27 Şubat 2010 Cumartesi

"NO ES FACIL. - HİÇBİR ŞEY KOLAY DEĞİLDİR."

HAVANA'DA BİR HAFTA


Başlangıç

Atlantik Okyanusu’nun üzerinde, 10 bin metre yüksekteyim. Okyanusu göremiyorum ama kabindeki küçük ekranda uçağımızın konumu görünüyor. Zaten ekran olmasa da uçakta geçen bunca saatten sonra nerede olduğumuzu tahmin etmek zor değil.

Hayatımda şimdiye kadar çıktığım en uzun yolculuktayım. Sadece coğrafi olarak değil, hayat deneyimi olarak da çok uzun bir yol kat ediyorum. Hedefim Havana, Küba!

Bu kadar büyük bir deneyimi yaşamak için neden başka bir yeri değil, örneğin bir Avrupa şehrini değil de Havana’yı seçtim? Buna kesin bir yanıt veremiyorum, ancak Küba’ya gitmek yıllardır benim için bir hayaldi. Okuduğum gezi yazıları mı, Kübalıların gerçekleştirdiği devrim ve her şeye rağmen baskılara direnmesi mi, yıllar önce internette tanıştığım ve hâlâ görüştüğüm Kübalı arkadaşların etkisi mi, yoksa müzik ve dans mı? Bunlar ve adlandıramadığım pek çok neden, görmek istediğim yerler listesinde Küba’nın hep tepede olmasını sağladı.

Şimdi Atlantik Okyanusu’nun 10 bin metre üzerindeyken, acaba hayatımda daha uzak bir yere gidebilecek miyim diye düşünüyorum. Belki mesafe olarak daha uzaklara gidebilirim, ama deneyim olarak bundan sonra her yerin bana çok daha yakın geleceğini hissediyorum. Yolculuğumun sonunda bunu tekrar düşünmeliyim.




18.05.2008 Pazar

Paris’ten bir saat geç kalkan uçağımız Havana’ya da geç inince, planlarımda biraz değişiklik yapmam gerekti. Uçağın serin kabininden, Havana Jose Marti Havalimanı’nın sıcak ve nemli ortamına geçtiğimde tropiklere geldiğimin ilk işaretini aldım. Küba vizesi yerine geçen turist kartımı Türkiye’den aldığım için, gümrükten sorunsuz geçtim. İlk iş olarak bekleme salonundaki kalabalığın ve müşteri arayan taksi şoförlerinin arasından geçerek döviz bürosuna gittim. Döviz olarak Euro taşımak en kârlısı. Bir dönem Küba’da ABD doları ile peso eşitti ve pek çok yerde ABD doları harcamak mümkündü, ancak bir süredir ABD dolarına yüksek vergi ve düşük kur uygulanıyor. Genellikle havaalanındaki döviz bürosundaki kurların biraz daha düşük olduğu ve ilk gün yetecek kadar döviz bozdurmanın akıllıca olduğunu söylüyorlar. Ben de öyle yaptım ve bahşişler için biraz bozukluk istemeyi de unutmadım.

Küba’da iki tür para birimi var. Hemen her yerde geçen ve yabancıların kullanması için geliştirilen, ancak halkın da ağırlıkla kullandığı Peso Convertible, yani CUC ve Kübalıların kullandığı ve çok sınırlı yerli yerde geçen Moneda Nacional, yani CUP.

Havana’da bir turist olarak ilk kazığı taksi tutarken yedim. Taksilerin şehre götürmek için standart olarak belirledikleri 25 CUC ücreti, biraz pazarlıkla 15–20 CUC’ye indirmek mümkün, ama zaten geç kaldığım ve fazlasıyla yol yorgunu olduğum için çok üstelemedim ve bu ücreti kabul ettim. Aslında havaalanından çıkmadan, içeride müşteri arayan taksicilerle pazarlık yapmak daha kârlı olabilir. Ancak bu taksilerin de yasal olmama ihtimali var, gerçi her halükarda turistlere bir şey olmasa da daha baştan sorunla karşılaşmak hoş olmazdı. Bu arada, Havana’da taksiler genelde pazarlık usulüyle çalışıyor, taksimetre olsa da açtırmak oldukça güç. Ama Havana içinde ortalama taksi ücretleri 3–5 CUC arasında tutuyor. Bunun çok üstünde talep eden (mesela 10 CUC) taksi şoförleri kesin kazık atmaya çalışıyordur.

Havaalanından Havana’nın merkezine yol alırken, yavaş yavaş filmlerde, dergilerde gördüğüm Küba manzaraları belirmeye başlamıştı. Zaman 1950’lerde durmuş gibiydi. Eski model Amerikan otomobilleri, süslü ve heybetli ama bakımsız kolonyal binalar, insan dolu otobüsler, baba-anne-çocuk bir motosiklete binen bir aile ya da kamyonetlerin arkasında seyahat eden insanlar ve yol boyunca radyoda çalan salsa müziği tam da bulmayı beklediğim atmosferi bana sunuyordu.

Havana’nın bu tanıdık gelen karşılaması, kalacağım ilk otel olan, şehrin tam merkezindeki Hotel Telegrafo’ya gelene kadar devam etti. Seyahatimin ilk 3 gecesini geçireceğim Hotel Telegrafo’da beni bir sürpriz bekliyordu.

Otele girdiğimde heyecanımı bastırmaya çalışarak, adımı, ülkemi ve rezervasyonum olduğunu yarım yamalak İspanyolcamla söylemeye çalıştım. Resepsiyondaki görevli kadın bana rezervasyon formumu sorunca kendimden emin bir tavırla “Tabii” dedim ve çantamı karıştırmaya başladım. Ama ne yazık ki rezervasyon kayıtlarımı İstanbul’da unutmuştum. Bir taraftan çantamın her köşesine bakıyor, bir taraftan da kadına derdimi anlatmaya çalışıyordum; o ise gayet umursamaz bir tavırla ismimin kayıtlarda olmadığını, otelin dolu olduğunu, bir şey yapamayacağını söylüyordu. Neyse ki, o sırada gelen daha güler yüzlüce başka bir bayan ismimi buldu. Ancak bu sefer de otelde yer olmadığını, beni bir geceliğine başka bir otele transfer edeceklerini söylüyorlardı. Gidiş-dönüş taksi ücreti ve hiçbir fark ödemeyeceğim konusunda anlaştıktan sonra, Havana’daki ilk gecemi geçireceğim Hotel Santa Isabel’e doğru yola çıktım. Aslında bu durum çok da sürpriz olmamıştı, gelmeden önce yaptığım araştırmalarda Hotel Telegrafo’da benzer olaylar yaşandığını görmüştüm.


Hotel Santa Isabel, şehrin eski bölümünde, 18. yüzyıla ait kolonyal tarzda bir handan dönüştürülmüş oldukça hoş bir oteldi. Aslında Hotel Telegrafo’dan daha iyi bir yerdi. Odam da konforlu ve gayet güzel dekore edilmişti. Bu nedenle otel değiştirdiğime hiç pişman olmadım. Bavulumu odaya taşıyan yaşlı görevlinin de Türkiye ile ilgili bilgisi vardı ve bana puro içip içmediğimi sordu. Henüz bir puro alışverişine girmek istemediğim için içmediğimi söyledim, o da sokakta satılan purolardan almamamı tembihleyerek gitti.

Odaya yerleşir yerleşmez Havana’daki adamım Fidel’i aradım. Fidel, Türkiye Büyükelçiliği’nde çalışan ve gayet güzel Türkçe konuşan, Havana’yı ziyaret etmeye gelen Türklere yardımı borç bilen bir Kübalı. Fidel’le ertesi gün buluşmak için sözleştik.

Metabolizmam değişen zaman dilimlerine ayak uydurmaya çalışırken acıktığımı, daha doğrusu yemek saatinin geçmek üzere olduğunu fark ettim. Hemen aşağı inip otelin lokantası kolaçan ettim, ancak garsonlar dahil ortalıkta kimse yoktu. Genelde Küba’daki otel lokantalarının pek tavsiye edilmediğini bildiğimden, kimseyi ayaklandırmadan lokantanın sokağa açılan kapısından dışarı çıktım ve kendimi ağaçlıklı bir meydanda buldum. Otelin köşesindeki bar mı lokanta mı olduğunu anlayamadığım mekan pek davetkar görünmüyordu. Meydana çıktım ve bilgisayar oyunlarındaki karakterler gibi 360 derece etrafı incelemeye başladım. Meydandaki parkta Kübalılar oturmuş sohbet ediyorlardı, ortalık pek kalabalık sayılmazdı. İleriden gitar ve maracaslardan yükselen bir müzik sesi geliyordu. Ritme kapılıp o tarafa doğru seğirttim ve meydanın köşesinde, içinde en azından birkaç kişinin olduğu bir lokanta olduğunu fark ettim. Burası, listemde yer alan, yemeklerin ve fiyatların uygun olduğunu bildiğim La Mina adlı lokantaydı. Tereddütsüz lokantaya girdim ve kulağıma tanıdık gelen Latin şarkılar çalıp söyleyen müzisyenlerin eşliğinde Havana’daki ilk akşam yemeğimi yedim.


