş çürütmeye birebir olan tredlicky, Prag’daki sokak yemekleri arasında en beğendiğim oldu.
Tredlikcy’mi yiye yiye meydandan ayrıldım. O gün için Kübizm Müzesi ile Komünizm Müzesini de listeme almıştım, ama önceki müze deneyimleri biraz canımı sıkmıştı. Üstelik akşama bir konsere gidecektim. Öncesinde otele dönüp biraz dinlenmek istiyordum.
Her türden mağaza ve restoranın bulunduğu, her daim hareketli Na Prikope Caddesi üzerinden biraz döviz bozdurmak için Panska Sokağı’na saptım. Bu sokak ve çevresindeki sokaklarda yer alan döviz büfeleri, özellikle de Arapların işlettikleri, en iyi kur oranlarını veriyorlardı. Dövizi mümkün olduğunca buralardan bozdurmaya gayret ettim.
Ayrıca yol üstündeki Mucha Müzesi’ne (Muchovo Muzeum) de uğradım. Eserleriyle şehrin pek çok yerinde imzası olan Alphonse Mucha’ya adanan müzede, sanatçının Art Nouveau resimlerinin yanı sıra fotoğrafları ve kişisel eşyaları da sergileniyordu. Tasarım, reklam ve benzeri dallarda çalışanların mutlaka ziyaret etmesi gereken müzede, Mucha’nın Sarah Bernhardt gibi sanatçılar için tasarladığı afişler ve ilanlar ilgimi çekti. Daha önce dergilerden, kataloglardan tanıdığım eserleri karşımda görmek, benim için o günkü en heyecan verici olaydı.
1860–1939 yılları arasında yaşayan Alphonse Mucha, renkli ve stilize eserleriyle afişi sanata dönüştürmeyi başarmış bir sanatçı.
Jindřišska Caddesi’ndeki büyük postaneye uğrayıp uzaktaki dostlarıma birkaç kart attıktan sonra hızla otele döndüm. Bir saat kadar dinlendikten sonra, giyinip kuşanıp Republiky Meydanı’ndaki Belediye Sarayı’nın (Obecní dům) yolunu tuttum.
Konserden önce, akşam yemeğini Belediye Sarayı’nın girişindeki Kavarna Obecní Dům’da yemeğe karar verdim. Lokanta da bina gibi Art Nouveau tarzında dekore edilmiş, seçkin bir mekandı. 20. yüzyılın başında sanatçıların, avangart sosyetenin uğrak yeri olan lokanta, hâlâ o günlerin havasını yaşatıyordu. Belli ki konser seyircileri burayı özellikle tercih ediyordu. Yabanmersini soslu biftek ile yaygın bir Çek yemeği olan knedliky, yani patates ekmeği istedim. Zaten knedliky pek çok yemeğin yanında servis ediliyordu. Yemek gayet lezzetliydi, ama porsiyon biraz ufaktı. Eh, böyle bir yerde hesabın da ucuz olması beklenemezdi (360 CK). O fiyatı yemekten çok, atmosfer hak ediyordu doğrusu.
Belediye Sarayı’ndaki Smetana Salonu aynı zamanda Prag Senfoni Orkestrası’nın ana mekanı.
Belediye Sarayı’nı yine rehberli turlarla gezmek mümkün. Ancak ben, tur yerine Smetana Salonu’ndaki “Prague Music” Oda Orkestrası’nın klasik müzik konserini tercih etmiştim. Birinci katta bulunan muazzam Smetana Salonu, fresklerle süslenmiş çok hoş bir konser salonuydu. O akşamın repertuarında klasik müziğin en bilinen bazı eserlerine yer verilmişti. Salonun oldukça boş olması beni şaşırttı. Ancak konser başlayınca konsere gelmeyenlere hak verdim. Orkestra oldukça vasattı. Bu kadar güzel bir konser salonunda bu kadar sıradan, hatta bazen kulak tırmalayan bir orkestrayı dinlemek içime oturmuştu. İstanbul’da gittiğim konserlerde çok da ünlü olmayan orkestraların tekrar tekrar sahneye çağrılmasını bazen görmemişlik olarak yorumlar, “Avrupa’da Allah bilir ne orkestralar vardır” derdim kendi kendime. Meğer bizimkiler gerçekten kaliteli sanatçıları çağırıyorlarmış, o orkestralar da alkışı sonuna kadar hak ediyormuş. O akşamki orkestra tek bir bis bile yapmadı ki zaten yapması da abes olurdu.
Sonuçta baştan sona kültür dolu bir gün yaşamıştım, edebiyattan güzel sanatlara, mimariden müziğe sanatın hemen hemen tüm dallarının Prag’daki izlerini takip etmiştim. Gerçekten verimli olmuş muydu? Pek değil. Ama klasik turistik rotaların dışına çıkıp, Prag’ın kültürel hayatına hafifçe dokunmuştum.
25 Mart 2010, Perşembe – 26 Mart 2010, Cuma
Karlovy Vary’ye şifa niyetine yolculuk
10 günlük tatilimin tamamını Prag’da geçirmek istemiyordum. O yüzden kaplıcalarıyla ünlü Karlovy Vary’ye 2 günlük bir yolculuk planlamıştım. Hem Prag’a kısa bir ara verecek hem de üç gündür aşırı yüklendiğim bacaklarımı kaplıcalarda dinlendirecektim.
Sabah ilk işim otobüs terminaline gidip Karlovy Vary’ye bir bilet almak oldu. Çek Cumhuriyeti’nde şehirlerarası ulaşımda otobüs, trene göre daha elverişli bir seçenek. Hem daha ucuz hem daha hızlı… Gerçi trenin keyfi de ayrıdır. Aslında dönüşü trenle yapmayı düşünüyordum ama bütçemi gözden geçirince vazgeçtim.
Florenc semtindeki ana terminalde (Autobusové Nádraži Florenc) Karlovy Vary’ye ve tabii ki Çek Cumhuriyeti’nin her yerine ulaşımı sağlayan birkaç otobüs şirketi var. Student Agency adlı şirket bunların içinde en hesaplısı. İsmi aldatmasın, her yolcuyu kabul ediyorlar. Karlovy Vary popüler bir kent olduğu için günün hemen her saatinde otobüs kalkıyor. Gidiş dönüş bileti daha ekonomikti ama dönüş saatimi henüz kestiremiyordum. Ben de saat 15.00’te kalkacak otobüse tek yön bileti aldım (140 CK). Böylece Prague Card’ımın süresi tamamlanmadan görmeyi planladığım birkaç yeri daha aradan çıkartabilirdim.
Hazır Florenc semtindeyken, terminalin hemen karşısındaki Prag Şehir Müzesi’ne (Muzeum hlavního města Prahy) uğradım. 1883 yılında kurulan müze, Prag’ın tarihini ve gelişimini tarih öncesinden 20. yüzyıla kadar sergiliyor. Prag çevresindeki ilk yerleşimler M.Ö. 40 binlere kadar gidiyor. İlk Slav kabilelerinin akınları, pagan yaşam biçimi, 9. yüzyılda Hıristiyanlığa geçiş, Ortaçağ yaşamı, Barok dönem ve sonrası arkeolojik buluntularla, dinsel ve gündelik eşyalarla, heykel ve resimlerle kronolojik biçimde sergileniyor. Turistik açıdan çok popüler olmasa da Prag’ın nereden nereye geldiğini görmek için bence atlanmaması gereken bir müze. Özellikle Langweil Prag Modeli müzenin en ilginç köşelerinden biri. Mukavva ve tahtadan yapılmış 19. yüzyıla ait Prag modeli üzerinde küçük kameralarla ufak bir gezintiye çıkmak ve şehrin ne kadar iyi korunduğunu görmek mümkün.
Prag Şehir Müzesi’nde Prag’ın tarihine kısa bir yolculuk yapmak mümkün.
Otelden ayrılmadan önce son bir yeri daha ziyaret etmek istiyordum. Otelin arka sokağındaki Dvořák Müzesi’ni (Muzeum Antonína Dvořáka). Villa America olarak da bilinen pembe boyalı, geç Barok döneme ait bu ev, en çok “Yeni Dünyadan” senfonisiyle bilinen Çek besteci Dvořák’ın yaşamına ve sanatına adanmış bir müzeye dönüştürülmüş. Sergi içinde bestecinin kişisel eşyaları, nota defterleri, kullandığı müzik aletleri, konserlerine ait dokümanlar ve resimler sergileniyor. Ne yazık ki açıklama notları Çekçe idi. Üstelik kalabalık bir öğrenci topluluğuna rastladığım için çok verimli bir ziyaret olmadı.
Hotel DaVinci’ye veda etme zamanı gelmişti. Bavulumu Karlovy Vary’ye taşımak istemediğim için, iki gün boyunca kullanacağım malzemeyi sırt çantama ve havaalanından aldığım ufak bir çantaya tıkıştırdım. Bavulu da dönüşte kalacağım otele bırakmaya karar verdim. Prag’da ilk ve tek taksi yolculuğumu da bu sayede yaptım.
Otelin biraz ilerisindeki taksi durağındaki AAA şirketine ait bir taksiye bindim. Ama binmeden önce de fiyatı sordum. 200 CK makul geldi. Aslında metroda, tramvayda, Prag’ın hemen her yerinde koca koca bavulları çekiştirerek yürüyen turistlere rastlamak mümkün. Büyük metro istasyonlarındaki yürüyen merdivenler bu açıdan büyük kolaylık sağlıyor.