Yemek üstüne biraz zaman geçirmek üzere gördüğüm en aydınlık caddeye daldım. Calle Obispo adlı bu uzun cadde boyunca çeşitli barlar, lokantalar ve dükkanlar vardı. Gündüz oldukça işlek olan bu cadde, belki pazar akşamı olmasının da etkisiyle biraz sakindi. Barlardan sokağa taşan müzik sesleri eşliğinde, diğer turistler ve Kübalılarla birlikte ben de piyasa yaptım. Gece olmasına rağmen nefes almayı zorlaştıran sıcak bir hava vardı, ama ara ara gökyüzü şimşeklerle aydınlanıyordu. Havası da Küba gibi kafa karıştırıyordu. Yağmur mevsimi başlamak üzere olduğu için her an yağmur yağabilirdi.

Yürüye yürüye ulaştığım bir meydanda, Hemingway’in müdavimi olduğu barlardan La Floridita’yı ve uzakta Capitolio binasının siluetini görünce Eski Havana’dan merkeze geçmekte olduğumu anladım ve Havana’daki ilk gecemde fazla açılmayıp otelime dönmeye karar verdim. Geldiğim caddeden gerisin geri yürürken, omzuma biri dokundu. Arkamı döndüğümde, frapan giysisiyle güzelce bir Kübalı kadın gördüm. Bahsini çok duyduğum jinetera’lardan biriydi. Söylediklerini anlamasam da, tavrı oldukça açıktı. “No, gracias” deyince, o da fazla ısrar etmedi sağ olsun.

Yol yorgunluğunu üzerimden atmak ve yoğun geçecek bir güne başlamak üzere otelime döndüm. Ben Havana’daki ilk izlenimlerinin notlarını alırken, dışarıda oluk oluk yağmur yağıyordu.


Cespedes Heykeli 


19.05.2008 Pazartesi

Havana’daki ilk gecemi hem yolculuğun getirdiği gerginlik hem de coğrafi değişim nedeniyle sık sık uyanarak geçirdim. Sabah saat 7 olmadan ayaktaydım. Oteldeki basit ama doyurucu kahvaltının ardından öğleye kadar Eski Havana’nın bir kısmını gezmeye karar verdim.

İlk olarak otelin hemen karşısındaki Museo de la Ciudad (Şehir Müzesi) ile turuma başladım. Havana güne yeni başlıyordu ama hava mayıs ayı için oldukça sıcak ve boğucuydu.

Museo de la Ciudad, Plaza de Armas’da bulunan, yapımı 1776 ile 1791 arasında süren görkemli bir barok binada yer alıyor. Daha önce İspanyol valilerinin sarayı olan bina kolonyal dönemden günümüze kadar pek çok yönetime ve yöneticiye merkezlik etmiş. Şu anda odalarında adanın tarihine, yaşantısına ve kültürel birikimine ait pek çok önemli parça sergileniyor. Özellikle Küba’nın 20. yüzyıl öncesi yaşantısına ve Kolonyal dönemin ihtişamına tanık olmak için gezilebilecek en önemli yerlerden biri Museo de la Ciudad.


 Castillo de la Real Fuerza

Müzenin her bölümünde bir kadın görevli duruyordu ve o anki ruh haline göre bana rehberlik ediyordu. Kimisi bıkkın bir ifadeyle kalkıp odanın ışıklarını yakıyor, kimisi ise, özellikle biraz ilgili görünüyorsanız, rehberlik etmekten çekinmiyordu. Tabii bahşiş ortak beklentileriydi. Müzenin ilk bölümünde bana rehberlik eden sempatik görevli açıklamaları bitince bahşiş talep etti, ben de nispeten iyi İngilizcesi ve düzgün anlatımı nedeniyle ufak bir bahşiş verdim. Genelde 1 peso ideal bahşiş olarak görülüyor. Daha azına biraz mırın kırın ediyorlar.

Müzeden ayrılınca Plaza de la Catedral, yani Katedral Meydanı’na doğru yürüdüm. Benim gibi başka turistler de yavaş yavaş sokaklarda görülmeye başladı.


Catedral de San Cristobal de la Habana

Meydana ismini veren Katedral 18. yüzyılın ikinci yarısında Cizvitler tarafından inşa edilmiş. Çok güzel barok süslemelere sahip olan Katedral, birbirinden farklı iki çan kulesiyle dikkat çekiyor. Kapısı her zaman açık olmadığından içini görmek şansa kalmış. Ben ancak seyahatimin son gününde, kapısından şöyle bir içeriye bakabilecektim.

Meydanda, Katedral dışında eski İspanyol asillere ait konaklar yer alıyor. 18. yüzyıl kolonyal mimarisinin en güzel örneklerinden olan bu konakların kimisi müze kimisi lokanta olarak hizmet veriyor. Katedralin tam karşısındaki Museo de Arte Colonial de (Kolonyal Sanat Müzesi) bunlardan biri ve meydanın en eski binasında yer alıyor.


Plaza de la Catedral

Museo de Arte Colonial’de, adı üstünde, kolonyal dönemin yaşantısına ait eserler sergileniyor. 17.-19. yüzyıla ait mobilyalar, çatal-bıçak ve yemek takımları, aksesuarlar, koloni mimarisine ait öğeler, cam işleri ve daha bir sürü eseri bu konağın odalarında görmek mümkün.

Müzeyi gezerken, yine sempatik görevlilerden birkaçı, bana üstünde Che Guevera’nın resminin bulunduğu 3 peso’lardan satmaya çalıştı. Pek ilgilenmedim, ancak yavaş yavaş bende şu kanı gelişmeye başladı: Küba’da bir anlık da olsa insanlarla karşılıksız, samimi bir bağ kurmak çok zor; sizinle kontak kuran herkes yüzde 90 bir beklenti içinde.

Bu kısa müze turundan sonra, merak ettiğim Wilfredo Lam Sanat Merkezi’ne uğradım, ancak restorasyon nedeniyle kapalı olduğunu öğrendim. Wilfredo Lam, Afro-Küban ruhu resimlerinde yaşatmış olan, Küba’nın en önemli sanatçılarından biri. Eserlerini göremediğim için şansıma küsüp otelime döndüm. Otel değişikliği nedeniyle başta yaptığım planlarda aksama olmuştu, ama böylece Küba gibi yerlerde detaylı planlar yapmamak gerektiği bir kez daha ispatlanmıştı. Öğleye doğru Hotel Santa Isabel’e veda edip Hotel Telegrafo’ya geçtim.

Neyse ki Hotel Telegrafo’da yeni bir sorun yaşamadan odama yerleştim. Üstelik bana verdikleri oda gayet ferah, hem Parque Central’e hem de Havana’nın en merkezi caddelerinden biri olan Prado’ya bakan bir odaydı. Havana’daki yaşam hemen önümden akıyordu. Egzoz dumanı yaya yaya giden eski otomobiller, yumurta biçimindeki Coco-taksiler, gençler, yaşlılar, güzel Kübalı kızlar ve kalçalarını sallaya sallaya yürüyen tombul teyzeler, üniformalı öğrenciler, turistler ve onların peşine takılan jinetero’lar, Havana’ya dair daha önce gördüğüm ve aklıma gelen tüm insan tipleri resmigeçit yapıyordu.

Otel değiştirmek bana fazlasıyla vakit kaybettirdi. Odada fazla oyalanmadan kendimi sokağa attım. Öğle yemeğini yemek üzere, iyi eleştiriler alan Los Nardos adlı lokantanın girişini otelden birkaç yüz metre ileride buldum. Fazlasıyla loş ve mumlarla aydınlatılmış ortam ilk bakışta beni tedirgin ettiyse de menüdeki fiyatları görünce endişemin yersiz olduğunu anladım. Oldukça zengin menüsü ve hesaplı fiyatlarıyla Los Nardos aldığı övgüleri hak ediyordu. Mum ışığında, keman ve piyano eşliğinde yediğim romantik öğle yemeği oldukça lezzetliydi. Küba mutfağının söylendiği kadar kötü olmadığını düşünmeye başladım. Koskoca bir tabak dolusu ananaslı tavuğu zar zor bitirdim, hatta kızarmış plantanların – bir tür ham muzla yapılan kızartma – tamamını yiyemedim. Gerçi daha sonra, farklı yerlerde yediğim yemekler bu kadar leziz olmasa da, genelde Havana lokantalarındaki porsiyonlar doyurucuydu. Los Nardos turistlerin olduğu kadar Havanalıların da geldiği bir mekandı. Tabii bu Havanalılar bir şekilde dışarıda yemek yiyebilecek kadar para kazanıyor olmalıydılar. Çünkü burası turistler için hesaplı olsa da yerli halk için dışarıda yemek oldukça büyük bir lüks. Lokantanın girişindeki sallanan kanepelerde oturup laflayan ve fotoğraf çeken Kübalı gençlere önce bir anlam veremediysem de, düşününce turistlerden yer kalırsa buyur edilecek müşteriler olabilecekleri aklıma geldi. Sanırım Küba’da en ayrıcalıklı zümre turistler. Son dönemde otellere giriş hakkı gibi Kübalılara verilen özgürlüklere rağmen, hâlâ turistler ile yerliler arasında belirgin bir çifte standart görülüyor.

Yemek sonrası, aslında sabah yapmayı planladığım Centro Habana, yani Merkez Havana turuna başladım. Öğleyin, boğucu sıcakta pek akıllıca bir iş değildi, ama kısıtlı zamanımı en iyi şekilde değerlendirmeliydim. Sokakta rotamı tayin etmek üzere yürürken İngilizcesini geliştirmek bahanesiyle benimle konuşmaya başlayan Kübalı gençten güç bela kurtuldum. Jinetero sıfır, Sinan bir. Önce benden bir şey istemediğini, niyetinin sadece İngilizce konuşmak olduğunu söyleyen adam, sonradan mojito ısmarlatmaya kalkınca mümkün olan en kibar şekilde başımdan savdım. Bayağı bozulsa da, köşede bekleyen birkaç arkadaşının yanına gittiğini görünce işin bir mojitoyla kalmayacağını, kendimi tüm arkadaşlarına içki ısmarlarken bulacağımı ve klasik bir turist tuzağından kurtulduğumu anladım. Ancak akşam yemeğinde Havana durumu eşitleyecek ve günlük turist kazığımı yiyecektim.


Centro Habana'da sokaklar

Havana’daki Çin Mahallesi’nden geçip kuzeye, ünlü sahil yolu Malecon’a doğru Galiano Caddesi’ni takip ettim. Eski Havana’nın turistik ve nispeten korunaklı ortamı, burada kendisini gerçek Havana’ya bıraktı. Yıkılmaya yüz tutan binalar, günlük alışverişine çıkmış yerli halk, içinde tek tük eşyalar olan peso dükkanları, devlete dairesi olması muhtemel binaların girişinde uzayan kuyruklar, açıkta tahta tezgahlar üzerinde satılan et parçaları, sebze-meyveler beni Havana’nın gerçekleriyle yüzleştirdi. Tabii bu manzaralara Avrupalı turistler kadar yabancı değildim. Ancak yine de o sıcakta, açıkta satılan etler beni düşündürdü. Havana’da etlerin bu şekilde satıldığı pek çok yer gördüm.

Yolumun üstünde Teatro America vardı. Burada salsa dersleri verildiğini öğrenmiştim. Birkaç kelime İspanyolcamla kapıdaki görevliden dans derslerinin her gün saat 1’de yapıldığını öğrendim. O gün geç kalmıştım ama ne ortam ne de görevliler pek cana yakın gelmedi. Sanırım biz Doğu’da fazlasıyla Batılı gibi düşünmeye alıştığımız için cilalanmış mekanların ve davranışların etkisinden kurtulamıyoruz.

Centro Habana'da bir bina ve bir büfe

Centro Habana’nın art-nouveau ve neo-klasik tarzdaki binalarının sütunlu kaldırımlarında yürümeye devam ettim ve Malecon’a çıktım. Havana’nın Atlantik Okyanusu’na bakan sahil yolu ve duvarı Malecon, öğle üzeri fazlasıyla sakindi. Okyanustan esen hafif meltem insanı serinletmeye yetmiyordu. Biraz ilerleyince sahildeki kayaların arasında denize giren insanları görünce şaşırmadım. Yolun kenarındaki uzun duvarın üzerinde ise flört eden tek tük genç ve aylak aylak denizi seyreden birkaç kişi dışında fazla hayat yoktu. Demek ki Malecon asıl cazibesine güneş battıktan sonra kavuşuyordu.

Malecon 

El Morro Kalesi

El Morro ve San Salvador de la Punta kalelerini birkaç kare fotoğrafladıktan sonra, otelime dönmek üzere geniş Prado Caddesi’ne saptım. Yeni adıyla Marti Bulvarı. Sosyalist yönetim pek çok caddenin ve sokağın adını değiştirmiş ama Havanalılar eski isimlerini de kullanıyorlar. Kuzeyde Malecon, güneyde Capitolio’ya kadar uzanan cadde Havana’nın en geniş ve yürümesi en keyifli caddelerinden biri. Caddenin ortasında uzanan ağaçlıklı yaya yolu güneşten kaçan Havanalılarla doluydu.

Yaklaşık 2 saat süren Centro Habana yaya turumun ardından otelde biraz mola verdim ve “Havana’daki adamım” Fidel’le buluşmak için hazırlandım.

Akşam 6 sularında, Vedado semtindeki eski Hilton, şimdiki Habana Libre otelinin lobisinde Fidel’le buluştuk. Cep telefonları Küba’da çekmediği için biraz zor bir buluşma oldu, ama sonuçta birbirimizi bulduk. Gayet güzel Türkçe konuşan Fidel’le bir saat kadar sohbet ettik; ben ona Türkiye’den getirdiğim ufak tefek hediyeleri verdim, o da bana Havana ile ilgili tavsiyelerde bulundu. Türkiye Büyükelçiliği’nde çalıştığı için, Küba’yı ziyaret eden Türklere yardımcı olmayı kendine görev bilmiş. Havana’da kaldığım sürece benden yardımlarını esirgemedi.

Fidel’den ayrılınca, akşam yemeği için Eski Havana’ya gitmeyi düşündüm. Ancak büyük bir gaflet eseri, bindiğim taksinin şoförüne yemek yeme niyetimi açık ettim. Hemen hiç İngilizce bilmeyen şoför, beni Eski Havana’nın kıyısında, tren garı civarında bir lokantaya götürdü. Ben şoförün dediklerinden fazla bir şey anlamadığım, İspanyolca olarak da kendimi ifade edemediğimden işi oluruna bıraktım. İşte klasik bir turist tuzağındaydım. Adet olduğu üzere, taksi şoförü beni bir lokantaya götürecek, oradan komisyonunu alacak, komisyon da benim hesabıma işlenecekti.

Sağ olsun şoför lokantanın içine kadar girerek komisyonunu garantiledi. Garson ısrarla menüdeki en pahalı yiyeceklerden biri olan ıstakozu tavsiye etmesine ve daha hesaplı olan bifteğin bulunmadığını söylemesine rağmen, sonunda balıkta anlaştık. Neyse ki yemek fena değildi ve doyurucuydu, ama hesap da bir o kadar tuzluydu. O akşam, Havana’daki en pahalı yemeğimi yedim.

Akşam karanlığı çökmüş olmasına ve merkezden oldukça uzakta olmama rağmen, yemeği ve hesabı sindirmek için otelime yürüyerek dönmeye karar verdim. Havana, Latin Amerika’daki en güvenli şehirlerden biri. Küba’da turistlere yönelik suç oranı oldukça düşük, gerçi kapkaç gibi olaylar son zamanlarda görülmeye başlanmış. Yine de insan gece bile rahatça tek başına yürüyebiliyor. Ancak tedbiri elden bırakmamak lazım. Fazla gösterişli takılar ve aksesuarlar takmak, çantanızı ortalıkta bırakmak akıl kârı değil.


Prado Caddesi  

20.05.2008 Salı

Bugün kendime Havana’daki gezi acentelerinden biriyle yarım günlük bir şehir turu ayarladım. Bu, Havana’nın modern mahalleleri, Eski Havana’nın meydanları ve önemli binalarını kapsayan 3 saatlik bir turdu. Bu tip turlar fazla kapsamlı olmuyor, ama kısa zamanda Havana’nın genelini görmek ve yeni insanlarla tanışmak için ideal.

Capitolio

Turda benim ve tur rehberinin dışında, Avustralya’dan gelmiş iki genç kız da vardı. Şehri gezmeye merkezdeki Capitolio binasıyla başladık. Washington D.C.’deki Capitol binasının hemen hemen aynısı olan bu bina, 1929’da Küba Parlamentosu olarak hizmet vermeye başlamış. Şu anda ise Bilim, Teknoloji ve Çevre Bakanlığı’nın merkezi ve müze olarak kullanılıyor. Havana’daki en görkemli yapılardan biri olan Capitolio’yu sadece dışardan ziyaret ettik.

Minibüse binip Havana’nın modern bölümü olan Vedado’ya geçtik. Vedado “yasak bölge” demekmiş. Havana’da ilk koloniyi kuranlar, bu bölgede ağaç kesilmesini yasakladıkları için bu isim verilmiş. Tabii 20. yüzyılın başında artan şehirleşmeyle birlikte bu yasaktan eser kalmamış ama yine de Küba, Latin Amerika’da çevreye en çok önem veren ülkelerden biri. Vedado’da art-deco ve art-nouveau binalar ile modern yapılar bir arada görülebiliyor. Pek çok lüks otel de bu bölgede bulunuyor.

İkinci durağımız Plaza de la Revolucion (Devrim Meydanı) oldu. Jose Marti Anıtı ve üstünde Che Guevera’nın resmi ile “Hasta la Victoria siempre” yazısının bulunduğu ünlü Maliye Bakanlığı binası, bu geniş meydanın iki yanında yer alıyor. Fidel Castro’nun halka uzun konuşmalar yaptığı bu meydanda, geçen 1 Mayıs’ta bir milyon Kübalı toplanmış. Ayrıca meydanın etrafında Ulusal Kütüphane ve Ulusal Tiyatro binaları ile Silahlı Kuvvetler Bakanlığı da bulunuyor.

Jose Marti Anıtı

Meydandaki kısa fotoğraf molasından sonra, Havanalıların mesire yeri olan Almendares Parkı’nı ziyaret ettik. Bir zamanlar Havana’nın suyunu sağlayan Almendares Nehri, şimdilerde fazlasıyla kirli. Bu kirlilikte Afrika dinlerinin bir uzantısı olan ve Karayiplerde görülen Santeria dini mensuplarının adak için kestikleri tavukları etrafta bırakmasının da payı varmış.