Kısa bir süre sonra, otobüs terminaline de oldukça yakın olan yeni otelim Hotel & Apartments Susa-Due’ye vardım. Valizimi resepsiyondaki kıza teslim ettikten sonra öğle yemeği yemeye karar verdim. Otelin bulunduğu Florenc semtinden itibaren eski şehir sona eriyor, doğuya doğru Prag’ın daha modern yerleşimleri bulunuyordu. Yine 1900’lerin ilk yarısına ait mimari görülmekle birlikte, daha modern ve yüksek binalar ağırlık kazanıyordu. Burası büyük şirketlerin olduğu, daha ticari bir bölgeydi.
Ben yine de eski şehir tarafına doğru yürüdüm. Otelin yakınındaki Republiky Meydanı’nın etrafı hostel ve küçük otellerle dolu olduğu için turistlere hizmet veren pek çok işletme var. Ben de yemekten önce bir internet kafeye uğradım. Nerede yiyeceğime karar vermeye çalışırken, eski şehrin bayağı merkezine kadar gittim. Sonunda birkaç akşam önce yemek yediğim Pizza Coloseum’da karar kıldım. Ancak bu kez pizza yerine makarna söyledim (Meşrubat dahil 215 CK). Öğle saati olduğu için mekanı etrafta çalışanlar doldurmuştu ve siparişimin gelmesi bayağı zaman aldı.
Hızlı bir yemek, ardından hızlı bir yürüyüşle otobüs terminaline vardım. Kısa bir bekleyişten sonra otobüsüm geldi. Student Agency’nin otobüsleri hiç de öğrenci işi durmuyordu, gayet konforluydu, verilen servis kaliteliydi, hatta video ve müzik yayını bile vardı.
Kısa süre içinde Prag’ın kenar mahallelerinden geçip şehir dışına çıktık. Yol, tarım arazileriyle ve ormanlarla kaplı düz bir arazi üzerinde devam ediyordu. Arada Doğu Bloğu izlerini taşıyan küçük kasabalardan geçiyorduk. Bahar henüz buralarda yüzünü göstermemişti, yol kenarında hâlâ tek tük kar öbekleri görülüyordu. Ülkenin kuzey batısına doğru gidiyorduk ve Karlovy Vary’ye yaklaştıkça arazi yükselmeye, hava serinlemeye başlamıştı. Çam ormanlarıyla kaplı yüksek tepelere varmıştık.
Karlovy Vary ya da diğer adıyla Carlsbad, 1350’lerde Bohemya kralı IV. Karl tarafından kurulmuş. Kuruluşu, daha doğrusu kaplıcaların bulunuşu tamamen bir tesadüfe dayanıyor. Ormanda ava çıkan IV. Karl, tam bir geyiği avlamak üzereyken, geyik kendini uçurumdan aşağıdaki sıcak su kaynağına atmış. Böylece kaplıcalar keşfedilmiş, buraya da Karl’ın Banyosu anlamına gelen Carlsbad adı verilmiş.
Özellikle 18. yüzyıldan sonra popülerlik kazanan kaplıcalar Avrupa sosyetesini ve pek çok ünlü ismi misafir etmiş. Hatta bu isimlerin içinde Atatürk de var. Kentin içinden geçen Teplá Nehri’nin 70 derecenin üstüne çıkan ve mineral açısından zengin kaplıca suları özellikle mide ve metabolizma rahatsızlıklarına iyi geliyor. Bugün eski cazibesine sahip olmasa da hâlâ Avrupa’nın çeşitli yerlerinden şifa bulmaya gelenleri ve zarif Neo-Klasik – Art Nouveau binalar ile revakları (kolonad) görmeye hevesli turistleri ağırlıyor. Ayrıca Uluslararası Film Festivali de kentin kültürel hayatına büyük bir canlılık kazandırıyor.
Binlerce insan Tepla Nehri’nin sularından şifa bulmak için Karlovy Vary’ye geliyor.
Kâh manzarayı kâh videodaki filmi seyrederek geçen yaklaşık 2 saatlik sakin bir yolculuktan sonra Karlovy Vary’ye vardım. Pek çok yolcu gibi ana terminalde değil, kaplıca merkezine yakın olan Tržnice terminalinde indim. Taksi tutmak veya otobüse binmek yerine otele yürümeyi tercih ettim. Mesafe harita üzerinde çok uzun görünmüyordu, üstelik hangi otobüse bineceğim konusunda fikrim yoktu. Ancak bir süre sonra hata ettiğimi anladım. Yol yürü yürü bitmiyordu, üstelik otelin tam konumu hakkında çok net bir bilgiye de sahip değildim. Neyse ki nehir kıyısından, parklar arasından geçen yol keyifli bir yürüyüş sunuyordu. Hayatın yavaşladığı, şehirdeki koşuşturmadan uzak bir ortam vardı.
Biraz dönüp dolaştıktan sonra, kaplıca merkezindeki turizm ofisine otelin yerini sordum. Görevli harita üzerinde bana yolu işaretledi. Biraz daha yürüyüp önce dik bir yokuşu tırmandım, sonra da yine dik bir yokuşu indim ve sonunda çıkmaz sokaktaki Hotel Boston’u buldum ama ben de bittim. İngilizce bilmeyen resepsiyonistle, hatırladığım üç-beş kelime Almancamla ve işaret diliyle anlaştıktan sonra odama yerleştim.
Yüz küsur senedir hizmet veren üç yıldızlı Hotel Boston, lüks bir kent olan Karlovy Vary için en hesaplı seçeneklerden biri. Ancak gitmeden önce iyi bir tarif almakta fayda var. Odam gayet temizdi ve yeteri kadar konforluydu. Ara sokakta olduğu için, üst katlarda olmama rağmen manzaram diğer apartmanların üstünden azıcık görünen tepelerden ibaretti.
Yorgunluğumu üzerimden attıktan sonra, akşam yürüyüşü için kendimi Karlovy Vary sokaklarına bıraktım. Ortalık tam kararmadan kenti biraz keşfetmek istiyordum.
İlk durağım, nehrin üzerine kurulmuş ve en büyük kaynak olan Termal Kaynak Kolonadı (Vřídelní kolonáda) oldu. Karlovy Vary’de çeşmeleri kaplayan yapılara kolonad adı veriliyor. Termal Kaynak Kolonadı içlerinde en modern olanı ve merkez kaynak olarak kabul ediliyor. Binanın içinde farklı derecelerde suların aktığı çeşmeler dışında alışveriş merkezi ve hediyelik dükkanları da var.
Termal Kaynak Kolonadı’nın en ilgi çekici yeri Vřídlo, yani “fokurdayan” denilen, sıcak suyu 15m. yükseğe püskürten bir gayzer.
Karlovy Vary’ye özgü porselen maşrapalar, çeşmelerden su içmenin en kabul gören ve keyifli biçimi. Bu maşrapaların özel tasarımı sayesinde, su yudum yudum içiliyor ki salık verilen de bu. Etkili bir kür için suyun belli bir çeşmeden, azar azar içilmesi ve yavaş yavaş yürüyerek sindirilmesi gerekiyor. Kentin her yerinde elinde maşrapayla ağır ağır yürüyen insanları görmek mümkün. Bu da kentin geneline ehli keyif bir hava katıyor. Ayrıca suyun farklı çeşmelerden ve bol bol içilmesi de mide faaliyetlerini artırıyormuş. Sonucunda da insanlar acil tuvalet arayışına girişiyormuş. Neyse ki şehrin pek çok yerinde tuvalet mevcut.
Ben de ilk iş bu maşrapalardan birinden edindim. Gerçi sulardan çok fazla içmeye niyetli değildim, çünkü sağlıklı midelerde ters tepki edip taş yapma riski de varmış. Ama “Roma’da Romalı gibi davranmak” kabilinden ben de iki gün boyunca birkaç çeşmeden suyu tattım. Ama fazla metalik tadı damak zevkime hiç uymadı. Yine de o maşrapalardan su içmek keyifliydi.
Market Kolonadı sadece 5 yıllığına yapılmış, ama 100 yıldan uzun süredir yerinde. Arkasındaki granit kayanın üstündeki Şato Kaplıcası ise 14. yüzyıldan beridir orada. İkisi de çeşitli restorasyonlar geçirmiş.
Merkez kaynağın tam karşısında, zarif ahşap işçiliğiyle dikkat çeken, beyaza boyalı Market Kolonadı (Tržini kolonáda) yer alıyordu. 1883 yılında yapılan bu kolonadın içindeki Karla IV kaynağı kentin en eskisiydi. Hemen arkasındaki yükseltide ise yapımı 1910’lara dayanan Şato Kolonadı’nın (Zámecká kolonáda) yerine kurulan Şato Kaplıcası (Castle Spa) ve Şato Kulesi bulunuyordu. Kökeni Ortaçağ’a uzanan kule, bir zamanlar ufak bir şatonun parçasıymış, ancak 1604’te şato yanınca tek başına kalmış. Şimdilerde hem kaplıca hem de kule daha çok turistlere hizmet veriyor.
Karlovy Vary’ye kendine özgü havasını veren nehir kıyısındaki yüz yıllık binalar.
Nehrin batı kıyısındaki yürüyüşüme devam ettim. Nehrin diğer yakasında kimisi zamanında şehrin önemli şahıslarına ait olan ve onların ismiyle anılan gösterişli binalar yan yana uzanıyordu. İyi bir bakımdan geçmiş, farklı mimari üslupları bir arada toplayan 100–150 yıllık binalar nehir boyuna eklektik bir zarafet, biraz da geçmişten gelen bir züppelik katıyordu. Bir an için redingot, papyon kravat, elimde bir baston, silindir şapkamla bayanları selamlayarak yürümem gerektiği hissine kapıldım. Şehrin havası sadece adımlara değil, tavırlara da bir ağırlık getiriyordu.