Ardından Küba’nın en büyük mezarlığı Colon Mezarlığı’nın yanından geçerek, Havana’nın en zengin muhiti olan Miramar’a ulaştık. Bahçe içinde villaların bulunduğu bu semt, devrimden önce Amerikalılar tarafından kurulmuş. Şimdi ise ağırlıkla büyükelçilikler bu semti mesken tutuyor.

Modern Havana’daki son durağımız Hotel Nacional oldu. 1930’larda inşa edilen bu anıtsal yapı, dünyanın her tarafından pek çok ünlüyü konuk etmiş.

Malecon boyunca ilerleyip Eski Havana’ya geçtik. Bu bölgedeki meydanları ziyaret etmek üzere turumuza yaya devam ettik. İlk kaldığım otelin bulunduğu ve kitap tezgahlarının kurulduğu Plaza de Armas, Eski Havana’nın ticaret merkezi olan ve meydana adını veren kilisenin bulunduğu Plaza de San Francisco de Asis, Havana’nın en eski meydanlarından biri olan Plaza Vieja ve yine daha önce ziyaret etmiş olduğum Plaza de la Catedral’i rehber eşliğinde gezdim.


Plaza de San Francisco de Asis

Plaza Vieja

Bu arada eski bir manastırdan dönüştürülen, Los Frailes adlı bir otelin lobisinde ilk mojitomu içtim. Rehberimiz burada, Ernest Hemingway’in müdavimi olduğu ve mojitosuyla turistleri çeken Bodeguito del Medio’dan daha iyi mojito yapıldığını söyledi.

Turumuz Plaza de la Catedral’de sona erdi ve herkes kendi yoluna gitti. Ne yazık ki Avustralyalı kızları birlikte bir şeyler yemeye ikna edemedim. Ben de öğle yemeği için daha önce gittiğim La Mina’yı tercih ettim. Turistlerin doldurduğu lokantada, yine canlı müzik eşliğinde lezzetli bir balık yemeği yedim. Küba’da yediğim balıklar doğal olarak Türkiye’dekilerden farklı. Genelde fileto olarak pişiriliyor, küçük balık pek yok oralarda. Ancak bu yemek işi gittikçe tuzlu olmaya başlayınca, daha ucuz alternatifler bulmam gerektiğini düşündüm.

Günün geri kalanını Eski Havana sokaklarında turlayarak ve bir iki ufak müze gezerek geçirdim. Özellikle soylu bir ailenin konağı olan Casa Obrapia, sergilenen antika eşyalarıyla görülmeye değerdi.

Casa Obrapia

Akşama doğru otele döndüm ve büyük gece için hazırlanmaya başladım. O gece, yaklaşık 10 yıllık internet arkadaşım Ginet’in ailesine, akşam yemeğine davetliydim.

Segui’ler Havana’nın Diez de Octubre adlı bir semtinde oturuyorlardı. Burası Eski Havana’nın turistik görüntüsünden uzak, hayatın daha normal seyrettiği, insanların da turist peşinde koşturmadığı bir yerdi. Taksiyle geçerken gördüğüm iki-üç katlı binalar, bakkal önünde toplanmış bira içen gençler, sokağın ortasına taştan kaleler yapmış top oynayan çocuklar bana İstanbul’un kenar mahallelerini hatırlattı.

Gloria ve Conrado Segui beni büyük bir coşkuyla karşıladı. Ben ilk defa Kübalı bir ailenin evine konuk olduğum gibi, sanırım onlar da ilk defa bir yabancıyı evlerine davet etmişlerdi. O yüzden iki taraf için de oldukça meraklı ama candan bir sohbet ortamı oluştu. Götürdüğüm hediyelere bayıldılar, özellikle bir Türk klasiği olan lokumu çok orijinal buldular. Kaçak olarak kullandıkları internet bağlantısı sayesinde Kanada’daki Ginet ile konuşma fırsatı da bulduk. Bana gösterdikleri izzet ikram inanılmazdı. Havana’da ilk defa kendimi evimde hissettim.

Geleneksel Küba mutfağının örneklerinden oluşan bir sofra kurulmuştu. Bir tür et sote olan ropa vieja, klasik siyah fasulye ve pilav ikilisi, kızarmış muz, meyve salatası ve flan, yani krem karamel... Bayan Gloria aşçılıktaki tüm hünerlerini sergilemişti.

Gece boyunca Küba, Türkiye, müzik ve tabii politikadan konuştuk. Bayan Gloria gidişattan pek de memnun olmadığını, artık gençlerin yönetimde söz sahibi olma zamanının geldiğini, devrimin büyük bir heyecanla başladığını ama mevcut yapıyla insanların sorunlarına çözüm olmadığını belirtti. Ben de benzer sorunları Türkiye’de de yaşadığımızdan ve Küba’yla benzer süreçlerden geçtiğimizden bahsettim.

Küba’da o güne kadar gözlemlediklerim, Bayan Gloria’ya da söylediğim gibi, insanların ne bize genelde yansıtıldığı gibi fakir ama mutlu olduğu, ne de devrimi sonuna kadar korumaya azimli olduğu yönündeydi. Sokak ortasında her dakika dans edenler, sürekli bir karnaval havası yoktu Havana’da. Herkes iş güç peşindeydi, dans edip şarkı söyleyenler bunu ekmek parası için yapıyorlardı, azımsanmayacak kadar çok insan da sokaklarda aylaklık ediyordu. Belki de bize rahatlık ve keyif gibi gelen bu hal, aslında boş vermişlikten kaynaklanıyordu. Kimse mevcut koşullarda hayat standardının düzeleceğine inanmıyordu. Pek çok insan kurtuluşu bir yabancıyla evlenip veya bir şekilde para kazanıp yurtdışına kapağı atmakta görüyordu. Ya da kalıp hayatını sürdürüyor, standartların azıcık daha yükselmesini bekliyordu. Ancak ABD ambargosu nedeniyle Küba’da hızlı bir kalkınma olması çok zor. Küba hep dışarıdan aldığı destekle yaşamaya alışmış. Önce İspanyollar, sonra ABD, devrimden sonra Sovyetler Birliği; ancak Doğu Bloğu’nun çöküşüyle yalnız kalan Küba asıl devrimi şimdi gerçekleştirmeli sanırım. ABD’ye kafa tutarak bunu bir nebze gerçekleştirse de, halkın yaşam standartlarının da bir miktar yükseltilmesi lazım. Genç nüfusa sokaklarda turist avlamak veya yurtdışına göçmekten farklı alternatifler sunulmalı.

Seguilerin evindeki o akşam yemeği, Küba’nın gerçeklerini görmemde çok faydalı oldu. Diez de Octubre’deki o samimi aile ortamında yaşadığım akşamı, Havana’daki en iyi akşamım olarak anılarıma kattım.

21.05.2008 Çarşamba

Küba’ya geldiğimden beri doğru dürüst uyuyamıyordum. Vücudum zaman farkına alışamamıştı. Üç gecedir olduğu gibi yine sabahın dört buçuğunda uyandım ve bir daha ne yaptıysam uyuyamadım. Gün boyu sürecek bir baş ağrısı ile yataktan kalktım.

Öğleyin Hotel Telegrafo’dan, tatilimin geri kalanında konaklayacağım Hostal Beltran de Santa Cruz’a geçecektim. Hemen hazırlanıp öğleye kadar Capitolio binasının içini ve Partagas puro fabrikasını gezmeye karar verdim.

Captitolio, Küba’nın tarihine ışık tutan, görkemli bir bina. Müzenin girişindeki Kayıp Adımlar Salonu’nda devasa Cumhuriyet Heykeli bulunuyor. Heykelin bir elinde mızrak, diğer elinde ise kalkan var, kalkanın üstünde ise Küba’nın tarihini betimleyen kabartmalar görülebilir. Salonun ortasında, yerde bulunan elmas (taklit elmas, gerçeği bir bankanın kasasındaymış) adanın 0 kilometresini simgeliyor, bütün yerleşimlerin uzaklıkları buradan başlayarak ölçülüyor. Binada parlamentoya, eski başkanlara ait salonlar bulunuyor, ayrıca pek çok salon da çeşitli amaçlar için halen kullanılıyor; film gösterimleri, halk toplantıları, resim sergileri, kütüphane gibi... Müzenin mağazasında ufak bir alışverişten sonra hızlı bir puro fabrikası turu için Capitolio’nun hemen arkasındaki Partagas Fabrikası’na yöneldim.

Partagas bir müze değil, gerçek bir fabrika. Ama turistler için 45 dakikalık turlar da düzenleniyor. Şunu hemen belirteyim ki puroların Kübalı kadınların bacağında sarıldığı tamamen efsane. En azından artık böyle bir uygulama yok. Fabrikada çalışanların çoğu kadın ama puronun sarılma işlemi tezgahlarda gerçekleşiyor. El hareketlerini takip etmenin neredeyse imkansız olduğu işçiler, günde 120–150 kadar puro sarıyor. Yani bir günde binlerce puro üretiliyor.

Partagas Puro Fabrikası

Bacak meselesine gelince... Evet, puroların bacağın üstüne konduğu bir aşama var. İşçiler kucaklarına koyarak tütün yapraklarını ayırıyorlar, ama bacaklarının üstünde bir örtü var. Bu arada kadınlar kadar erkeklerin de burada çalıştığını görünce, iyi ki örtü var diyorum kendime.

Puronun öyküsünü de öğrenince, otelime dönüp hesabımı kapattım ve Beltran de Santa Cruz’a geçtim.

Beltran de Santa Cruz, kolonyal tarzda inşa edilmiş bir butik oteldi. Bağlı olduğu Habaguanex adlı oteller zinciri, tüm otelleri belli bir temaya göre restore etmiş. Kimi puro temalı, kimi Hemingway’le örtüşüyor... Beltran da Fransız bir markinin eviymiş. Bana verdikleri odaya girdiğimde, kendimi bir şekerkamışı tüccarı veya Zorro gibi hissetmeme yol açan bir dekorasyonla karşılaştım.

Odama yerleştikten sonra, günün geri kalanını El Morro Kalesi’ne ve her akşam saat 9’da gerçekleştirilen, herkesin tavsiye ettiği ünlü Canoñazo törenine ayırdım. El Morro Kalesi veya uzun ismiyle Castillo de los Tres Reyes del Morro ile San Carlos de la Cabaña Kalesi, limanın diğer kıyısında yer alan iki büyük kale. Buralara denizin altındaki bir tüp geçit vasıtasıyla ulaşılıyor.

Limanın girişindeki El Morro, 1589 ile 1610 yılları arasında Havana’yı denizden gelecek saldırılara karşı korumak amacıyla inşa edilmiş. 1762’de İngilizler tarafından işgal edilmiş. 19. yüzyılda gemicilere yol göstermesi için bir deniz feneri eklenmiş. Ben de yükseklik korkuma rağmen deniz fenerinin tepesine çıktım. Güneş yavaş yavaş okyanusun üzerine doğru alçalmaya başlarken, Havana’nın sahil şeridi çok güzel bir manzara sunuyordu.

El Morro Kalesi’ni gezerken, yine bir Havanalı bana yaklaştı ve sohbete başladı. İşte yine benden bahşiş isteyecek biri herhalde derken, adamın orada bulunan gözetleme merkezindeki memurlardan biri olduğunu anladım. Türk olduğumu öğrenince özellikle ilgilendi. Yanımda getirdiğim Türk bayrağı şeklindeki rozeti hediye edince, o da bana gözetleme kulesini gezdirdi. Okula giden çocukları olduğunu öğrendiğim memura ben de çantamda taşıdığım ufak tefek hediyelerden verdim. Küba’ya giderken insanlara dağıtmak için defter, kalem, sabun, çakmak, çikolata gibi şeyler götürülmesi tavsiye ediliyor. Küba’da insanlar temel bazı ihtiyaç maddelerini bulmakta sıkıntı çekiyorlar. Bu ufak tefek şeyler onları mutlu ediyor ve gerçekten işlerine yarıyor. Gerçi kimse bana “Allah razı olsun” demedi, ama kimse de hediyeleri geri çevirmedi.

El Morro Kalesi’ni gezmeyi tamamlayınca, Canoñazo seremonisini izlemek için Fortaleza’ya geçtim. Burası da karadan gelecek saldırılara karşı şehri savunmak üzere 18. yüzyılda inşa edilmiş, çok büyük bir kaleydi. Tepe üzerindeki kaleden Havana tüm güzelliyle ayaklar altındaydı. Devrimden sonra burasını kendisine üs seçen Che’ye ait müzeyi gezdim. Ve güneşin okyanusun üzerinde batışına şahit oldum. Benim gibi günbatımlarından özellikle etkilenen biri için gerçekten muhteşem bir manzaraydı. Güneş yavaş yavaş Atlantik Okyanusu’nun üstünde batarken, deniz feneri de ışığıyla gemicilerin yolunu aydınlatmaya başladı.

Karanlık çökünce, Canoñazo’nun yapılacağı meydana gittim. Eskiden Havana’da her sabah ve akşam limanın açılıp kapandığını bildirmek için top atışı yapılırmış. Şimdi ise her akşam saat tam 9’da geleneksel kıyafetleri içinde askerler bu töreni tekrarlıyor. 15 dakika kadar süren törenin ardından, kaleyi biraz dolaşıp otelime döndüm.

Gece Katedral Meydanı

22.05.2008 Perşembe

Tatilimin sonuna yaklaşırken planladığım bazı şeyleri gerçekleştirememiştim. Örneğin salsa dersleri... Beş gündür Havana’da olmama rağmen, daha bir kez olsun dans etme fırsatı bulamamıştım. Havana’ya dahil olmak, şehrin bir parçası olmak ve insanların arasına karışmak çok zor gelmeye başlamıştı. Bunun benim kişiliğimden kaynaklandığının da farkındaydım, ama turistlere kazık atmak o kadar yaygındı ki, insanların benimle kurdukları tüm diyaloglarda bir çıkar beklemeye başladım. Giderek Havanalılara karşı paranoyak oluyordum. Nitekim o gün yiyeceğim bir “kazık” da bu durumu etkileyecekti.

Günlük planım Devrim Müzesi’ni ve Güzel Sanatlar Müzesi’ni gezmekti. Sabah erkenden yola çıktım. Yürüyüş mesafesindeki müzelere giderken, daha önce de geçtiğim Obispo Caddesi’ni kullanıyordum. Burası Eski Havana’nın en işlek caddelerinden biri. Pek çok dükkan ve devlet dairesi bu cadde üzerinde. Turistler genelde sabahın erken saatlerinde ortada görünmediğinden cadde daha çok alışverişe çıkmış, binalar önünde kuyruk bekleyen Havanalılarla doluydu. Önünden geçtiğim bir lokantanın şef garsonu klasik “Hey amigo, nerelisin?” lafını attı. Türk olduğumu öğrenince, kendisinin de iki kez gemiyle Boğazlardan geçtiğini, İstanbul’u çok beğendiğini söyledi ve beni mojito içmek için ısrarla içeri davet etti. Sabah sabah mojito filan içmek istemediğimi söylememe rağmen ısrarını sürdürdü ve sonunda limonata gibi bir şeyde karar kıldık. Bana İstanbul ve Türkiye hakkında sorular sordu. Kısa bir süre sohbet ettik. Ayrılma zamanım geldiğinde bana yerli halkın içtiği ucuz purolardan iki tane hediye etti ve tüm samimiyetiyle mojitolara – ki bir tanesi alkolsüz – 8 peso aldı. (İki gün önce üç mojito, bir limonataya 6 peso ödemiştim.) Sabah kahvaltısının üstüne yediğim bu kazıktan sonra iyice temkinli olmaya başladım. Her ne kadar bu tip ufak kazıklar Havana’nın tadı tuzu olsa da, arttığı takdirde kısıtlı bütçemi zorlayacak gibiydi. Eğer o adam bana bu kazığı atmamış olsaydı, öğle yemeğimi o lokantada yemeyi düşünüyordum. Ancak fark ettim ki Küba’da insanlar kısa günün kârı peşindeler.

Neyse ki günün geri kalanı çok iyi geçti. Öncelikle Devrim Müzesi (Museo de la Revolucion) Havana’nın, hatta Küba’nın en önemli ve değer verilen müzesi. Eskiden Başkanlık Sarayı olarak kullanılan bu güzel binada, sadece Fidel Castro ve Che’nin komutanlığındaki 59 Devrimi değil, 1800’lerin sonunda Jose Marti’nin İspanyol sömürgecilere karşı başlattığı ayaklanma ve 30’lardaki diktatörlük rejimine karşı verilen mücadelenin belgeleri de sergileniyor. Tabii en geniş ve önemli kısmı, Fidel, Che ve yoldaşlarının diktatör Fulgencio Batista’nın rejimini devirmek için yaptıkları savaşın belgeleri oluşturuyor. Sadece turistlerin değil, Kübalıların da büyük bir ilgiyle ziyaret ettiği bir müze burası.

Museo de la Revolucion

Hafta içi, sabah saatinde bu kadar çok Kübalının müzeyi gezmesi bana ilginç geldi. Özellikle yaşlı bir tur rehberinin hararetli anlatımı, her ne kadar dediklerini anlamasam da, içinde hâlâ devrimin ateşinin yandığının göstergesiydi. Gezdirdiği grubun içindeki çocuklarla özellikle ilgileniyor, belki kendisinin de tanık olduğu olayları anlatırken daha çok çocuklara hitap ediyordu. Belki bizim de Atatürk Devrimlerini tarih dersi kitaplarındaki ezber maddelerinden biri olmaktan kurtarıp, mümkün olduğunca devrimi yaşayanlardan dinlememiz çok daha iyi olurdu.

Devrim Müzesi'nde Cienfuegos ve Che modelleri

Yaklaşık bir buçuk saat süren Devrim Müzesi gezimin ardından, o güne sakladığım ikinci müzeye geçtim: Güzel Sanatlar Müzesi’nin Küba kısmı (Museo Nacional de Bellas Artes. Collecion de Arte Cubano).

Havana’da iki adet Güzel Sanatlar Müzesi var. Bunlardan biri sadece Küba sanatını kapsarken, diğerinde Latin Amerika ve uluslararası sanat tarihinin örnekleri bulunuyor. Ancak çoğu rehber kitap özellikle Küba kısmının kaçırılmamasını tavsiye ediyor. Ben de zamanım kısıtlı olduğundan sadece Küba kısmını gezdim.