Mill Kolonadı ilk yapıldığında eleştirilere yol açsa da bugün Karlovy Vary’nin sembollerinden biri.
Nehrin solunda yer alan Mill (Değirmen) Kolonadı (Mlýnská kolonáda) 100’den fazla sütunuyla bir Yunan tapınağını andırıyordu. Şehirdeki kolonadların en heybetlisi olan Mill Kolonadı, 1871–1881 yılları arasında yapılmış ve çatısı 12 ayı betimleyen heykellerle süslü.
Mill Kolonadı’nı geçince, kaplıcalar bölgesinin merkezinde yer alan Lázně III’ün 1866’da İngiliz neo-Gotik tarzda inşa edilmiş tarihi binasına vardım. Turizm ofisinin de bulunduğu binada, kaplıca ve konaklama hizmetlerinin yanı sıra konserler ve çeşitli etkinlikler de düzenleniyor.
Viyanalı mimarlar tarafından tasarlanan Park Kolonadı süslemeleri ve heykeliyle hem gündüz hem gece çok zarif görünüyor.
Nehrin kıvrım yaptığı yerdeki Antonín Dvořák Parkı’nın içinde, Karlovy Vary’deki kolonadların arasında en beğendiğim Park Kolonadı (Sadová kolonáda) bulunuyordu. Ferforje süslemeleri ve girişindeki sağlık perisi heykeliyle 1881 tarihli bu kolonad, parkın kenarında geçmişten bugüne uzanan bir zarafet yolu gibiydi. Parkta oturup kuşların ötüşünü dinlemek, gelip geçeni izlerken havanın yavaş yavaş karamasını beklemek ve lambaların yanmasıyla ışıkların nehre düşen aksini izlemek bana kaplıcalardan daha dinlendirici ve huzur verici gelmişti.
Gece ışıklandırılan binalar imparatorluk döneminin görkemini yansıtmaya devam ediyor.
Nehrin diğer yakasında yükselen komünist döneme ait olduğu açıkça belli olan büyük Hotel Thermal bloğunu geçtikten sonra nehrin karşı kıyısına yöneldim. Bir süre de bu nehrin sağından yürüyüp Lázně V’in bulunduğu Smetana Parkına vardım. Eskiden Elisabeth Kaplıcası olarak bilinen Lázně V, Çek Cumhuriyeti’nin en büyük kaplıca binası ve içinde halka açık bir yüzme havuzu bulunuyor. Kaplıcanın tam karşısında bulunan Merkez Postanesi de 1900’lerde inşa edilen görkemli bir Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yapısı. Bina kentin ticari bölümü ile kaplıcaları birbirinden ayıran bir köşede yer alıyor.
Postanenin bulunduğu meydanda turlarken güzel bir Çek kızı bana saati sorduktan sonra, ufak bir sohbete başladı. Çeklerin çok vurgulu İngilizcesini bazen anlamak zor oluyordu. Sonunda bir şeyler içme teklifi karşısında tereddüt ettiğimi görünce fazla üstelemeyerek uzaklaştı. Önce teklifini kabul etmediğime pişman olduysam da hiç tanımadığım bir şehirde, belki de bir turist tuzağından paçayı kurtarmıştım. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ama bazen insan merakını tatmin etmek ile güvenli tarafta kalmak arasında seçim yapmak zorunda kalıyor. Ben de yapı itibariyle hep güvenli tarafı seçiyorum.
Otele dönerken bu kez nehrin doğu yakasını tercih ettim ve akşam yemeği için hesaplı bir lokanta aramaya başladım. Karlovy Vary’nin bu bölümü turistik olduğu için hesaplı lokanta bulmak da zordu. Etrafta fast-food lokantası filan da görünmüyordu. Ben de uygun olabileceğini düşündüğüm bir lokantaya girdim. Mantar çorbası, gulaş ve patates topaklarından (knedliky ya da İngilizce dumplings) oluşan akşam yemeğime 290 CK ödedim.
Yemekten sonra hemen otelime döndüm. Kafamda ertesi gün yapacaklarım ve Çek kızını reddetmiş olmanın pişmanlığıyla uykuya daldım.
Ertesi gün Castle Spa’da kaplıca randevum vardı. Seyahatimden önce kendime birkaç kaplıca tedavisini kapsayan bir program rezerve ettirmiştim. Program tüm öğleden sonrasını kaplayacağı için, sabahı verimli geçirmek istiyordum.
İlk olarak şehri tepeden gören Diana Gözetleme Kulesi’ne çıkmayı düşünüyordum. Bu kez nehir kıyısındaki Stará Louka Caddesi’nden aşağıya yürümeye başladım. Birkaç metre yürümüştüm ki gördüğüm bir tabela beni şaşırttı. İki binanın arasındaki dar bir açıklıkta Hotel Boston yazan bir tabela vardı. Aralıktaki merdivenlerden direkt otelin bulunduğu çıkmaz sokağa çıkılıyordu. O zamana kadar boşu boşuna o yokuşları inip çıkmıştım.
Son James Bond filmlerinden birine ev sahipliği yapması Granhotel Pupp’un ününü iyice artırmış.
Çok da üzerinde durmayıp Granhotel Pupp’a doğru yürüdüm. Karlovy Vary’nin en eski ve anıtsal oteli olan Grandhotel Pupp, Teplá Nehri’nin kıvrım yaptığı bir köşede, ihtişamıyla tüm şehri kucaklarcasına 1890’lardan beri hizmet veriyor. Böyle bir otelde asla kalamayacağımı bilsem de en azından kafesinde oturup bir şeyler yudumlamak isterdim. Ama o bile benim bütçemi aşardı.
Çok fazla hayallere dalmadan, otelin arkasında, beni Diana Gözetleme Kulesi’nin (Rozhledna Diana) bulunduğu Dostluk Tepesi’ne çıkartacak fünikülere yürüdüm. Sadece gidiş bileti aldım, çünkü dönüşü yürüyerek yapmaya niyetliydim. Karlovy Vary’nin etrafındaki tepeler trekking yapmayı sevenlere pek çok seçenek sunuyor.
Diana Gözetleme Kulesi, Karlovy Vary’nin etrafındaki dört kuleden bir tanesi.
1913 yılında yapılan kuleye vardığımda etrafta kimsecikler yoktu. Asansörle kulenin tepesine çıktım. Hava biraz puslu olduğu için şehir çok net görünmüyordu, ama Bohemya ormanları şehri çevreleyen tepeler boyunca uzanıp gidiyordu.
4. Karl bu ormanlarda avlanırken peşine düştüğü geyik sayesinde kaynakları keşfetmiş.
Kulenin yanındaki lokantada bir sabah kahvesi almaya niyetlendiysem de henüz lokantanın açılmadığını gördüm. Ben de vakit kaybetmeden ormanın içinden kıvrıla kıvrıla şehre inen yolda yürümeye başladım. Elimdeki rehber mavi işaretli yolun 17 km. sürdüğünü söylüyordu. Bunun çok vakit alacağını biliyordum ama bir taraftan da kuşların ötüşü ve çam ağaçlarının kokusu içinde uzayıp giden yolu bırakıp geri dönmek istemiyordum. Daha kestirme olması ümidiyle ana yolu terk edip bir patikaya saptım. Sabah güneşi, henüz yapraklanmamış dalların arasından parıldıyordu. Patikayı kaplayan sarı yaprakların her adımda çıkardığı hışırtı, dallarda öten kuşların sesiyle birleşiyor ve yürürken dinlediğim Dvořak’ın Slav Dansları melodilerine harika bir fon oluşturuyordu.
Tepelerden aşağı ormanların arasından geçen yollar doğayla baş başa kalma fırsatı veriyor.
Gerçekten bu patika, yolu oldukça kısaltmıştı ve binaların damları ağaçlar arasından belirmeye başlamıştı. Ama benim ormandan ayrılmaya niyetim yoktu ve yine yolumu değiştirdim. Geyiğin Atladığı Yer – Stag’s Leap (Jelení Skok) adlı, şehrin kuruluşu ile özdeşleşen yeri gösteren tabelaları takip etmeye başladım. Bu yolda manzara seyretmek için ideal birkaç kameriye vardı. Karl IV adına yapılmış bir manzara noktasına vardıktan sonra dar patikadan aşağı inmeye başladım. Az sonra kayaların üstünde duran geyik heykelciğini görmüştüm.
Patikayı takip edince az sonra kendimi şehirde, otelime çok yakın bir yerde buldum. Merkeze inip o günkü ikinci durağım olan Moser Müzesi’ne beni götürecek 1 no.lu otobüsü beklemeye başladım. Karlovy Vary’de hemen her noktaya otobüs seferi var ancak güzergâhlar biraz karışık ve seferler çok sık değil.
Şehrin biraz dışında, daha endüstriyel kesimdeki Moser Cam Fabrikası ve Müzesi, Karlovy Vary’ye gelenlerin genellikle ziyaret ettiği noktalardan biri. Adı Karlovy Vary ile özdeşleşen Moser, 1857’de ilk mağazasını, 1893’te de fabrikasını burada açmış. O günden sonra Moser kristalleri Avrupa imparatorlarının sofralarını süslemiş. Bohemya kristalleri dünya çapında bir üne sahip ama Moser, bunların içinde en ünlüsü ve Çeklerin en gurur duyduğu markalarından biri.