Üç kattan oluşan müzenin ilk katında mağaza, kafeterya ve diğer sosyal birimler bulunuyor. İkinci ve üçüncü katlarda ise başlangıcından günümüze tüm Küba sanatı tarihi sergileniyor. Küba sanatı doğal olarak Avrupa’dan yoğun izler taşıyor. Özellikle 17.-19. yüzyıllar arasında portre ve manzara resmi büyük bir yer tutuyor. Müzedeki manzara resimleri aynı zamanda Küba tarihine de ışık tutuyor. Şeker kamışı fabrikaları, köleler, plantasyonlar ve Karayiplerde yaşam manzara resimlerinde canlandırılıyor. Günümüze yaklaşıldıkça yavaş yavaş grafik sanatı, modern resim, soyut resim ve kübizmin örneklerine geçiliyor. Eserlerde doğal olarak başkaldırı ve mücadele en baskın temaları oluşturuyor. Modern resimde özellikle Wilfredo Lam’ın eserleri oldukça ilginçti. Kendi adını taşıyan sanat merkezini gezemediğim için, müzede sergilenen resimlerini görmekle yetindim.

Hem Devrim Müzesi hem de Güzel Sanatlar Müzesi, tüm Havana ziyaretçilerinin görülecek yerler listesinde mutlaka yer almalı. Bu arada Güzel Sanatlar Müzesi’nin kafeteryasında, seyahatim boyunca yediğim en ucuz öğle yemeğini yedim. Sandviç ve limonataya sadece 3 peso ödedim. Açıkçası Havana’da para çok çabuk tükeniyordu. 3 oraya, 5 buraya derken kendime koyduğum harcama limitine fazlasıyla yaklaştım. Neyse ki yanımda fazladan biraz para vardı. Görünüşe göre ihtiyacım olacaktı.

Günlük harcamamı 2 öğün yemek (lüks olmasa da iyi bir yemek ortalama 13–15 CUC), taksi masrafları ve müze girişleriyle sınırlarsam, yaklaşık 50 CUC’ye günü tamamlayabilirdim. Ama gittiğiniz yerlerden ufak tefek hediyeler, hatıralar almaya başladığımda ya da zorla bir şeyler anlatıp sonra da bahşiş bekleyen görevlilerle, hatta halktan insanlarla karşılaştığımda para hesabı yapmak gerçekten zorlaşıyordu.

Otele dönerken, sabah karşılaştığım adamla tekrar muhatap olmamak için yolumu değiştirdim ve O’Reilly Caddesi’ne saptım. Bu arada Havana’nın merkezindeki sokaklar her ne kadar pis, bakımsız ve izbe olsalar da oldukça düzenliler. Izgara planına göre kurulan şehirde, sokakların çoğu birbiriyle kesişiyor ve sokağın bir ucundan girip öbür ucunda Eski Havana’daki meydanlardan birine çıkılabiliyor. Ama her ihtimale karşı bir harita bulundurmak lazım. Çünkü bu planlı durum bazen hangi sokaktan nereye çıkacağınızı karıştırmanıza da neden oluyor. Kaptırıp Eski Havana’nın sonuna kadar yürümek de var yani.

O’Reilly’de yürürken gördüğüm bir sanat atölyesinden içeri girdim. Modern resim, heykel ve fotoğraf çalışmaları yapan bir sanatçıya ait atölyeydi burası. Sanatçı içeriyi gezebileceğimi, hatta fotoğraf çekebileceğimi söyledi. O sırada yanıma gelen genç bir kız – asistanıymış – bana İngilizce olarak sanatçı ve eserleri hakkında bilgi vermeye başladı. Sanatçının atölyesini gezdirdi, yeni çalışmalarını gösterdi. Röprodüksiyonları olmadığı için orijinal eserlerden birini satın alabileceğimi söyledi. Hem fiyatları pahalı olduğu için, hem Küba dışına çıkartırken sanat eserlerine özel bir izin gerektiğinden, hem de bavulumda bozulacağı endişesiyle resim almadım. Ama bir fotoğraf alabileceğimi söyledim. Bu arada kızla o gün gezdiğim müzelerden, Havana’da turist olmanın zorluklarından, Türkiye’den, hatta sabah yediğim kazıktan konuştuk. Kısa da olsa bu sohbet iyi gelmişti bana. İnsan yabancı bir memlekette tek başına olunca, yeme-içme kadar konuşacak birileri de hayati önem taşıyor. Sonuçta fotoğrafı da çok ucuza almadım, ama iyi bir sohbet, düzelen bir moral ve enikonu bir sanat eseri sahibi olmanın bedeli neyle ölçülebilir ki?

O akşam Fidel ve eşi ile buluştum. Onlara bir yemek sözüm vardı. Fidel, bizi Miramar semtindeki bir paladara götürdü. Ailelerin devletten özel izin alarak işlettiği ufak lokantalara paladar deniyor. Normalde 12 kişilik olmalarına rağmen, yolunu bulan işletme sahibi paladarını büyük bir lokantaya dönüştürebiliyor. Bizim gittiğimiz de böyle bir yerdi ve ilginçtir ki Lonely Planet’ın rehberinde adı geçmiyordu. Yani oldukça özel bir paladara getirilmiştim. Bunu daha da özel kılmak için ıstakoz ısmarladım ve hayatımda ilk defa – belki de son defa – ıstakozun tadına baktım. Normalde paladarların ıstakoz ve dana eti satması yasak, ama burası onun da yolunu bulmuş. Ben ıstakozumu afiyetle yerken Fidel ve eşi vejetaryen oldukları için bana oldukça yavan gözüken birer pizza yediler. Fidel ıstakozun pazarda gerçekten ucuz olduğunu, ancak lokantalarda oldukça fahiş fiyata satıldığını söyledi. Gelen hesaba göre ıstakozun fiyatı oldukça iyiydi. Ancak çok da olağanüstü bir tat almadım. Dünya gözüyle ıstakoz da yemiş oldum en azından.

Yemekten sonra Fidel’in eşimin kuzinine Vedado’daki evine oturmaya gittik. Daha doğrusu götürüldüm. Hanımın ismini hatırlayamıyorum, zaten Küba’da isimler konusunda oldukça zorluk yaşadım. Çok değişik isimler vardı ve yazılmadığı sürece tam olarak nasıl telaffuz edildiğini anlayamıyordum. Örneğin, galerideki kızın ismini Helis olarak anlamıştım, ama gerçekten öyle miydi bilmiyorum.

Hanımlar muhabbet ederken, biz de Fidel’le Küba’daki ve Türkiye’deki hayat şartlarından konuştuk. Sonuçta iki ülkede de yaşamın hiç kolay olmadığı anlaşıldı. Bu arada ev sahibesinin büyükannesinin Türkiye’den göçmüş bir sefarad olduğunu ve köklerinin Türkiye’de olduğunu öğrendim.

Gece 10’a doğru Fidel’le müsaade istedik. Fidel beni uğurlamadan önce, Havana’nın meşhur dondurmacısı Coppelia’da birer top dondurma yedik. Fidel geceyi bitirmeden önce civardaki meşhur Latin caz kulübü La Zorra y El Cuervo’ya gitmemi tavsiye etti. Henüz içimden otele dönmek gelmediği için tavsiyesini tuttum ve caz kulübüne gittim.

La Zorra y El Cuervo, Havana’nın en saygın caz kulüplerinden biri. Latin cazın en iyi sanatçıları burada sahne alıyor. O gece Valdes soyadlı bir caz piyanisti ve grubu vardı. Ünlü Chucho ve Bebo Valdes’le bir akrabalığı var mı, bilemiyorum. Bir saat kadar gerçekten kaliteli bir caz konseri dinledim ve daiquiri kokteylinin tadına baktım. Gece yarısına doğru elektrikler kesilince grup mola verdi, ben de fazla oyalanmadan geceye son verdim.

Bir “peso” dükkanı

23.05.2008 Cuma

Bugün ne yapacağıma karar vermekte zorlandım. Gezmek, görmek istediğim yerlerin çoğunu tamamlamıştım. Demek ki biraz daha sıkı bir tur planlasaydım, tüm Havana’yı 4 günde gezebilirdim. Listemde yer alan ve görmek istediğim müzelerden biri de Plaza de la Revolucion’daki Jose Marti Anıtı ve Müzesi’ydi. Ben de, önce oraya gitmeyi, ardından da Vedado semtini yürüyerek dolaşmayı planladım.

Daha önce gördüğüm Plaza de la Revolucion’da vakit kaybetmeden, doğrudan müzeye girdim. Müze başlıca iki bölümden oluşuyor. Jose Marti’nin hayatına ve dönemine ait belgelerin sergilendiği salon ve Havana’nın en yüksek noktası olan Mirador, yani anıtın tepesi.

Küba Devrimi’ni anlamak için Jose Marti’den başlamak en doğrusu. Küba’daki sömürgeciliğe karşı bağımsızlık hareketinin en büyük liderlerinden biri Jose Marti. Oldukça kısa süren ve trajik bir biçimde sonra eren hayatında neredeyse yapmadığı yok. Edebiyatçı, hukukçu, öğretmen, ressam ve sosyal bilimlerin pek çok dalında eser vermiş bir aydın. Ne yazık ki müzedeki tüm açıklamalar İspanyolca olduğu için kendisi hakkında pek fazla bilgi edinemedim. Küba’daki müzelerde farklı dillerde tanıtım ve dokümantasyonun eksik olması turistler için büyük bir zorluk. İngilizce tanıtım yazılarının olduğu sadece birkaç müze gördüm, müze rehberleri ise hiçbir zaman akıcı bir İngilizce konuşmuyorlardı.

Müzeyi turladıktan sonra, yıldız şekilli kulenin 109 metre yükseklikteki tepesine çıktım. Buradan tüm Havana görülebiliyordu. Sıcaktan dolayı hava fazlasıyla puslu olduğundan uzaklar pek seçilmiyordu ama oraya gitmişken kuleye çıkıp Havana şehrinin nasıl yayıldığını görmek iyi bir fikirdi. Kulenin etrafında uçan, küçük akbabalara benzeyen kuşlar da ayrıca ilginçti.

Müze gezimin ardından, Havana Üniversitesi’ne doğru yürüyüşe başladım. Vedado’nun bu kesimi çok daha modern bir görüntü sunuyordu. Adım başı laf atan insanlar, kirli sokaklar ya da turistlere yönelik fazla bir şey yoktu. Etrafta daha çok işinde gücünde insanlar ve üniversite öğrencileri vardı. Bana “kim bu turist, burada ne işi var?” der gibi bakıyorlardı.

Öğle sıcağı yavaş yavaş kendini hissettirdiğinden yol üstündeki bir büfeden soğuk bir “refresco”, yani gazoz almak istedim. Tezgahtaki kadına fiyatını sordum ve İspanyolca söylediği rakamın 8,75 CUC olduğunu sandım. “Hah, tamam yine kazıklanıyoruz” derken, kadın CUC değil, aslında 85 centavos, yani kuruş olduğunu açıkladı. Kahkahalarla gülmeye başlayan kadın, meğer benim 85 CUC anladığımı sanmış. Büfeden uzaklaşırken kadın hâlâ arkamdan kahkahalar atıyordu.

Yürüye yürüye Havana Üniversitesi’nin girişine vardım. 1728’de kurulan üniversite, 1902’de şimdiki yerine taşınmış. Girişteki merdivenlerde öğrencileri karşılayan bir Alma Mater heykeli var.

Havana Üniversitesi'nin girişi

Üniversitenin girişinin fotoğraflarını çekerken yanıma gelen iki öğrenci, içeri girebileceğimi söyledi ve gönüllü rehberliğe başladı. Benim gibi başka bir meraklıyı gören öğrencilerden biri onun yanına gitti. Rehberim ve ben kısa bir üniversite turu attık. Üniversitenin müzesini ve ilk öğretmenlerin büstlerini ziyaret ettik. Rehberim arada, üniversitede okumanın ne kadar zor olduğunu, eğitimin bedava olduğunu, ancak defter, kalem gibi ihtiyaç malzemelerinin çok masraflı olduğunu söyledi. Genç haklıydı. Devlet Küba’da eğitimi bedava veriyor ama eğitim için gereken pek çok malzemeyi öğrenciler kendi ceplerinden karşılıyorlar. Bu da öğrencilere büyük bir yük bindiriyor. Hatta birinden, öğrencilerin dönem sonunda defterlerdeki yazıları silip sonraki dönem yine aynı defteri kullandığını duymuştum. Küçük turumuzun sonunda verdiğim bahşiş öğrenciyi pek tatmin etmedi ama fazla da üstelemedi. Bahşişle birlikte birkaç tane de kalem hediye edip eğitime ufak çapta katkıda bulundum.

Üniversiteden sonra yürüyüşüme devam edip Habana Libre Oteli’nde bir mola verdim. Bu bölgede görmek istediğim pek bir şey kalmamıştı. Civardaki bir sanat sokağı olan Callejon de Hamel’e gitmeye karar verim. Yine yürümeye koyuldum. Bu bölgedeki ara sokaklar biraz eski Havana’yı andırıyordu. Callejon de Hamel’i pek umduğum gibi bulamadım, o saatte oldukça ıssızdı. Yaklaşık 100 metrelik bir sokağın duvarlarına grafitiler, Küba tarzı resimler çizilmişti. Anladığım kadarıyla sokakta sanatçıların atölyeleri vardı. Açık olan ufak bir atölyeye şöyle bir göz attım ama fazla da ilgili görünmedim. Asıl hareketin ve rumba gösterilerinin pazar günleri olduğunu öğrenince hayal kırıklığıyla uzaklaştım.

Caddeden bir taksiye binip Miramar’daki Casa de la Musica’ya, Müzik Evi’ne gitmeye karar verdim. Daha birkaç metre gitmiştik ki taksi bozuldu. Şoför otomobili çalıştıramayınca ve bir dilenci musallat olunca başka bir taksiye bindim. Casa de la Musica da beni hayal kırıklığına uğrattı. Dans programı akşam 5’te başlıyordu, müzik mağazası ise pek fazla bir şey vaat etmiyordu. Boşa geçmiş bir öğleden sonrasının moral bozukluğuyla otelime döndüm.

Dönüş yolunda Plaza de Armas yakınlarındaki hediyelik eşya pazarına uğradım. Burada her şey daha ucuzdu ve az da olsa pazarlık payı vardı. Keşke hediyelik alışverişlerim için önce buraya gelseymişim diye düşündüm. Dönüş zamanı yaklaştığı için hatırı sayılır miktarda alışveriş yaptım, hatta günlerdir çantamda taşıdığım kalem, sabun gibi eşyaları verecek birilerini de buldum.

O akşam Gran Teatro’da Ballet de Camagüey’in gösterisine biletim vardı. Her ne kadar efsanevi balerin Alicia Alonso’nun direktörü olduğu Ballet Nacional’i görmek istediysem de, programda Küba’nın ikinci önemli bale grubu Camagüey Balesi’nin gösterisi vardı.

Havana’nın Büyük Tiyatrosu, barok mimarisi, süslemeler ve heykellerle dolu cephesi ve geniş salonu ile gerçekten anıtsal bir yapı. 1839’da açılan tiyatro o günden bu yana Enrico Caruso, Anna Pavlova, Sarah Bernhardt gibi pek çok ünlüyü konuk etmiş ve halen dünyanın en iyi bale gruplarında biri olan Ballet Nacional’e ev sahipliği yapıyor.

Genç ama yetenekli balerin ve baletlerin yer aldığı modern bale, klasik dans ve klasik bir bale oyunundan oluşan birkaç perdelik bir gösteri izledim. Yorgunluktan ara sıra gözlerim kapansa da keyifli bir gece oldu benim için.

Callejon de Hamel

Vedado’da bir ağaç

24.05.2008 Cumartesi

Bugün Havana’daki son günüm. Havana’da gezip görmek istediğim hemen hemen her yeri tamamlayınca, biraz şehir dışına çıkıp doğaya açılmak istedim. Bir gün önceden Las Terrazas adlı bölgeye düzenlenen turda yer ayırtmıştım.

Las Terrazas, Havana’dan bir saat kadar uzaklıkta bir tarım topluluğu. 19. yüzyılın başından itibaren kahve plantasyonları kurulan bölgede, 1970’lerde tarımı ve ekolojiyi korumak üzere çalışmalar yürütülmeye başlanmış. 1985’te UNESCO bölgeyi biyosfer rezervi olarak koruma altına almış. Bölgede ekolojik korumacılık ve ormancılıkta sürdürülebilir gelişme konusunda çalışmalar yapılıyor. Yöre halkı da kendi yetiştirdikleri ürünler ve el sanatlarıyla hayatlarını sürdürüyor.

Beni bölgeye götürecek otobüse bindiğimde bayağı şaşırdım. Rehber benden başka yolcu olmadığını söyledi. Havana’dan çıkıncaya kadar birçok otele uğradıysak da Las Terrazas’la ilgilenen kimse çıkmadı. Sanırım herkes cumartesi günü plajlara gitmeyi tercih ediyordu. Eğer yeterli vaktim olsaydı ben de plajlara giden bir tur ayarlayabilirdim. Okyanusta yüzmek ilginç olabilirdi, ama doğa tutkum ağır bastı.

Yaklaşık bir saat kadar süren yolculuğumuz boyunca rehberim Alex ile lafladık. Güzergahımız üzerindeki manzaralar Türkiye’nin Ege veya Akdeniz bölgesindeki yol manzaralarına benziyordu. Tek istisna palmiye ağaçları ve şeker kamışı tarlalarıydı. Bir de yol boyunda tahta çubuklara iple bağlanmış kızarmış tavukları satanlar... Gerçi bizde de yerine göre patates, soğan, karpuz, kavun satılmıyor mu yol boylarında?


Las Terrazas’taki ilk durağımız bir gölbaşıydı. Cumartesi günü piknik yapmaya gelmiş insanlar vardı. Etraf alabildiğine yeşildi ve her yerde tropikal bitkiler vardı. Ardından eski bir kahve plantasyonunun kalıntılarını ziyaret ettik. Zamanında kölelerin çalıştığı bu plantasyonda, çiftlik sahibinin evi, kahve kurutma alanları, kahveyi öğüten değirmen ve kölelerin hücreleri bulunuyordu. Köleler 5-6 metrekareyi geçmeyen hücrelerde 8-10 kişi bir arada kalıyorlarmış.


Çiftliği gezerken kulağıma sanki Türkçe kelimeler çalınır gibi oldu. Önce vatan hasretiyle gaipten sesler duyuyorum sandım. Sonra kahve değirmenini ziyaret ederken gerçekten birilerinin Türkçe konuştuğunu işittim.