Cam müzesinde Moser’in kuruluşundan bugüne ürettiği 2 binden fazla cam eşya sergileniyor ki bunların bazıları gerçekten sanat eseri değerinde. Müzenin galerilerine yerleştirilen LCD ekranlarda Moser’in 150 yıllık tarihçesi, camın üretimi ve işlenişi üzerine videolar gösteriliyor. Bu videoları izleyince Moser kristallerine biçilen pahanın neden yüksek olduğunu ve bu değeri hak ettiklerini anladım.
Açıkçası müze kısmı çok bana hitap etmedi, daha çok tasarımcıların ve bayanların ilgisini çekebilir diye düşündüm. Ancak camın üretildiği atölye kısmına düzenlediğimiz rehberli tur gerçekten ilginçti. Kum tanelerinin binlerce derecelik fırınlarda cama dönüştürülmesi, sonra bunlara şekil verilmesi mucize gibi bir şeydi. Cehennem gibi fırınların önünde, nefese kuvvet cam balonlarına üfleyen ustaların işi hiç kolay değildi. Ama onlar hallerinden memnun görünüyorlardı. Bir taraftan biralarını yudumlayıp sakalaşırken, diğer taraftan büyük bir ustalıkla cama istedikleri şekli veriyorlardı. Ayrıca rehber hanımdan öğrendiğime göre Moser’in tek fabrikası burasıydı.
Atölye turunun ardından mağaza kısmına geçip biraz alışveriş yapmanın zamanı gelmişti. Buralara kadar gelmişken evdekilere Moser’den bir şeyler almadan dönmek olmazdı. Moser mağazasında bilmem kaç parça yemek takımlarından küçük broşlara kadar her keseye uygun envai çeşit cam ürünü sergileniyordu. Üstelik müze ziyaretçilerine de indirim uygulanıyordu. Yine de fiyat beklentisini çok düşük tutmamak da fayda var.
Fabrikadan ayrılmam öğleyi bulmuştu. Kaplıcadaki randevuma çok zamanım kalmamıştı. Hemen şehre dönüp bir şeyler atıştırdıktan sonra, otelden eşyalarımı alıp kaplıcaya gitmeyi planlıyordum. Ama Karlovy Vary otobüs teşkilatının benim planlarıma aldırdığı yoktu. Durağa vardığımda bir sonraki otobüse 45 dakika olduğunu gördüm. O duraktan şehre giden başka otobüs yoktu ve etrafta taksi filan da görünmüyordu. Çaresiz beklemeye başladım. Beklerken de öğle yemeği niyetine yanımdaki bisküvileri yedim.
Şehre varınca aceleyle otele dönüp eşyalarımı aldım. Neyse ki Şato Kaplıcası (Castle Spa) otele çok yakındı. Tam saatinde randevuma yetiştim. Carslbad Plaza adlı otele bağlı, kuruluşu 1910’lara dayanan Şato Kaplıcası, Karlovy Vary’deki en köklü tesislerden biri. Şu anda çeşitli doğal tedavi teknikleri ve modern cihazlarla hizmet veriyor. Benim seçtiğim, toplam 4 saatlik kaplıca kürüne klasik masaj, termo-mineral banyo, oksijen terapisi ve nefes açıcı ultrason solunumu dahildi (1690 CK). Muhtemelen ödediğim paraya, bizim memlekette o kürlerin ancak bir ya da ikisini alabilirdim. 15-20 dakikalık terapilerle, aralarda ana havuza girerek 4 saatin çoğunu tamamladım. Sonuçta bir faydası dokundu mu? Pek emin değilim. Evet, Prag’da geçirdiğim yoğun 3 günün ardından, beni oradan oraya taşımaktan bitap düşen bacaklarım biraz huzura kavuşmuştu. Ama bunun nedeni kaplıcanın şifalı sularından ya da masajdan çok, günün yarısını hiçbir şey yapmadan geçirmemdi. Uzun zamandır ağrıyan belimde veya her daim tıkalı olan genzimde mucizevi bir iyileşme hissetmemiştim.
Son tahlilde; ülkemizde her tür hastalığa derman olan, çeşit çeşit kaplıca merkezi, birbirinden şifalı kaynak suları varken, kaplıca diye kalkıp Karlovy Vary’ye gelmek abes. Denizli, Sivas, binlerce yıllık şifa merkezi Bergama ve Anadolu’nun hemen her yerindeki kaplıcalar, Karlovy Vary’yle kıyas bile kabul etmez. Ama doğru bir tanıtım ve modern bir hizmet anlayışı gerekiyor. Karlovy Vary ise unvanını bu sayede koruyor zaten.
Dört saati doldurmadan (ki saati geçirirsem ekstra ücret alıyorlardı), akşam 7’ye doğru Şato Kaplıcası’nı terk ettiğimde kötü bir sürprizle karşılaştım. Saatlerdir o banyo senin bu havuz benim suda kalmaktan kurbağaya dönmek üzereydim. Üstüne üstlük bir de yağmur başlamıştı. Aksi gibi “ne olur, ne olmaz” diye günlerdir yanımda taşıdığım şemsiyeyi o gün almamıştım.
Kendimi Termal Kaynak Kolonadı’nın ılık ve nemli ortamına attım. Dışarısı pek sıcak değildi, ben de henüz tam kurumamıştım. Şifa bulmaya geldiğim yerde şifayı kapmak istemiyordum. Hazır oradayken Karlovy Vary’ye özgü “oplatky”nin tadına bakmak istedim. Aslında bizdeki kağıt helvadan bir farkı yoktu. Sadece daha inceydi ve çikolata, vanilya, çilek gibi farklı çeşitleri vardı. Boy boy oplatky’ler ideal bir hediyelik çeşidiydi.
Termal Kaynak Kolonadı’ndaki çeşmelerden farklı sıcaklıklardaki mineral suyun tadına bakılabilir.
Yağmur biraz hafifleyince, dışarı çıktım ve akşam yemeği için bir yer bakınmaya başladım. Otelin civarında hesaplı olduğunu düşündüğüm yerler erkenden kapanmıştı. Yağmur birden hızlanınca, iyice ıslandım ve otelin alt sokağındaki meşhur U Šveka Lokantası’na kapağı attım. İsmini ünlü roman karakteri Aslan Asker Şvayk’tan alan bu lokantanın asıl şubesi, Prag’da kaldığım otelin yan sokağındaydı. Şvayk’ın yazarı Jaroslav Hašek’in Prag’da sık gittiği bir lokantaymış. Gerçi Svayk figürünü Bohemya’daki pek çok lokantanın tabelasında bulmak mümkün. Ama Karlovy Vary’ye gelenler, lokantanın önünde tekerlekli iskemlesinde oturan Şvayk’ın kuklasıyla fotoğraf çektirmeden de geçmiyorlar.
Lokantaya girer girmez sipariş vermeden, lavaboya gidip güzelce bir kurulandım. Menüye baktığımda fiyatların pek ucuz olmadığını gördüm, ama Çek spesiyalitelerini yemek ve Çek biralarından içmek için iyi bir mekandı. Benim tercihim ızgarada pişmiş, kayısılı, krema soslu tavuk ile yanında sauerkraut yani lahana turşusu oldu. Yemek lezzetliydi ama pek hesaplı sayılmazdı (300 CK). Lokantadaki ağır yağ kokusu da tüm giysilerime sindi. Bu koku yemek yediğim veya önünden geçtiği çoğu lokantada burnuma takılmıştı. Sanırım sıkça tüketilen domuz eti veya domuz yağından kaynaklanıyordu.
Lokantadan çıktığımda yağmur hafiflemişti ama riske girmeyip otele döndüm. Sonuçta Karlovy Vary’nin günübirlik seyahatler veya tek gecelik konaklamalar için ideal bir nokta olduğuna karar verdim. Kaplıca kürü çok fayda sağlamamıştı, ama bu köklü şehri tanımak, geçen yüzyılın havasını solumak ve Bohemya ormanlarında yürüyüş yapmak iyi gelmişti.
27 Mart 2010, Cumartesi
Prag’a dönüş
Otelden ayrılmadan önce ziyaret etmek istediğim bir-iki yer kalmıştı. Bunlardan birisi Karlovy Vary Uluslararası Film Festivalinin düzenlendiği Şehir Tiyatrosu (Městské divadlo v Karlovŷch Varech) idi. Nehrin doğu yakasında kalan bu güzel bina her yıl temmuz ayında dünyanın her yerinden ünlü sinemacıları konuk ediyor. İç dekorasyonu da dışı kadar süslü olan tiyatronun perdesi Gustav Klimt tarafından boyanmış. Ne yazık ki henüz açılmadığı için içeriye giremedim.
1884–1886 yılları arasında inşa edilen Şehir Tiyatrosu, Viyanalı mimarlar Ferdinand Fellner ile Hermann Helmer’in eseri.
Nehrin o yakasından devam edip hafif bir yükseltiye kurulmuş St. Maria Magdalena Kilisesi’ne (Kostel Sveti Maří Madaléná) tırmandım. 18. yüzyıl Barok mimarisinin güzel bir örneği olan kilise, özellikle altarındaki resimle dikkat çekiyor. Şehre koruyucu bir edayla tepeden bakan kilise, fazla uzaklaşmadan Karlovy Vary’yi ve içinden akan Teplá Nehri’ni biraz yüksekten görmek için ideal bir konumda duruyor.
Son olarak yine Karlovy Vary’nin mamullerinden olan Becherovka likörü aldım. 200 yıl önce Josef Becher adlı bir eczacı tarafından icat edilen bu tıbbi tonik, tarçın, anason ve 32 farklı bitki ile imal ediliyor. Açıkçası her damak zevkine uymayabilir, ancak boğazı temizlediği ve insanı şöyle bir kendine getirdiği de kesin.
Otelden ayrıldıktan sonra, otobüs durağına yollandım. Bu arada yine hızlı bir yağmur başladı. Karlovy Vary’de otobüslerden yana hiç şansım yoktu. Ana terminale gidecek otobüsün gelmesine 20 dakika kadar vardı. Mecburen bekledim. Şehirlerarası otobüsler yolcuları Tržnice terminalinde indirmesine rağmen buradan almıyorlardı, mutlaka biraz daha ilerideki ana terminale gitmek zorundaydım.
Neyse ki Prag’a giden ilk Student Agency otobüsünde yer buldum. Yine sakin ve konforlu bir yolculuktan sonra öğle üzeri Prag’a vardım.
Otobüs terminalinin biraz kuzeyindeki Petrská Sokağı’nda bulunan Hotel & Apartments Susa-Due’ye yürüdüm. Karlovy Vary’ye gitmeden önce resepsiyona bıraktığım bavulumu alıp odama çıktım. Bu sefer odam oldukça konforlu ve genişti. Apart otel olduğu için mikrodalga fırını, tabak çanağı ve dolu bir buzdolabı olan ufak bir mutfağı bile vardı. Tek eksiği manzarasıydı. Oda apartman boşluğuna bakıyordu. Ama tüm Prag seyahati içinde kaldığım en iyi otel olduğunu söyleyebilirim. Üstelik otel elemanları da oldukça yardımseverdi.
Odaya yerleştikten sonra Prag turuma kaldığım yerden devam etmek için dışarı çıktım. O akşam için herhangi bir plan yapmamıştım. Önce otele birkaç dakikalık yürüyüş mesafesindeki Republiky Meydanı’na, oradan da Eski Şehir Meydanı’na yürüdüm. Hafif hafif yağmur çiseliyordu. Prag’da iken görmek istediğim gösterilerden biri de kukla tiyatrosuydu. Bunların en ünlüsü Karlova Caddesi’ndeki Marionette Tiyatrosu’ndaki Don Giovanni gösterisiydi. Gerçi pek çok yerde bu gösterinin fazlasıyla turistik olduğu yazıyordu. Diğer yerlerdeki gösteriler ise daha çok çocuklar içindi. Zaten bilet gişesindeki görevli de bilgi verme konusunda yetersizdi. Ben de fazla düşünmeden Don Giovanni’ye bir bilet aldım.
Çek kukla tiyatrosu dünya çapında bir üne sahip. Ancak Don Giovanni ne yazık ki en iyi örneklerinden biri değil.
Gerçekten de salonda Çek kukla tiyatrosunu görmeye gelmiş turistler çoğunluktaydı. Bir saatten biraz uzun süren gösteri, ödenen ücrete (590 CK) kıyasla çok tatmin edici değildi. Kuklalar ve dekorlar biraz yıpranmıştı. Oyunculuk (!) da sıradandı. Çok beklediğim gibi çıkmadı ama yine de dünyaca Çek kukla tiyatrosunun bir örneğini görmüştüm.
Tiyatrodan çıktığımda hava kararmıştı. Yağmurun ıslattığı Arnavut kaldırımları, sokak lambalarının ve vitrinlerin ışığında renkten renge giriyordu. Tüm turist kalabalığına rağmen sokaklar sanki o eski casusluk filmlerindeki havaya girmişti. Kâh ara sokaklarda kâh revaklı kaldırımlarda bir müddet dolaşıp peşimdeki hayali ajanları atlattıktan sonra, akşamın geri kalanında ne yapacağıma karar vermeye çalıştım.
Prag’daki pek çok kilisede hemen her gece bir klasik müzik konseri düzenleniyor ve bu konserler yardım amaçlı olduğu için ucuz oluyor. Kiliselerin önünden geçerken insanlar elinize o akşamki konserin ilanını tutuşturuyorlar. Ben de yakındaki St. Giles Kilisesi’ndeki org konserine gitmeye karar verdim.
Kilisenin kapısının önünden biletimi aldıktan sonra akşam yemeği için sokakları dolaşırken gördüğüm bir dönerciye girdim. Döner, Avrupa’da bizden farklı olarak çeşitli salata malzemesiyle ve soslarla yenebiliyor. Ancak anladığım kadarıyla her sos ekstra ücrete dahil. Ben tavuk dönerimi mümkün olduğunca sade aldım (meşrubat dahil 190 CK). Ayrıca bazı yerlerde döner “gyros” diye satılıyor. Hatta birkaç mekanda “hakiki Yunan gyros”u yazısını görünce Yunanlıların dönere de ortak çıktığını anladım. Yakında İstanbul’daki lokantalarda da “gyros” yazısını görürsem şaşırmam.
Konserin verileceği St. Giles Kilisesi (Kostel sv. Jiljí) yaklaşık 650 yaşında. Romanesk sütunları, Gotik pencereleri ve Barok süslemeleriyle farklı dönemler arasında gezinmeye imkan tanıyan bir kilise.
Böyle bir ortamda konser dinlemenin çok hoş olacağını düşünüyordum ki konserin ana salonda değil, yandaki ufak şapelde verileceğini öğrendim. Bu durum tüm izleyicilerde hayal kırıklığı yarattı. Büyük bir kilise orgu beklerken, ufak bir orgla yarı profesyonel sanatçıların verdiği konser beklentileri pek karşılamamıştı. Gerçi üç müzisyen de fena değildi. Özellikle soprano oldukça başarılıydı.
Golem’in evi olan Eski-Yeni Sinagog geceleyin daha da gizemli bir havaya bürünüyor.
Konser bittiğinde otele dönmek için henüz erkendi. Ben de Prag sokaklarının gece havasını solumak için dolaşmaya karar verdim. Önce Josefov’a gittim. Yahudi Mahallesi sessiz ve biraz ürkütücüydü, özellikle mezarlığın etrafı. Ancak gizemli havası beni etkilemişti.
Prag’da gece manzarası bir başka güzel. Işıklandırmanın buna çok şey kattığını söylemek yanlış olmaz.
Nehir kıyısı ise ışıl ışıldı. Başta kale olmak üzere nehir boyundaki binalar aydınlatılmıştı. Karel köprüsü ise gündüz olduğu gibi gece de ziyaretçilerle doluydu. Yeterince gece havası aldığıma ve fotoğraf çektiğime kanaat getirince, otele döndüm.
28 Mart 2010, Pazar
Prag’da değişen zaman
Sabah uyanığımda beklenmedik bir sürprizle karşılaştım. Telefonla konuşurken annem, yaz saatine geçildiğini hatırlattı. Bu da bana otomatik olarak bir saat kaybettirdi. O bir saat günlük programımı büyük miktarda etkileyecekti.
Sabah ilk işim Siyah Madonnalı Ev’de (Dům U Černé Matky Boží) bulunan Çek Kübizm Müzesi’ni (Muzeum Českého kubismu) gezmek oldu. Köşesinde siyah bir Madonna heykeli olan bu ev, 1911-1912’de Josef Gočár tarafından inşa edilen Prag’ın ilk kübist binası. Müzenin içinde 20. yüzyılın başında oldukça etkili olan bu sanat akımının Çek ülkesine yansımaları ve Çek sanatçıların bu akımı nasıl etkilediklerini görmek mümkün. Resim ve heykelin yanı sıra mimari ve tasarım alanında verilmiş eserler de müzede sergileniyor. Emil Filla, Otto Gutfreund, Bohumil Kubista, Josef Gočár gibi kübist sanatçıların özellikle Afrika masklarından ve fetişlerden ilhamla nasıl eserler verdikleri görülebiliyor.
Bir sonraki durağım ise çok görmek istediği Komünizm Müzesi (Muzeum komunismu) oldu. Na Příkopě Caddesi üzerindeki bu müzenin broşüründe ilginç bir adres tarifi var: McDonald’s’ın üstü, kumarhanenin yanı… Bu tarif bile müzenin, Çekoslovakya’daki komünist dönemi lanetlemek için kurulduğunu anlatmaya yeterli. Zaten müzenin sloganı da “Hayal, gerçek ve kabus”.
Komünizm Müzesi’nde 1950’lere ait dükkan, sınıf, atölye ve sorgu odası gibi mekanlar yeniden canlandırılmış.
Müzede, 2. Dünya Savaşı’ndan başlayarak Çekoslovakya’nın güncel bir tarihçesi veriliyor. Savaş sonrasında komünizm idealiyle atılım bekleyen ülkenin nasıl hayal kırıklığına uğradığı ve baskı rejiminin insanların yaşamını nasıl kabusa çevirdiği belgelerle ve enstalasyonlarla gösteriyor. Ayrıca Kadife Devrim’i belgeleyen bir video gösterimi de var. Müzeyi gezerken iki yıl önce Havana’da gördüğüm Devrim Müzesi ile burayı kıyasladım. Küba’da ülkeyi özgürleştiren, eğitimde, sosyal hayatta, sağlıkta ve ekonomide atılım yapmayı sağlayan komünizm – tabii fazlasıyla devlet yanlısı olarak – yüceltilirken, burada aynı yıllarda yaşanan politik baskı, ekonomik yoksunluklar, insanların fişlenmesi ve sürekli şüphe içinde yaşanması bir ulusun kabusu olarak lanetleniyordu. Bence politik görüşü ne olursa olsun, politik bilince sahip herkesin ziyaret etmesi gereken bir müzeydi.
Kısa bir öğle yemeği molasının ve Na Příkopě Caddesi ile Venceslas Meydanı’nın kesiştiği köşedeki Bontonland müzik mağazasında alışverişin ardından metro ve tramvay yoluyla Strahov Manastırı’na yollandım.
Hradčany semtinin kenarında bir tepenin üstünden şehri izleyen Strahov Manastırı (Strahovský klášter) 1140 yılında Vladislav II tarafından kurulmuş ve tamamlanması 17.-18. yüzyılları bulmuş. Komünist hükümetçe kapatılan manastır, 1990 yılından beri tekrar manastır ve müze olarak hizmet veriyor. Manastırın geniş avlusunun merkezinde, süslemeleriyle dikkat çeken Kutsal Meryem Ana Kilisesi (Kostel Nanebevzetí Panny Marie) yer alıyor. Mozart’ın ziyareti sırasında buradaki orgu çaldığı söyleniyor, ancak kilise kapalı olduğundan ben içini gezemedim.
Ülkenin en büyük manastır kütüphanesi olan Strahov Kütüphanesi’nde yüzlerce yıllık el yazmaları fresklerle süslü salonlarda saklanıyor.
Kiliseye bitişik binada ise manastırın en çok ilgi çeken bölümü olan Strahov Kütüphanesi (Strahovská knihovna) bulunuyor. Kütüphane içinde 3 bini el yazması, 2 bini orijinal baskı, 130 bin cilt bulunuyor. Ayrıca keşişlerin zaman içinde biriktirdikleri ilginç bir doldurulmuş hayvan sergisi de var ki aralarında bugün soyu tükenmiş türler de bulunuyor. Ne yazık ki kütüphane de restorasyonda olduğu için büyük bir kısmını gezemedim.
Manastır içindeki diğer bölümleri arasında freskleriyle, altın varaklı oymalarıyla dikkat çeken Felsefe Salonu ve Teoloji Salonu ile adı üstünde minyatür eşyaların sergilendiği Minyatür Müzesi de yer alıyor. Ancak zaman darlığından buraları gezemedim. Bunlar yerine Bohemyalı sanatçılara ait dinsel tabloların sergilendiği Strahov Galerisi’ne (Strahovská obrazárna) zaman ayırdım. Buradaki resimlerde şu dikkatimi çekti: Türkleri ya da Müslümanları yenen komutanlar aziz gibi gösterilmişti. Doğu-Batı, İslam-Hıristiyan çatışması ne yazık ki yüzyıllardır sanata kadar köklerini uzatmıştı ve birkaç politik-ekonomik anlaşmayla çözüme ulaşması imkansızdı.
Yaz saatine geçilmesi bütün programımı etkilemişti. Kaybım sadece bir saatti ama bana etkisi daha büyük olmuştu. O akşam operaya biletim vardı ve zamanım giderek azalıyordu. Geldiğim yoldan geri dönmek yerine, Strahov Manastırı’ndan aşağıya, Petrin Tepesi’nin kıyısındaki parklardan geçerek önce Malá Strana’ya, oradan da tramvay ve metro ile otele vardım. Fazla oyalanmadan üstüme operaya uygun kıyafetler giyip hızla dışarı çıktım.
Petrin Tepesi çevresindeki parklar hem yeşille baş başa olmak hem de şehrin manzarasının tadını çıkarmak için birebir.
Hoffman’ın Masalları’nı izleyeceğim Ulusal Tiyatro’ya (Národní divadlo) vardığımda yemek yiyecek vakit kalmamıştı. Çıkınca bir şeyler yerim nasılsa diye fuayedeki büfeden pretzel ve meyve suyu alıp alelacele açlığımı bastırdım.
Ulusal Tiyatro’nun fuayesine şıklık hakimdi. Beyler de bayanlar da bir zarafet yarışına girmiş gibiydiler, üstelik azımsanmayacak sayıda yabancı da vardı aralarında. Yanımda ceket ve kumaş pantolon getirdiğime pişman olmadım doğrusu.
130 yıllık tiyatro binasının içi opera keyfinden fazlasını vaat ediyordu. Duvarlardaki ve tavanlardaki freskler, altın varaklı localar, kadife koltuklar, büyük avizeler, sahne, perde… Tüm mekan klasik bir opera gecesi için eşsiz bir atmosfer sunuyordu.
Prag’da iken yapılacak en iyi şeylerden biri Ulusal Tiyatro’nun klasik atmosferinde güzel bir oyun seyretmek.
Gösterinin kendisine gelince; uzun zamandır bu kadar güzel sahnelenmiş bir opera seyretmemiştim. Oyuncular ve orkestra mükemmeldi. Sahne tasarımına ise gerçekten özenilmişti ve koca sahnenin her köşesi değerlendirilmişti. 3 saat süren eşsiz bir gösterinin sonunda opera binası alkışlarla inliyordu.
Operadan çıktığımda saat gecenin 11’iydi. Evet, aralarda yediğim birkaç pretzel ve gofret dışında akşam yemeği yiyememiştim. Ama müthiş bir opera ziyafetiyle midem yerine, ruhumu doyurmuştum.
29 Mart 2010, Pazartesi
Prag’ın yeşil köşeleri
Seyahatimin sonlarına yaklaşırken Prag’da görmek ve yapmak istediklerimin çoğunu gerçekleştirmiştim. O nedenle Prag’dan biraz uzaklaşıp küçük bir Ortaçağ kasabası olan Český Krumlov’u görmeye niyetlendim. Ancak Prag’ın beni bırakmaya niyeti yoktu.
Florenc’deki otobüs terminaline vardığımda Český Krumlov’a giden sabah otobüslerinde hiç yer kalmadığını öğrendim. Çok sık otobüs seferi düzenlenmiyordu, günün yarısını da otobüs bekleyerek kaybetmek istemiyordum. Prag’da günübirlik turlar düzenleyen birkaç turizm acentesinin de o gün Český Krumlov’a turu olmadığını öğrenince seyahatten vazgeçtim. En azından o gün için…
Ben de son gün yapmayı planladıklarımı o güne aldım. Prag’da o sabah kapalı, yağmurlu bir hava vardı. Ancak bu şehre kasvet vermekten çok, farklı bir ruh ve doğallık katmıştı. Ben de fotoğraf makinemi siyah-beyaz çekime ayarladım ve bulutlarla gölgelenen şehrin ruhunu yakalamaya çalıştım.
Şehrin iki yakasını birbirine bağlayan köprüler ulaşıma olduğu kadar, manzaraya da hizmet ediyor.
İlk olarak tramvaya atlayıp Vltava Nehri’nin kuzeyindeki Letná Parkı’na (Letenské Sady) gittim. Bir tepenin üzerine kurulmuş olan park eski şehri ve Vltava üzerindeki köprüleri görmek için ideal bir nokta.
Čechův Köprüsü’nde tramvaydan inip parka çıkan merdivenleri tırmandığımda karşıma devasa bir metronom çıktı. Daha önce kaidenin üstünde dev bir Stalin heykeli dururken, 1962’de heykel yıkılmış, Kadife Devrim’den sonra ise buraya devasa bir metronom yerleştirilmiş. Gerçi ilk bakışta sondaj aletine benzettiğim bu metronomu görünce garipsedim. Zamanın neredeyse durduğu bir şehir olan Prag’da zamanın geçişini simgeleyen bir metronom oldukça ilginçti.
Prag sadece tarihi binalardan ibaret değil. Merkezin etrafındaki bölgelerde, özellikle komünizm döneminde inşa edilmiş bloklar göze çarpıyor.
Parkın diğer tarafında ise komünist dönemde inşa edilmiş apartman bloklarıyla daha modern bir Prag başlıyordu. Hatta Sparta Prag’ın stadyumu da parkın diğer yanında yer alıyordu.
Parkta köpeğini gezdiren, yürüyüş yapan, spor yapan insanlar vardı. Yağmurun ıslattığı ağaçlıklı yürüyüş yolları, taze çimen kokusu, merkezdeki gürültü ve turistik koşturmacanın yerini alan sakinlik, huzur verici bir sabah yürüyüşü yapmamı sağladı.
Parktan ayrılıp nehir kıyısından yürüyerek, Malá Strana’da, Karel Köprüsü’nün hemen altındaki Kampa Adası’na ulaştım. Burası da Letná Parkı gibi, ufak meydanı, renk renk boyalı binaları, sakin sokakları ve parkıyla Prag’ın huzur verici noktalarından biriydi. Belki de yağan yağmur şehrin tamamına huzur ve dinginlik getirmişti.
17. yüzyılda çanak-çömlek pazarıyla tanınan Kampa Adası, şimdi Prag'ın içinde ufak bir kasabayı andırıyor.
Kampa Adası’nda grafittiler ile boyanmış John Lennon Duvarı komünist rejim döneminde gençlerin uğrak noktasıymış. Adayı karadan ayıran dar kanalın üzerine kurulmuş su değirmenleri ise hoş bir manzara sunuyor.
Adadan ana karaya geçip Malta Meydanı’na (Maltézské náměstí) gittim. Adını Malta şövalyelerinden alan bu küçük meydanda eski bir manastırın parçası olan Zincirlerin Altındaki Meryem Ana Kilisesi (Kostel Panny Marie pod řetežem) ve şimdi elçilik olarak kullanılan Barok döneme ait birkaç saray dışında görmeye değer pek bir şey yoktu.
Bir süre ara sokaklarda dolaştıktan sonra Újezd Caddesi’ne çıkıp, Hıristiyanlar için önemli bir hac mekanı da olan Muzaffer Meryem Anamız Kilisesi’ne (Kostel Panny Marie Vítězné) girdim. Erken Barok döneme ait bu kilisenin içinde turistlerin en ilgisini çeken şey, Prag’ın Çocuk İsa’sı (Infant Jesus of Prague – Pražské Jezulátko) denen balmumu heykel. 1628 yılında İspanya’dan getirilen bu 47 cm.lik heykelin mucizeler yarattığına inanılıyor.
Öğle yemeğini yemek üzere, kilisenin yakınındaki popüler fırın-pastane Bohemian Bagel’e girdim. Burası Prag’da ucuz ve lezzetli bagel’ler yiyebileceğiniz bir mekan. Kablosuz internet de bulunuyor. Ben bagel ve portakal suyuna 96 CK ödedim, yanıma da yolluk birkaç çikolatalı kurabiye aldım.
Çok geniş bir alana yayılan Petrin Parkı'nın içinde Gözlem Kulesi, Açlık Duvarı, Aynalar Galerisi ve çeşitli kiliseler de var.
Karnımı doyurduktan sonra yediklerimi hazmetmek için yolun karşısındaki Petřín Tepesi’ni (Petřínske Sady) gezmek istedim. 318 metre yüksekliğindeki Petřín Tepesi, birkaç parkın iç içe geçtiği, Prag’ın en büyük yeşil alanlarından biri. En tepede 1891’deki Prag Endüstri Sergisi için yapılan, Eiffel kulesini hatırlatan bir gözlem kulesi var. Parkın alt tarafında yer alan bir füniküler ile buraya çıkmak mümkün. Ancak füniküler bakımda olduğundan tek çare kıvrıla kıvrıla tepeye çıkan yolları kullanmaktı. Onun yerine biraz dolaşıp parkın diğer tarafından tekrar yola indim.
Karşıma Ulusal Müzik Müzesi (Ceské Muzeum Hudby) çıktı. Gelmişken burayı da göreyim, dedim. Bin metrekarelik bir alanda Ortaçağ’dan günümüze pek çok müzik aleti sergileniyordu. Aralarında Bohemya’ya özgü olanlar da vardı. Ayrıca kulaklıklardan bu müzik aletleriyle çalınan melodileri dinlemek mümkündü.
Malá Strana’dan ayrılmadan önce Karel Köprüsü’nün yakınındaki kukla atölyesi Truhlar Marionety’ye uğradım. Boy boy kukla arasından küçük yeğenim için bir seçim yapmak kolay olmadı. Biraz büyükçe ve kaliteli olanlar çok pahalıydı, ucuzlar ise fazla sıradan görünüyorlardı. Sonunda bütçeme ve yeğenime uygun bir tane seçip dükkandan ayrıldım.
Boy boy, çeşit çeşit kuklalar hem küçüklerin hem büyüklerin hoşuna gidebilecek bir hediyelik.
Artık gezimin sonuna yaklaştığım için sürekli ertelediğim hediyelik alışverişinin zamanı gelmişti. Köprüyü geçip Nerudova Sokağı’na saptım. Burada bir sürü hediyelik eşya mağazası bulunuyordu. Biraz buradan, biraz da Eski Şehir Meydanı’ndaki stantlardan ufak tefek bir şeyler aldım.
Bu arada bir porsiyon bramboraky’nin tadına bakmayı da ihmal etmedim (50 CK). Patatesten yapılan bir tür mücver olan bu yemek de diğer sokak yemekleri gibi aşırı yağlıydı. Parkta oturup tüm bramboraky’leri yediğimde kolesterol seviyemin de tavan yaptığını hissetmiştim.
Otelime dönüp biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için dışarı çıktım. Yemekten sonra siyah ışık tiyatrolarından (Black Light Theatre) birine gitmeyi planlıyordum. Prag’da oldukça popüler olan bu tiyatrolar temelde pandomimle dansı birleştiren bir gösteri. Özelliği, dansçıların tamamen karartılmış bir sahnede fosforlu kostümlerle dans etmesi. Prag’da 5-6 tane siyah ışık tiyatrosu var. En iyisi Ulusal Tiyatro’ya bağlı Laterna Magika’nın gösterisi olduğu söyleniyor, ancak o akşam programları yoktu.
Dušní Sokağı’ndaki Pizza Rugantino’da dalgınlıkla verdiğim sipariş sonucu kuşkonmazlı bir pizzayı (240 CK) alelacele yedikten sonra, yine aceleyle Pařížská Caddesi’ndeki Image Theatre’a gittim. Neyse ki gösteri henüz başlamamıştı. Afrikania adlı, Afrika temalı bir oyun sergileniyordu. Işık ve dans gösterilerinin arasında mizahi pandomim gösterileri serpiştirilmişti. Mizah tarzı fazla klasik ve yavandı, ama dans ve ışık gösterileri bana değişik geldi. Sonuçta Prag’a gelmişken bu gösterilerden birini seçip izlemek de iyi bir fikir.
Büyüleyici bir Prag manzarası için, üşenmeyip geceleyin de Kale'ye çıkmalı.
Gösteri erken bitince yine kendimi Prag sokaklarına vurdum. Yürüye yürüye Hradčany’ye, Kale’ye kadar çıktım. Prag ışıl ışıl parlıyordu. Gökyüzünde dolunay vardı, hava serindi, sokaklar tenhaydı. Kulağımda Üçüncü Adam filminin müziği “Harry Lime Theme” vardı ve o gece Prag tüm gizemiyle beni büyülemişti.
30 Mart 2010, Salı
Masal diyarı Český Krumlov
Bir gün önce gerçekleştiremediğim Český Krumlov yolculuğunu o gün yapmaya kararlıydım. İşimi şansa bırakmamak için bir gün önceden biletimi almıştım. Paket turlardan birine katılmaktansa yine kendi başıma gidip dönmeyi tercih etmiştim. Böyle yaparak daha ucuza getireceğimi düşünüyordum. (Nitekim günübirlik turlar 1500 CK’den başlarken, ben 800 CK civarında bir harcama yaptım.)
Bu kez gidiş biletimi Student Agency dışında bir otobüs şirketinden aldım. Çünkü kalkış saati bana daha uyuyordu. Dönüş içinse Student Agency’nin otobüsü uygun görünüyordu. Garanti olsun diye dönüş biletini de Prag’dan aldım.
Český Krumlov’un farklı coğrafyası en iyi harita üzerinde anlaşılıyor.
Çek Cumhuriyeti’nin güneyindeki Český Krumlov’a varmak yaklaşık üç saat sürüyordu. Yol genelde düz arazide uzayıp gidiyordu. Bazen Vltava Nehri kıyısından, bazen ormanların arasından geçiyordu. Smetana’nın “Vatanım” senfonik şiirindeki parçalardan birine adını veren sanayi şehri Tábor’dan geçtik. Daha sonra yine ziyaret edilmesi tavsiye edilen, güney Bohemya’nın büyük şehirlerinden České Budějovice’ye vardık. 13. yüzyıla tarihlenen bu şehir özellikle Budweiser biralarına ismini vermesiyle ünlüydü. İlk başta buraya gelmeyi düşünmüştüm, ama kararımı değiştirdiğime sevindim. Otobüs fabrikaların ve soğuk görünüşlü binaların arasından geçtikçe, fazlasıyla endüstriyel bir şehir izlenimi edindim. Belki şehrin eski bölümü daha görülmeye değerdi.
Kent daha karşıdan sizi masal atmosferine girmeye davet ediyor.
Vltava Nehri’nin keskin kıvrımlar yaptığı bir vadide, bu kıvrımlar arasında kalan yarımadalar üzerine kurulan Český Krumlov’daki ilk yerleşimler Neolitik döneme kadar gidiyor. Ama tarihte adının geçmesi 1200’lerin ortalarını buluyor. 1300’lerin başından 1620’lere kadar şehri Rožmberk Ailesi yönetiyor. Şehrin kale, kilise, manastır gibi belli başlı binaları da bu dönemde inşa ediliyor. 18. yüzyılın ilk yarısında Schwarzenberg Ailesi kontrolü ele geçiriyor. Bu dönemde kentin görünümüne barok mimari hakim oluyor. 20. yüzyılın başında şehir biraz gözden düşüyor. 1963 yılında kent koruma altına alınıyor ve 1992’de UNESCO Dünya Mirası’na dahil oluyor.
Český Krumlov’daki binaların süslü cepheleri ziyaretçileri hayran bırakıyor.
Český Krumlov’un biraz dışındaki otobüs terminaline vardığımda saat 11’di. Terminaldeki haritaya bakarak yönümü tayin ettikten sonra, şehir merkezine doğru yürümeye başladım. Şehrin girişindeki tepeden baktığımda şatosu, kilisesi, kırmızı damlı evleri ve içinden akan nehriyle tam bir masal kenti gördüm. Şehrin sokaklarında yürürken bu masal atmosferinin her yere sindiğini hissettim. Her an bir kapı açılıp “Yedisini birden öldürdüm” diye bağıran bir terzi sokağa fırlayacak gibiydi. Ya da eski bir evin önünde zavallı Külkedisi’ni çamaşırları asarken görmek şaşırtıcı olmazdı.
Şehirdeki ilk durağım St. Vitus Kilisesi (Kostel Sv. Víta) oldu. 15. yüzyıla tarihlenen Gotik kilise, aynı yüzyıldan kalma freskleriyle dikkat çekiyordu. Dar sokaklardan yokuş aşağı inerek eski belediye binasının ve 1716’da dikilen Marian Veba Sütunu’nun (Mariánský sloupek) bulunduğu Eski şehir meydanı Náměstí Svornosti’ye indim. Meydana açılan sokaklarda ve meydanda cephesi sgraffitolarla, stukolarla ve duvar resimleriyle süslenmiş binalar vardı. Belki de Český Krumlov sgraffitoların bu kadar fazla sayıda olduğu ender kentlerden biriydi.
54 numaralı ev Rönesans dönemi duvar resimlerini korumaya devam ediyor.
Kentin iki yakasını birleştiren ahşap Berberin Köprüsü’nü (Lazebnický most) geçip şatoya giden merdivenlerini tırmanmaya başladım. Krumlov Şatosu, Prag Kalesi’nden sonra Çek Cumhuriyeti’ndeki ikinci büyük şatoydu. Şatonun Kızıl Kapı girişinin ilerisindeki hendekte şatoyu koruyan iki tane ayı vardı. Gerçi sıkıntılı bir halde sağa sola gitmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Şatonun ikinci avlusunda 1590 yılında Bartholomew Beránek tarafından boyanmış olan Yuvarlak Kule’ye çıktım. Bizde olsa kırmızı cephesiyle “kızıl kule” veya “kanlı kule” adını alabilecek kulenin tepesine zahmetli bir tırmanıştan sonra, Český Krumlov’un benzersiz manzarasına kuşbakışı bakıyordum. Nehrin yaptığı kıvrımı, kentin önemli binalarını, dar sokaklarını, renk renk binalarını ve çatılarını, şehri çevreleyen tepeleri ve ormanları buradan görmek mümkündü.
Český Krumlov’u çepeçevre görmek için Yuvarlak Kule’nin tepesine çıkmak gerekli.
Kuleden indikten sonra hayranlık verici duvar resimleriyle süslü diğer avluları da gezerek şatonun diğer kapısına kadar yürüdüm. Ne yazık ki şatonun içi henüz ziyarete açılmamıştı. Geldiğim yoldan dönüp şatoyu terk ettim. Yine ara sokaklardan geçip bu sefer şehrin kuzey girişine ulaştım. O tarafta fazla ilgi çekici bir yapı olmadığını görünce gerisin geri döndüm. Dönüş yolunda Minorite Manastırı’na (Minoritský klášter) uğramak istedim ancak burasının da içine girmek kısmet olmadı. Zaten dış görünüşü de fazla bir şey vaat etmiyordu.
Berberin Köprüsü’nün yanında eskiden St. Jost Kilisesi (kostel sv Jošta) olan yapının ilginç çan kulesi vardı. Kilise artık kullanılmasa da kulesi şehrin manzarasında önemli bir rol oynuyordu.
Şehre kendine özgü bir coğrafi konum kazandıran Vltava Nehri, Gotik St. Vitus Kilisesi’nin dibinden akıp gidiyor.
Öğle yemeği saatinin çoktan gelmiş olduğunu midemin uyarılarından anlıyordum. Eski Şehir meydanındaki lüks olduğu çok belli lokantaları es geçip şehrin diğer ucuna yürüdüm. Kájovská Köprüsü’nü diğer tarafında, nehir kıyısında Rožmberska Bašta adlı hoş bir lokanta buldum. St. Vitus Kilisesi’ne karşı, öğle sıcağında püfür püfür esen rüzgar ve nehrin akıntısı eşliğinde keyifli bir yemek yedim (220 CK).
Yemeğin ardından Eski Şehrin kurulduğu yarımadanın kenar sokaklarından geçerek, yarımadanın ucundaki küçük Na Ostrové Adası’na çıktım. Tam şatonun altında kalan bu adadan, şatonun tüm ihtişamı görülüyordu. Kayalıklar üzerine kurulan şatoyu yüksek duvarlar destekliyordu ve şatonun iki bölümü arasındaki boşluk kemerli bir taş köprüyle geçilmişti.
Český Krumlov Kalesi’nin ne kadar büyük ve şehre hakim olduğu Na Ostrové Adası’ndan bakınca anlaşılıyor.
Yavaş yavaş dönüşe geçmemin zamanı gelmişti. Saat 3’te kalkacak otobüsüme yetişmek için geldiğim yollardan şehre son bir kez bakarak terminale döndüm.
Biraz uyuklayarak biraz manzarayı seyrederek geçen üç saatlik yolculuğun sonunda yine Prag’daydım. Ancak bu sefer otobüs farklı bir terminalde durdu. Neyse ki metro durağı yakındaydı ve otelime dönmek zor olmadı.
Paladium Alışveriş Merkezi Prag’ın modern yüzünü sembolize ediyor.
Akşam yemeği için Republiky Meydanı’ndaki, Prag’ın modern yüzü sayılabilecek Paladium Alışveriş Merkezinde son kez arkadaşımla buluştuk. Ben Çek mutfağının spesiyalitelerinden olan ördek kızartması yemek istiyordum. Ancak arkadaşımın götürdüğü yerde hem pahalıydı hem de porsiyonu büyüktü. Arkadaşım da ördeği paylaşmayı reddedince, gulaş yemek zorunda kaldım. Yanında da “ayrılmadan önce bir deneyeyim bari” diye Çek birası ısmarladım. Ancak hayatımdaki ilk kez bira içtiğim için pek keyif aldığım bir tecrübe olmadı. Yarısını içmeden bıraktığım için sanırım Çeklere çok büyük bir hakarette de bulundum, istemeyerek de olsa. Beni bir daha sınırdan içeri sokmazlarsa yeridir hani.
Çok da parlak geçmeyen yemekten sonra arkadaşımla vedalaştık. Ben de gecenin geri kalanını boşa harcamamak için hızla Aziz Niklaus Kilisesi’ndeki klasik müzik konserine koştum. Kilise orgunu dinlemek yine kısmet olmadı ama bu sefer orkestra gayet başarılıydı. Aziz Niklaus Kilisesi’nin muhteşem dekorunda, Barok eserler eşliğinde Prag’a görkemi bir final yaptım.
Bitiş:
Prag seyahatimin sonuna geldiğinde şuna karar verdim: Prag gerçekten en az bir kez görülmesi gereken bir şehir. Tarihi, kültürü, mimarisi, eğlencesi ve parke taşlı sokaklarıyla… Prag’dan bana kalan en büyük hatıra bacak ağrısı oldu. Prag kesinlikle yürüyerek keşfedilmesi gereken bir şehir, ama bacak ağrısına katlanmak gerek.
Aklımdan çıkmayacak bir şey de Prag’ın turistleri. Bilmem başka şehir var mıdır ki turist nüfusu şehrin nüfusunu aşsın. Prag turistik bir şehir olmaktan öte, turistlerin şehri. Sokakları, meydanları kaplayan, bağırıp çağırıp şarkılar söyleyen turistler şehrin asıl sahipleri. Sokakta rastladığım her üç kişiden ikisi elinde haritayla yol bulmaya çalışıyordu. Özellikle şehrin belli başlı yerlerinde Çekçe’den çok, başka diller hakimdi. Turistlere bu kadar odaklanmış bir şehirde, şehrin gerçek ruhunu yakalamak gerçekten zor.
Prag yaşamaya değer bir şehir mi? Eğer turistseniz, evet. Dediğim gibi şehrin hakimleri turistler. Prag belki de turist olarak yaşayabileceğiniz, dünyanın en güzel şehri.
Sinan Bâli
30.05.2010, Moda
Yazım sürecinde bana lojistik destek sağlayan Denove Halkla İlişkiler'e teşekkür ederim.
Kaynakça:
Prag – Berlitz Cep Rehberi
Prag – Cartoville Harita Rehber
Lonely Planet Czech and Slovak Republics
Frommer’s Travel Guide – Prague and the Best of the Czech Republic
Prague Card Guide
Prague Castle Detailed Guide
Karlovy Vary Step by Step
Český Krumlov – Visit Bohemia Guide
www.prague.cz
www.pis.cz
www.czechtourism.com
www.lonelyplanet.com
Nihayet okuma fırsatı buldum.. Bayıldım arkadaşım. Eline, klavyene ama öncelikle gönlüne sağlık :)
YanıtlaSilSevgili Sinan Bali; Kapsamlı değerlendirmenizin temmuz başında yapacağımız Prag ziyaretinde çok faydalı olacağına inanıyorum. Müsaadenizle bir sorum var: Yahudi Müzesi için "Prag Kartı olanlara ücretsiz" diyor pragcard sitesi ama siz orada bilet aldığınızı söylemişsiniz. Bu konuda bilgi verirseniz sevinirim. Ona göre kart alıp almayacağıma karar vereceğim. Ctesi öğleden sonra kente ulaşıp salı sabah çıkacağız. Pazartesi müzelerin tatil olması nedeniyle önerilerinizi de almak isterim. saygılarımla...
YanıtlaSilSize zahmet olmasın ben öğrendim. 2014 Nisandan itibaren Prag Card, ulaşım da dahil 2 günlük 46 € 3 günlük 56 € olmuş. Bu fiyata Yahudi müzesi denilen bölgenin old new sinagog dışındaki gezi alanları da dahilmiş.
SilYaklaşan Prag seyahatim için okuduğum en güzel bloglardan biri, tebrik ederim.
YanıtlaSil