Gerçekten inanılmaz bir olaydı. Küba’nın köyünde Türkleri bulmuştum. Ankaralı bir profesör ve ailesi, benim gibi Havana’yı gezmeye gelmişlerdi. Açıkçası bu benim için bir lütuftu. Son bir haftadır Fidel ve Ginet’in ailesi haricinde kimseyle düzgün bir sohbet fırsatı bulamadığım için, sonunda konuşabileceğim birilerini bulmak beni çok sevindirmişti. Rehberim ve ben öğle yemeği için köye gidecektik, ama profesör ve ailesiyle Los Baños adlı dere kenarı bir mesire yerinde buluşmak üzere sözleştik.


Rehberimin açıklamalarına göre, bölgede bana en ilginç gelen şey ilaç yapımında kullanılan çeşitli bitki ve meyvelerdi. Burada, kanser tedavisinde kullanılan bitkiler vardı. Belki de henüz tedavisi bulunmamış pek çok hastalığın ilacı bu ormanlarda saklıydı. Kübalılar tıp ve ecza konusunda kendileriyle haklı bir gurur duyuyorlar. Kübalı doktorlar pek çok üçüncü dünya ülkesinde görev yapıyor, ayrıca biyomedikal konusunda da Kübalılar önemli gelişmeler kaydediyorlar.

Yemekten önce biraz köyü dolaştık. Tabii orası bizim köylere benzemiyordu. Bana biraz hippilerin komünlerini anımsattı. Ekolojik dengenin korunmasına özel bir önem gösterilmişti. Hatta buradaki insanların Havana’dakilerden biraz daha iyi koşullarda bile yaşadığı gözlenebiliyordu. Genelde kendi yetiştirdikleri ürünlerle ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Ayrıca Havana’daki boğucu sıcak, ormanın etkisiyle burada kendisini pek fazla hissettirmiyordu.

Yemek faslı oldukça uzun sürdü. Havana’da servis gerçekten çok ağırdı. Program yaparken bu mutlaka göz önüne alınmalı. Bir önceki gece yemek servisi yüzünden neredeyse baleye geç kalacaktım.

Yemeği bir an önce bitirip Los Baños’a gitmek için sabırsızlanıyordum. Sonunda Los Baños’a vardık. Küçük bir nehir boyunca, doğal havuzlarda bir sürü insan suya girip serinlemeye çalışıyordu. Rehberim istersem nehre girebileceğimi söyledi, ama mayom olsa bile o kalabalıkta suya girmek pek cazip gelmedi. Havanalıların piknik alanına döndürdüğü bu ortamı, fazlasıyla doğallıktan uzak buldum. Neyse ki bizim Türk dostlarla buluşabildik. Açıkçası ne nehir, ne doğa, ne de etraftaki bikinili kızlar, Türklerle sohbet etmenin yerini tutmadı. Yaklaşık bir saat konuştuktan sonra, akşam üzeri kabareye gitmek üzere sözleşip ayrıldık. Turumuzu Los Baños’ta sona erdirip kente döndük.


Otelde bir süre dinlenip akşam yemeğimi yedikten sonra, Havana’nın en lüks otellerinden biri olan Melia Cohiba’daki Havana Cafe’ye gitmek için yola koyuldum. Dostlarla otelin lobisinde buluştuk.

Havana Cafe, 1950’lerin havasında döşenmiş bir mekandı. İçeride o yıllara ait otomobiller, mobilyalar, aksesuarlar, hatta tavanda bir adet de pırpır uçak vardı. Çalınan müzikler ve gösteriler de 50’lerin havasını taşıyordu. Benim en beğendiğim gösteri en sonda çıkan dansçıların gösterisiydi. Sırayla birçok Latin dans türünü, renkli kıyafetleri ve neşeli koreografileriyle sergilediler. Gece 12 olunca şov bitti ve seyirciler sahneye çıkıp dans etmeye başladı. Ben de küçük grubumuzdaki bir bayanla elimden geldiğince salsa yapmaya çalıştım ama benim salsa bilgim yerli halkım kıvraklığı ve ustalığı karşısında çok basit kaldı. Zaten kısa bir süre sonra müziğin ritmi diskoya dönünce biz de mekandan ayrıldık. O gece Havana’daki en eğlenceli gecem oldu. Türk dostlarıma beni de aralarına aldıkları için gerçekten müteşekkirim. Tek başıma asla öyle bir gece yaşayamazdım.

Otelime dönerken Havana’da başıma gelen en ilginç olaylardan birini yaşadım. Taksiden, otelime biraz uzak bir meydanda indim. Saat gece yarısını geçmişti ve etrafta pek kimse yoktu. Meydanda yürürken karşıdan gelen tombul, kısa boylu kadın polis birden yolumu kesti ve adımı, nereli olduğumu sormaya başladı. Durum tedirgin ediciydi, çünkü normalde polislerin turistleri durduk yerde sorguya çekmesi imkansız gibi bir şeydi. Turistlerin yanındaki Kübalılara sık sık kimlik kontrolü yaparken, turistlere pek karışmıyorlardı. Kadın beni sorgulamaya devam etti; neden yalnız seyahat ettiğimi, evli veya nişanlı olup olmadığımı sormaya başladı. İşin fenası İngilizce bilmiyordu ve ben anlayabildiğim kadarıyla sorularına İspanyolca cevap vermeye çalışıyordum. Söylediklerinin pek çoğunu “No entiendo – Anlamıyorum” diyerek geçiştiriyordum. Hatta ne dediğini anlasam da... Açıkçası o kadın polise pek anlayışlı davranmaya niyetim de yoktu. Sonunda bir Kübalıyla evlenmek isteyip istemediğimi sordu. Aman Tanrım! Sanırım hayatımın ilk evlenme teklifini gecenin bir yarısı, Havana’daki bir meydanda alıyordum. Belki elinden kurtulurum ümidiyle, Türkiye’de bir kız arkadaşım olduğunu söyledim ve sonunda bir punduna getirip kadından kurtulmayı başardım. Acaba o kadın polis sıkıntıdan konuşacak birini mi arıyordu, gece vakti niyetimi anlamak için ağzımı mı arıyordu, yoksa beni gözüne mi kestirmişti, bilmiyorum. Öğrenmeye de pek niyetim yoktu doğrusu.

25.05.2008 Pazar

Artık Havana’dan ayrılma vakti geldi. Yolculuk gerginliği üzerime çöktü. Bavulumu toplayarak ve Eski Havana’da son bir tur atarak sabahı geçirdim. Öğleyin otelden ayrılarak, Fidel’in daveti üzerine onun evine gittim. Hareket saatini beklerken muhabbet ettik ve komşusunun bahçesinden topladığı mangolardan yedik. Suyunu içmiştim ama taze mango gerçekten çok lezzetli bir meyveydi. Ancak yolculuk öncesi fazla yememek gerek.

Saat beş gibi Fidel ve eşiyle vedalaşarak havaalanına doğru yola çıktım. Takside giderken belki de son kez Havana’nın sokaklarına baktım. Tatil için gittiğim yerlerden ayrılırken, sayılı günün kısalığıyla içimi kaplayan, hüzün ve mutluluğun birbirine karıştığı o duyguyu yine hissediyordum.

Sorunsuz bir pasaport işleminden sonra, Jose Marti Havaalanı’nın bayraklarla donanmış bekleme salonuna geçtim. Ben uçağın kalkış saatini beklerken, başka uçaklar yeni yolcuları Havana’ya getiriyordu. Kimi benim gibi tek başına, kimileri grup halinde, kimisinin heyecanı yüzünden okunuyor, kimisi endişeli, kimisi ise umursamaz... Bakalım Havana’da onları ne gibi sürprizler bekliyordu?

Bitiş

Havana’da geçirdiğim bir haftayı düşünüyorum da, bu yolculuk benim hayatımda ne kadar büyük bir değişiklik yapacak, bilmiyorum. Ama şu kesin ki çok uzun zamandır hayal ettiğim bir şeyi gerçekleştirme cesaretini kendimde buldum. Şimdi çok uzun bir yoldan dönüyorum. Bambaşka biri olmasam da, farklı tecrübelere sahibim artık. Sınırlarımı çok zorlamadım belki, ama asla yapabileceğime inanmadığım şeyleri de yaptım. Yola çıkarken söylediğim gibi, artık pek çok mesafe benim için çok daha kısa.

Havana’ya gelince... Ne büyük keşifler, ne de büyük hayal kırıklıkları kaldı geride. Kübalıların dediği gibi “Hiçbir şey kolay değil”. Bu Kübalılar için olduğu kadar, yabancılar için de geçerli. “Beyaz adamın uygarlığındaki” rahatlık ve hazıra konma burada yok. Ama kendine özgü bir samimiyet ve basitlik var. Hayatın temele indirgenmiş bir şekli var. Oradaki insanların hangi koşullarda yaşadığını bilirseniz, onları anlamanız ve kabul etmeniz daha kolaylaşır. Düşününce, turistlere atılan kazıkları, adım başı puro satmaya çalışanları ve sürekli bahşiş bekleyenleri de anlıyorum artık.

Havana’da çok değişik şeyler görebilirsiniz. Zor bir hayatla kavrulmuş insanları... Devrimin izlerini ve devrimin başaramadıklarını... Eğlenceyi ve daha fazlasıyla mücadeleyi... Havana’da siz bir yabancısınızdır ve sizi asla içine almayacaktır. Ama şu da gerçek ki, Havana’dan beklentileriniz her neyse, onları size sunacaktır.

Sinan Bâli, 25.05.2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder