27 Şubat 2010 Cumartesi

SAKİN VE GÜLER YÜZLÜ İNSANLARIN ÜLKESİNDE...

Giriş

İsviçre ile ilgili ilginç tespitlerden biri Graham Greene’in romanından uyarlanan “Üçüncü Adam” isimli filmde, Orson Welles’in canlandırdığı Harry Lime karakteri tarafından dile getirilir. Yanılmıyorsam şöyle bir şeydir: “Borjiyalar İtalya’yı 30 yıl boyunca savaş, korku ve kanla yönettiler. Ama aynı İtalya Michelangelo’yu, Leonardo da Vinci’yi ve tüm Rönesans’ı ortaya çıkarttı. İsviçre’de ise 500 yıldır barış, demokrasi ve kardeşlik hüküm sürüyor. Peki İsviçreliler ne yaptılar? Guguklu saat...”

Evet, İsviçre’ye doğru yol alırken aklımdan bunu geçiriyordum. İsviçre’nin ne kadar huzurlu ve düzenli bir yer olduğunu pek çok kez işitmiştim. Ancak bir o kadar da monoton olabileceğini... Gerçi benim gibi planlı-programlı yaşayan birisi için ideal bir ortam çıkabilirdi karşıma.

Zürih’te geçireceğim bir hafta içinde İsviçrelilerin gerçekten mesafeli, sıkıcı ve aşırı kontrollü insanlar mı, yoksa kendi yaşam koşulları içinde farklı renklere sahip, yaşamdan zevk almayı bilen insanlar mı olduklarını anlamaya çalışacaktım.

Aslında İsviçre’nin monoton bir ülke olması için sebep yok. Konumu gereği pek çok farklı kültürün özelliklerini taşıyor. Alman, Fransız ve İtalyan kültürlerini harmanlamasının yanı sıra uluslararası finans ve politikanın önemli bir merkezi olması nedeniyle dünyanın her yerinden insanları kendine çekiyor.

Ayrıca İsviçre meşhur tarafsızlığına bürünmeden önce, oldukça hareketli zamanlara tanıklık etmiş. Önceleri bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü kazanmak için uzun yıllar mücadele vermiş. Daha sonra coğrafi olarak Avrupa’nın merkezinde olması, 16. yüzyıldaki Reform hareketinde de merkezi bir rol oynamasına yol açmış. Ancak yöneticiler ve halk ortak bir karara varıp toplumsal bir barış ortamı oluşturmak için tüm politik çekişmelerden ve savaşlardan uzak duracaklarını deklare etmişler. Tarafsızlığı ve savaşlara girmemesi nedeniyle zamanla pek çok ünlü ve renkli kişiliğin sığındığı ve yaşadığı bir ülke olmuş İsviçre.

İsviçre’nin beni en çok çeken yanı ise doğası... Dağları, gölleri ve tablolara ilham veren manzaralarıyla İsviçre muhteşem bir görselliğe sahip. Her ne kadar kışın ortasında hayalimdeki manzaraları bulamayacaksam da, Alpler’in kendine özgü havasını içime çekmeyi ümit ediyorum.

Pek çok kez dünyanın en yaşanabilir şehirlerinden biri seçilen Zürih’te Avrupa kültürünü ve insanını yakından gözlemleyebileceğim bir hafta beni bekliyor.



06.12.2008 Cumartesi
Noel Baba’nın Sürprizi


İki buçuk saat kadar süren yolculuktan sonra, uçak Zürih’e doğru alçalmaya başladı. Yoğun bulutların arasından sıyrıldıktan sonra ormanlar, çayırlar ve biblo gibi köy evlerinin olduğu çok farklı bir manzara gözlerimin önünde uzanıyordu. Birden oyuncak tren setlerindeki minyatür evler ve istasyonlar aklıma geldi. Uçağın küçük penceresinden gördüğüm manzara bile bana düzeni ve dinginliği çağrıştırıyordu.

Sorunsuz bir pasaport kontrolünden sonra, bana bir hafta boyunca ev sahipliği yapacak, sevgili dostlarım Aslı ve Marcel beni karşıladı.

Hep birlikte evlerinin bulunduğu, Zürih’in biraz dışındaki Steinmaur adlı köye doğru yola çıktık. Otomobilin CD çalarında beni bir karşılama sürprizi bekliyordu: Heidi çizgi filminin şarkısı...


Akşam karanlığında Zürih Havaalanı’ndan, oyuncak gibi evler ve ağaçlıklı yollar arasından geçip Steinmaur’a vardık. Noel yaklaştığı için evlerin çoğu ışıklarla süslenmişti ve görülmeye değer bir manzara sunuyordu.

Eve gelir gelmez alelacele akşam yemeği yedik. Çünkü o gece Noel Baba eve davetliydi. Yemekte Fondue Chinoise – Çin Usulü Fondü vardı. Normal fondüden farklı olarak bunda dondurulmuş et dilimleri, fondü çatallarına takılıp kaynar et suyu dolu fondü tenceresine daldırılıyor. Bir süre kaynar suda tutulan etler, pişmiş olarak çıkartılıyor ve afiyetle yeniyor.

Biz yemek yerken evin kızları İris ve Jasmin, babaanneleriyle birlikte eve geldi. Az sonra da komşu çocukları ve ebeveynleri geldiler. Hep birlikte heyecanla Noel Baba’yı beklemeye başladık. İsviçre’de adetmiş. Noel öncesi eve bir Noel Baba davet edilir; o da çocukların bir yıl boyunca iyi-kötü yaptıklarını sayıp döker, biraz över, biraz da nasihat verir, hediyelerini dağıtıp gidermiş. Hediyeler de öyle büyük şeyler değil; çikolata, fıstık, bisküvi ve adam şeklinde çörek ya da benim tabirimle “Kete Adam”.


Noel Baba ve yardımcısı Schmutzli–Kirli biraz gecikmeyle de olsa geldi. Noel Baba sırayla çocukların ifadelerini aldı, çocuklar Noel Baba’ya şarkılarını söylediler ve Santa Klaus seremonisi sona erdi. Ben de Santa Klaus’un memleketlisi olarak, çocuklara Türkiye’den getirdiğim ufak tefek hediyeleri verdim. İsviçre’deki ilk akşamım çocuk cıvıltıları ve büyüklerle sohbet eşliğinde sona erdi. 

07.12.2008 Pazar
İlahi Fondü


İsviçre’deki ilk sabahıma uyandım. Oldukça yoğun bir gün beni bekliyordu. Öncelikle Aslı’nın kızı İris’in Santa Klaus Günü gösterisine katılacaktık. Santa Klaus Günü ya da bizim anlayacağımız şekliyle Noel Baba Günü, her yıl 6 Aralık’ta Santa Klaus’u anmak, onun yaptığı güzel işleri çocuklara anlatmak için düzenlenen bir günmüş, yani bir tür ön Noel. Steinmaur’a çok yakın olan Dielsdorf adlı kasabanın kilisesinde gerçekleşecek tören için hep birlikte hazırlanmaya koyulduk. Aslı benim sıkılacağımı düşünüyordu ama gerçek Santa Klaus’un ülkesinden gelen bir elçi olarak bu törende bulunmayı kendime borç bildim. Marcel çocukları alarak erkenden gitti, biz de Aslı’yla kahvaltımızı edip yola çıktık. Katolik Kilisesi’ne vardığımızda ayin başlamıştı. Pazar ayininin yanı sıra çocukların Santa Klaus gösterisi de sergilendi. Almanca yapılan ayinden ve okunan ilahilerden doğal olarak bir şey anlamamıştım, ama şunun farkına vardım: Onlar ayinlerini kendi dillerinde yapıyorlar ve dinlerinin buyruklarını anlayabiliyorlardı; ben ise camiye gittiğimde Arapça okunan dualardan hiçbir şey anlamıyordum, sadece ezberlediğim duaları okumakla yetiniyordum. Düşündürücü değil mi?

Kilise, modern bir mimariye sahipti. Bana biraz İskandinav mimarisinden etkilendiğini düşündüren sivri bir çatısı vardı. Özellikle çarmıha gerilmiş Hz. İsa heykeli modern üslubuyla kilisenin en dikkat çekici öğelerinden biriydi.

Ne yazık ki İris sahneye çıkmadı. Ancak ayinden sonra verilen kokteylde Noel Baba’nın yanında uzun bir şarkı söyledi ve büyük bir alkış aldı. Kilise faslından sonra biraz Dielsdorf sokaklarında gezindik. Kasaba olmasına rağmen, alışveriş merkezi, marketleri, otelleri, lokantaları, hatta lüks mağazalarıyla oldukça donanımlı bir yerleşim yeriydi burası. Kasabadaki binaların pek çoğu özgün İsviçre mimarisine sadıktı. Modern binalar da dikine değil, yatay olarak inşa edilmiş, böylece kasabanın silueti korunmuştu.


Noel yaklaştığı için İsviçre’de ve sanırım Avrupa’nın hemen her yerinde Christmas Markt’lar yani Noel pazarları kuruluyor. Bu pazarlarda el işleri, hediyelik eşyalar, yiyecek-içecek gibi pek çok şey hesaplı fiyatlara bulunabiliyor. Biz de Dielsdorf’un pazarından ufak bir alışveriş yaptık.

Dielsdorf’un ardından öğle yemeği için Buchenegg adlı dağ köyüne geçtik. Bu arada biraz oyalandığımız için Marcel, lokantada ayırttığı yer konusunda endişelendi sanırım. Marcel’in şahsında İsviçrelilerin zaman konusunda ne kadar hassas olduğunu bir kez daha gördüm. Eh, adamlar boşuna dünyanın en iyi saat üreticisi olmamışlar.


Zürih’in kenar mahallelerinden ve ormanlar arasından geçilerek gidilen Buchenegg, Zürih’in batı yakasında, Zürih Gölü’nü tepeden gören bir köy. Etrafta çeşitli oteller ve yerel yemekler sunan lokantalar var. Özellikle hafta sonları trekking, hiking gibi sporların meraklılarının uğrak yeri. Ormanın içinde yürüyüş için ideal parkurlar bulunuyor. Ayrıca Zürih’in önemli seyir noktalarından biri olan Uetliberg Tepesi de buraya oldukça yakın. Yürüyüşçüler kilometrelerce yürüdükten sonra Buchenegg’de fondü molası veriyorlar.

Ben de ilk gerçek peynir fondüsü deneyimimi Buchenegg Restaurant’ta yaşadım. Lokantaya girdiğimde duyduğum kesif peynir kokusuna alışmam uzun sürmedi. Fondünün pek çok çeşidi olmasına rağmen biz klasik bir fondü söyledik. İki tür peynir (bizimkinde Vacherin ve Gruyere vardı sanırım), sarımsak sıvanmış bir tencerede eritiliyor ve beyaz şarap ekleniyor. Küp küp kesilmiş ekmekler, uzun çatallara geçirilip erimiş peynire daldırılarak yeniyor. Ekmek yerine, patates de yenebiliyor. Özel fondü tenceresinin altında, peynirin eriyik olarak kalmasını sağlayan ufak bir ocak bulunuyor. Ayrıca erimiş peynir bitince, tencerenin dibine yapışmış kızarmış peyniri yemek de usulden. Ancak bunun için yanınızda tencerenin dibini kazıyacak Marcel gibi bir ustanın bulunması şart. Bir de uyarı: Eğer ekmeğinizi tencereye düşürürseniz, masadaki herkese içki ısmarlamanız gerekiyor.

Fondü ziyafeti

İnsanın fondü yerken dikkatli olması gerek. Bir tane ekmek, bir tane daha derken herhalde bir haftalık peynir yemiştim. Aslında yürüyüşü fondüden önce değil, sonra yapmak daha akıllıca.

Buradan sonraki durağımız ise Adliswil köyündeki bir gospel konseriydi. Marcel yine geç kalmamak için otomobili süratle kullanıyor, midemdeki peynirler de bir sağa bir sola kıvrılan dağ yollarıyla birlikte hareket ediyordu. Neyse kazasız belasız Adliswil’e vardık. Burası da tipik bir İsviçre köyüydü. Konserin verileceği kiliseye gittiğimizde salonun oldukça kalabalık olduğunu gördüm. Biz, Aslı’nın komşusu Tina’nın davetlisiydik. Koro da, Tina’nın aralarında bulunduğu solistler de amatör olmalarına rağmen çok başarılıydı. Işık gösterileri ve ritmik melodiler seyircileri coşturmuştu. Özellikle finalde Jingle Bells söylenirken artık kimse yerinde oturamıyordu. Daha önce dinleme fırsatı bulamadığım gospel konseri bana büyük keyif vermişti. Tina ve o akşam tanıştığım Aslı’nın diğer komşuları da gayet sempatik insanlardı. Müziğin evrensel dili sayesinde, o akşam hepimiz aynı coşkuyu paylaşmıştık.


08.12.2008 Pazartesi
Büyük Zürih Turu


Bugün resmi olarak Zürih keşfime başlayacaktım. Öğleye kadar işi olmayan Aslı, beni Zürih’e götürme ve oryantasyon konusunda yardım etmeyi önerdi. Alışmam için otomobili değil de demiryolunu kullanmayı kararlaştırdık. Steinmaur istasyonundaki otomattan bir Tageskarte-Günlük Bilet aldım. Bu biletle, geçerli olduğu bölgede 24 saat boyunca istediğim taşıta, istediğim kadar binebilirdim. Küçük istasyonlarda gişe yerine bu otomatlardan bulunuyor. Gideceğiniz bölgeyi, bilet çeşidini filan seçip parayı deliklerden içeri atıyorsunuz. Bazı biletleri bu makinelerde veya istasyonların çeşitli yerlerindeki ufak makinelerde damgalatmanız gerekiyor. Damgalatmazsanız ve bilet kontrolüne yakalanırsanız, yüklü bir ceza ödeme ihtimaliniz var. Ancak şansınıza güveniyorsanız, hiç bilet almadan da seyahat edebilirsiniz. Bu arada o kadar çok bilet çeşidi var ki, insan hangisinin daha uygun, daha hesaplı olacağına karar vermekte zorlanıyor. Benim gibi turistler için Tageskarte ve Zürich Card’ı önerebilirim.

İsviçre’nin gerçekten çok iyi bir toplu taşıma yapısı var. Hemen her yere raylı sistemle ulaşmanız mümkün. Trenler hesaplı, konforlu ve dakik. Biz “yurdu demir ağlarla ördük” diyoruz ama İsviçreliler resmen oya işlemişler.

Kısa bir yolculuktan sonra Hauptbahnhof (HB) – Merkez İstasyon’a ulaştık. Burası Zürih’in kalbi. İnsanlar buraya geliyor, burada buluşuyor, buradan bir yerlere gidiyor. Alışverişini yapıyor, yemeğini yiyor, ihtiyaçlarını görüyor. HB her daim hareketli. Alt katta banliyö trenlerinin peronları, orta katlarda her çeşit mağazanın bulunduğu Shopville adlı alışveriş merkezi, zemin katta ise şehirlerarası ve ülkelerarası trenlerin peronları, gişeler, turist bilgi merkezleri var. İnsan buradan çıkmadan tüm gününü geçirebilir.


Zemin katta yine bir Noel pazarı kurulmuştu ve Swarovski’nin devasa çam ağacı bulunuyordu. Henüz erken olduğu için pazardaki stantlar açılmamıştı. Biz de kendimizi sokağa attık. Bahnhof Platz’tan geçip Bahnhofstrasse’ye girdik.

Limmat Nehri ve Grossmünster Kilisesi

Bahnhofstrasse, Zürih’in en ünlü alışveriş caddesi. Dünyanın en ünlü ve lüks markalarının mağazaları sağlı sollu cadde boyunca uzanıyor. Bir kilometreden biraz daha uzun olan bu cadde, alışverişte dünyanın en zarif ve çekici caddelerinden biri olarak tanınıyor.

Aslı’yla ben sadece vitrinlere bakmakla yetindik, hatta vitrini kapatmayalım diye şöyle bir göz ucuyla baktık. Sadece büyük bir kitapçı olan Orell Füssli’ye girdik. Taşıt trafiğine kapalı, sadece tramvayların geçtiği Bahnhofstrasse boyunca yürürken Aslı da bana yardımcı olabilecek püf noktalarını sayıyordu. Paradeplatz’a geldiğimizde, ünlü çikolata üreticisi Sprüngli’nin kafesinde bir mola verdik. En tok insanın bile ağzını sulandıracak çikolata kokusu etrafa yayılıyordu. Tezgâhlardaki yüzlerce çeşit çikolata da cabası...

Sabah kahvesinin ardından Bahnhofstrasse’nin sonundaki Bürkliplatz’a kadar yürüdük. Şehri ikiye bölen Limmat Nehri burada Zürih Gölü’ne dökülüyordu. Aslı ile burada ayrıldık. Ben de büyük Zürih turuma başladım. Aslında daha önceden belirlediğim rotada Bahnhofstrasse en sonda yer alıyordu ama insan kadınlarla yola çıkınca rotasını şaşırıyor böyle. Hemen B planına geçtim ve şehri helezonvari bir rotada dolaşmaya karar verdim.


Limmat Nehri ve Zürih'in iki yakası

Şansıma yürüyüş yapmak için ideal, günlük güneşlik bir gündü. Bellevueplatz’tan başlayarak nehir boyunca yürümeye ve fotoğraf çekmeye başladım. İlk önce karşıma Wasserkirche ve Zürih’te Reformist hareketin başını çeken Uldrich Zwingli’nin heykeli çıktı.


1479 yılında inşa edilen Wasserkirche, yani Su Kilisesi, Zürih’in eski resimlerinde bir adacık üzerinde yer alıyor. Ancak şu anda yol geçtiği için karayla birleşmiş durumda. Kilisenin önemli bir özelliği Augusto Giacometti tarafından yapılmış camları. Kilisenin hemen arkasında yine 18. yüzyıldan kalma, eski bir bina olan ve sanat sergileri düzenlenen Helmhaus yer alıyor. 

Benim asıl hedefim ise Grossmünster Katedraliydi. Alçak bir tepe üzerinde yer alan katedrale gitmek için yolun diğer tarafındaki merdivenleri tırmanmak zorundaydım. Bu arada garip bir şey oldu. Tam kaldırımın kenarına geldiğimde yolda hızla ilerleyen bir bisikletçi durup bana yol verdi. Zürih’te tanık olduğum en ilginç şeylerden biri, yol boş olsa dahi, karşıya geçmek istediğinizde araçların durup size yol vermesiydi. Lüks otomobiller, cipler ben karşıya geçeceğim diye duruyor, üstelik arkasındakiler de ne kornaya basıyor, ne de el kol hareketi yapıyordu. Meğer yayaya yol vermek kuralmış. İşte İsviçre’de yayaya, daha da ötesi insana gösterilen saygının bir işareti... Ben de mümkün olduğunca kaldırımın iç taraflarında yürümeye, yolun boşaldığı yerlerde karşıya geçmeye özen gösterdim, aksi takdirde trafiği durdurdum diye mahcup hissediyordum kendimi.


Grossmünster, adı üstünde, Zürih’in en büyük katedrali. 1100 yılında yapımına başlanan bu Romanesk ve Gotik katedral, 16. yüzyılın ortasında Uldrich Zwingli’nin öncülüğünde Reform hareketinin de merkezi olmuş. 15. yüzyılda inşa edilen ve 18. yüzyılda kubbeyle örtülen iki kulesi şehrin her yerinden görülebiliyor. Özellikle Augusto Giacometti tarafından tasarlanan vitrayları dikkat çekiyor. Katedralin kulesine ufak bir ücret karşılığında çıkabiliyorsunuz. Ancak 150’den fazla basamağı tırmandıktan sonra nefesiniz kesiliyor, gözleriniz kararıyor. Kulenin tepesinde gözleriniz tekrar açılınca ise muhteşem bir Zürih manzarasıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Kuleden çepeçevre görebildiğiniz Zürih’in merkezinde, birkaç inşaat vinci haricinde silueti bozacak hiçbir yapı bulunmuyor. Zürihliler, şehirlerinin mimarisini ve görünümünü en iyi şekilde koruyorlar.


Grossmünster'in içinden
Grossmünster'in vitrayları

Grossmünster'in tepesinden Zürih

Kuleden inip biraz soluklandıktan sonra, yoluma nehrin kıyısından, Limmatquai’den devam ettim. Yol boyunca 17.-18. yüzyıldan kalma, Orta ve Kuzey Avrupa mimarisinde binalar yer alıyordu. Ördeklerin, kuğuların yüzdüğü nehrin diğer kıyısında ise cumbaları suya sarkmış eski evler göze çarpıyordu. Ayrıca 17. yüzyıldan kalma, heybetli bir taş yapı olan Belediye Binası-Rathaus da Limmat Nehri kıyısında bulunuyordu.

 
Limmat kıyısında binalar

Rudolf Brun Köprüsünden nehrin diğer yakasına geçtim ve Limmat Nehri’nin doğu yakasını tepeden gören Lindenhof Parkına tırmanmaya başladım. Roma döneminde vergi toplama noktası ve Zürih’in temellerinin atıldığı yer olan Lindenhof, şimdi şehrin ortasında bir vaha sanki.

 
Lindenhof'ta bir sokak

Satranç oynayanlar, çocuğunu gezdirenler, benim gibi fotoğraf çekmeye gelmiş turistler ve banklara oturmuş öpüşen âşıklar vardı Lindenhof’ta. Soğuğa rağmen banklardan birine oturup uzaktaki Grossmünster’i, Limmat Nehri’ni, Niederdorf’u, kat kat yükselen doğu yakasını seyrettim ve uzaklardan gelen şehrin sesini dinledim. Bu dinginlik ve parlak öğle güneşi altında saatlerce oturabilirdim ama daha gezmem gereken pek çok yer vardı. Lindenhof’tan aşağı inerken keşfettiğim, parke taşlı, daracık sokaklarda biraz oyalandım. Bacalarından dumanlar tüten, kapılarında, pencerelerinde yılbaşı süsleri olan küçük evlerin bulunduğu bu sokaklar eski zamanların izlerini taşıyordu. Geniş bir cadde olan Rennweg’e indiğimde ise beni butiklerin şık vitrinleri ve şık insanlar karşıladı. Öğle tatili ve havanın güzel olması nedeniyle insanlar sokaklara dökülmüştü. Bankacılar, iş adamları ve kadınları, vitrinlere bakan zarif bayanlar gerçekten varlıklı bir hava katıyordu sokaklara.

Öğle yemeği için mola vermenin zamanı gelmişti. Zürih’te yemek konusu bir süredir kafamı kurcalıyordu. Ne yiyeceğim değil de, ne kadar ödeyeceğim konusu... Çünkü Zürih’te dışarıda yemek oldukça pahalıydı. Bu nedenle pek çok insan ayaküstü bir şeyler yemeyi, paket yaptırmayı tercih ediyordu. Ancak bütün sabahı yürüyerek geçirdiğim ve biraz da üşüdüğüm için bir yerlerde oturmayı düşünüyordum.


Yine orijinal mimariye sahip, eski evleriyle çok şirin bir sokak olan Augustinergasse üzerinde uygun bir lokanta bakınırken Juice Market adlı bir lokanta gördüm. Ortam hızlı yemek tarzına uygun görünüyordu ve kapıdaki tabelaya göre fiyatlar makul sayılırdı, üstelik ismi de kulağa sağlıklı geliyordu. İçeri girdiğimde yemek yiyen beyaz yakalıların yanına oturmaktansa, gezgin tipime daha uygun olacağını düşündüğüm, sokağa bakan camekanın önündeki barda bir tabureye oturdum. Böylece yemek yerken geleni geçeni seyretme fırsatım da oldu. Fiyatlar hakkında bir örnek vermek gerekirse, kabak çorbası, ton balıklı irice bir sandviç ve taze portakal suyuna 27 CHF ödedim. Eh, Zürih standartlarında makul sayılır. Daha ucuzu muhtemelen seyyar büfelerde, fast-food lokantalarında veya büyük mağazaların lokanta bölümlerinde bulunabilir.

Yemeğin ardından Oyuncak Müzesi’ne gitmeye karar verdim. Fortunagasse üzerindeki binanın üst katında bulunan bu küçük müzede 18. yüzyıldan bu yana Avrupa’nın çeşitli yerlerinden toplanmış 1200’den fazla oyuncak bulunuyor ve müze ücretsiz gezilebiliyor. Özellikle ince işlemeleriyle oyuncaktan çok sanat eserini andıran bebek evleri, tren maketleri ve porselen oyuncaklar bir dönemin yaşam biçimini ve toplumun değişimini birebir yansıtıyor.


Oyuncak Müzesi’nin ardından, kulesinde Avrupa’nın en büyük saatinin olduğu St. Peter Kilisesi’ne doğru yola çıktım. Zürih’in en eski kilisesi; Romanesk mimarisi, Barok nefi, pembe-turuncu sütunları, zarif alçı süslemeleri ve kristal avizeleriyle aydınlık ve dingin bir hava taşıyor.

Sırada Zürih’in belki de en çok bilinen kilisesi Fraumünster vardı. Chagall’in vitraylarıyla ünlü bu müzenin yolunu bulmam biraz zaman aldı. Çünkü elimdeki haritada, haritayı basan saat mağazasının kocaman resmi sokak isimlerini kapatmıştı. Birkaç kez aynı sokakları turladıktan sonra, kendimi yokuş aşağı vurdum ve nehre ulaştım. Daha sonra da Fraumünster’in bulunduğu Münsterhof Meydanı’na çıktım.

Fraumünster ve St. Peter Kiliseleri

İlk temelleri 9. yüzyılda atılan Fraumünster Kilisesi, zaman içinde büyüyerek görkemli bir yapıya dönüşmüş. Geç Gotik mimarinin izlerini taşıyan kilisenin en büyük özelliği, 1970’te Marc Chagall’in tasarladığı 5 vitray pencere.

Bir süre koro bölümünde oturup vitrayları seyrettim. İncil’den sahnelerin resmedildiği beş pencerede, beş ayrı renk hâkimdi. Chagall’in modern tarzı kilisenin Gotik üslubuna tezat oluşturuyor, ama bir o kadar da vitrayları etkileyici kılıyordu. Tam üstümdeki çan kulesinin tavanındaki yıldız süslemeleri göksel bir hava katıyordu.


Mekanın büyüsünden kurtulup dışarı çıktığımda güneş batmak üzereydi. Quaibrücke üzerinden hızla tekrar nehrin doğu yakasına geçtim ve aslında ilk başta geçmeyi planladığım Niederdorfstrasse’ye girdim.

Niederdorf eski şehrin barlar, lokantalar, antika dükkanları, butikler ve yine Noel tezgahları ile dolu capcanlı bir sokağıydı. Açıkçası burası Bahnhofstrasse’den daha mütevazı ve sempatik geldi bana. Akşam karanlığı çökmek üzere olduğu için sokağı hızla bir uçtan diğer uca kat ettim.


Niederdorf’un Spielgasse ile kesiştiği yerde Cabaret Voltaire gözüme çarptı. Burası Dadaizm akımının manifestosunun atıldığı yerdi. Tristan Tzara, Hugo Ball, Hans Arp gibi Dadacıların bir araya geldiği bir mekandı ve hâlâ kafe-kültür merkezi olarak faaliyet gösteriyordu. Her ne kadar Dadaizm’e özel bir merakım yoksa da burayı gezi listeme işaretlemiştim, ancak Zürih ziyaretim boyunca içine girme fırsatım olmayacaktı.

Niederdorfstrasse’nin sonunda Central denen meydana ulaşmıştım. Köprüden karşıya geçip başlangıç noktam olan Hauptbahnhof’a geldim. İş çıkışı saati olduğu için büyük bir hareketlilik vardı. Zurich Card almak için turist bürosuna yöneldim. Zurich Card benim gibi turistler ve kendi şehrini merak eden Zürihliler için ideal bir çözüm. Bu kartla Zürih merkezinde bir ila üç gün arasında tüm toplu taşıma araçlarından sınırsız yararlanabiliyorsunuz, çeşitli müzelere ücretsiz girebiliyorsunuz ve başka avantajlardan faydalanabiliyorsunuz. Benim aldığım Zurich Card Plus ise 24 saat boyunca tüm Zürih kantonunda geçerli ve Winterthur, Rheinfall gibi bölgeleri de kapsıyor. Bu kart da daha önce bahsettiğim damgalatılması gereken kartlardan biri.


Trenimin kalkmasına vakit olduğu için, sabah gezemediğim Christmas Markt’ta dolaştım ve devasa çam ağacını yakından gördüm. Burası gerçekten Zürih’in en canlı yeriydi. Hediyelik eşyacılar, el işi satanlar, çikolatacılar, sosisçiler, sıcak şarap satanlar, ayaküstü fondücüler... Ne arasanız vardı.

Biraz da Shopville’de turladıktan sonra, trenimin hareket edeceği perona yollandım. Aslı’nın “2 saatte bitirirsin” dediği Zürih’in merkezini yaklaşık 8 saatte gezmiştim, üstelik aklımda olan bazı yerleri göremeden. Sanırım bu bir rekordu.

09.12.2008 Salı
Kanunsuzlar


Bugün Aslı ile birlikte şehrin dışına çıkmaya karar verdik. Duraklarımız Rheinfall, Schaffhausen ve Winterthur’du.

Aslı’nın minivanına bindik ve kolaylık olsun diye navigasyon sistemine Rheinfall’a gideceğimizi söyledik. Navigasyon sistemi “sağa dön, sola dön, 200 metre ileride kavşak var” gibi direktiflerle bizi yönlendiriyordu. Ancak nasıl olduysa birden kendimizi Almanya sınırında bulduk. Sistem, benim Schengen vizesine sahip olmadığımı bilmediği için Rheinfall’a giden en kısa yolu göstermişti. Neyse ki Aslı’nın İsviçre pasaportunu gören görevliler geçmemize izin verdiler. Böylece Almanya topraklarına da ayak bastım. Eh, otomobilin içinde pek ayak bastım denemez, ama en azından Almanya’yı da gördüm.

Uluslararası sınır mevzuatlarını delmemizin ardından “Ne kadar asiyiz, hem maceracı hem de yasadışıyız” diyerek “Thelma & Lou” edasıyla yol almamız ancak 10 dakika sürdü. Az sonra yeniden İsviçre topraklarındaydık. Ancak o gün kanunsuz yaptığımız tek iş bu olmayacaktı. Bu arada Aslı, alışveriş için sık sık sınırı geçtiklerini, çünkü Almanya’da fiyatların daha uygun olduğunu belirtti.


Kısa bir yolculuktan sonra Avrupa’nın en büyük şelalesi Rheinfall’a vardık. Avrupa’nın en büyük nehirlerinden Ren’in üstündeki bu şelalede, doğanın gücü karşısında etkilenmemek olanaksızdı. Üstelik nehrin debisinin nispeten düşük olduğu kış aylarında bile Rheinfall heybetli bir görüntü sunuyordu.


Rheinfall’da dakikada 700 metreküp su, 23 metre yükseklikten akıyor. Yaz aylarında Ren Nehri’nde gezi tekneleriyle dolaşılabiliyor, hatta şelalenin dibindeki kayalara yanaşıp, kayaların üstüne çıkılabiliyor. Ayrıca yine şelalenin altındaki seyir teraslarından akan suyun sesine ve gürültüsüne yakından tanık olunabiliyor.

Nehrin kıyısındaki hediyelik dükkanında yaptığımız ufak bir alışverişten sonra, doğruca şelalenin tepesindeki Laufen Kalesi’nin yolunu tuttuk. Ancak kaleye vardığımızda tadilat nedeniyle kapalı olduğunu gördük. Ayrıca kalenin yanından nehrin kıyısına inen patikada da “Zutritt-Girilmez” yazısı vardı. Ancak bu yazı bizim gibi kanunsuzları durduramazdı, üstelik oraya kadar gitmişken aşağı inmeye kararlıydık. Biz de tabelalarda denildiğini yaptık ve “zutrittip” geçtik.


Burada bile küçük bir tren istasyonu vardı. Yazın teknelerin yanaştığı yere kadar indik. Şelalenin manzarası nehrin bu yakasından da çok güzeldi. Ben bol bol fotoğraf çekerken, Aslı da hakiki Küba puritosunu tüttürdü.


Bir sonraki durağımız Schaffhausen’di. Almanya sınırına oldukça yakın olan bu sanayi kenti, özgün dokusunu korumayı başarmıştı. Kenti tepeden gören Munot Kalesi’ne çıktık. Puslu havaya rağmen manzara fena değildi. Durgun akan Ren Nehri, kalenin altında yer alan eski binalar, daha ilerideki ticari yapılar ve karşı tepede yükselmekte olan modern bloklar eskiden yeniye doğru değişimi göz önüne seriyordu. Burada da fazla oyalanmadan asıl hedefimiz olan Winterthur’a doğru yola çıktık.

Winterthur da bir sanayi kenti olmasına rağmen, sanat müzeleri, Oskar Reinhart resim koleksiyonları ve fotoğraf müzeleriyle sanatseverler için vazgeçilmez bir uğrak noktası. Üstelik Zürih’ten trenle sadece 15 dakika uzaklıkta.

Winterthur’daki ilk işimiz park yeri bulmak oldu. Ancak Aslı’nın da bilmediği bu şehirde, ukala navigasyon cihazımız da yardımcı olamayınca, bir süre ana caddelerde ve yan sokaklarda dolandık durduk. Bu nedenle bayağı bir vakit kaybettik, ama bu sayede ara sokaklardaki eski kâgir köşkleri görme fırsatı bulduk. Orson Welles’in Muhteşem Ambersonlar adlı filmindeki eve benzeyen, 19. yüzyıl mimarisinin izlerini taşıyan bahçe içindeki bu 3–4 katlı evler, Winterthur’un köklü burjuva ailelerinin ikametgâhları olmalıydı. Belki de hâlâ aynı ailelerin fertleri bu evlerde yaşıyordu.

Winterthur'da bir cadde

Gökyüzünü kaplayan gri bulutların keskin gölgeleri yok edip donuk bir renk verdiği bu şehirde, yapraklarını dökmüş ağaçlar arasında kalan, pencerelerinden solgun ışıklar süzülen, bu güzel yapıların önünden geçerken, sanayici ya da tüccar kökenli o ailelerin yükselişini, evlerde verilen davetleri, şaşalı yılbaşı partilerini, yaşanan dramları ve zamanla ailelerin sönüp gidişini düşünmeden edemedim.

Sonunda bir alışveriş merkezinin altında park yeri bulduk. Karnımızı doyurmak için şehrin merkezinde güzel bir İtalyan lokantasına girdik. Yemeğin ardından Winterthur kültür turumuza başladık. Ancak ilk olarak gittiğimiz Güzel Sanatlar Müzesi tadilat nedeniyle kapalı olduğu için kısa bir hayal kırıklığı yaşadık. Ancak bir yerde iyi oldu. Çünkü bir cadde ötede, Stadtgarten Caddesi’ndeki Oskar Reinhart Müzesi’ne bol bol vakit ayırabildik. Müzeye girişte de ufak bir yasadışı hareketim oldu. Henüz damgalatmamış olmama rağmen, Zurich Card’ımı müzeye ücretsiz giriş için kullandım.

Tadilattaki Güzel Sanatlar Müzesi

1965 yılında ölen Oskar Reinhart adlı koleksiyoncunun topladığı, 18. ve 20. yüzyıl arasında yapılan 500’ün üzerinde resim bulunuyor bu müzede. Caspar David Friedrich, Heinrich Füssli, Arnold Böcklin, Ferdinand Hodler gibi Avusturya, Almanya ve İsviçre kökenli ressamların pek çok resmi sergileniyor. Özellikle manzara resimleri ve mitolojik resimler ilgi çekici.

Baştan aşağı dolaştığımız müzeden çıktığımızda hava kararmıştı ve aksi gibi iş çıkışı trafiğine kalmıştık. Çocukları komşuya emanet etmiş olan Aslı bir an önce eve gitmek için acele ediyordu. Bu nedenle otoyolda giderken hız limitini biraz aşınca, aniden bir flaş çaktı. Otoyol kenarındaki kameralardan biri fotoğrafımızı çekmişti, ceza kesilecekti. Sonunda Bonnie ve Clyde kanunun pençesine düşmüştü. Gün içinde yaptığımız kanunsuz işlerin diyetini böylece ödemiştik. İşin kötüsü, fotoğraf çekilirken benim saçlarım dağınık, Aslı da makyajsızdı.

10.12.2008 Çarşamba
Alpler’e Kar Yağmış, Bakmaya Doyamam Aman – Zürih Kantonundan Bir Yodel


Karlı bir güne uyandık. Gece yağan kar her yeri beyaza bürümüştü. Kültür turuma bugün Zürih’te devam edecektim. İki önemli hedefim vardı: Schweizerisches Landesmuseum ve Kunsthaus, yani İsviçre Ulusal Müzesi ve Güzel Sanatlar Müzesi.

Steinmaur istasyonunda karlı bir sabah

Zürih’e tek başıma indim. Hauptbahnhof’un Landesmuseum tarafından çıktım. Zürih, Steinmaur kadar karlı değildi. Müzeye girmeden önce, Limmat ve Sihl Nehirlerinin kesiştiği yerde, boynuz gibi sivri bir çıkıntı yapan Platzpromenade parkında biraz dolaştım. İnceden yağan kar altında çöpçüler ve köpeğini gezdiren birkaç kişi dışında parkta kimse yoktu. Burası Landesmuseum’un bulunduğu heybetli sarayı uzaktan görmek için ideal bir noktaydı.


Orta Çağ’ın izlerini taşıyan Landesmuseum, aslında 19. yüzyılda inşa edilmiş, bir dizi kulesi ve avlusuyla etkileyici bir yapı. Müzede İsviçre’nin kültürel tarihine ait pek çok parça sergileniyor. Tarih öncesi devirlerden başlayarak, Roma dönemi, Orta Çağ, Rönesans-Reform, yakın dönemler ve 20. yüzyıla uzanan bir yolculuk yapmak mümkün. Taş Devrine ait arkeolojik buluntular, Roma devri kalıntıları, dini resimler, vitraylar ve freskler, silahlar, kıyafetler, mobilyalar, haritalar ve envai çeşit antika görülebiliyor. Yıl içinde geçici sergiler de düzenleniyor.


Müzede beni en çok etkileyen bölüm, sanat eseri çini sobalara ve süslü ahşap tavanlara sahip, orijinal haliyle korumuş 16.-17. yüzyıla ait odalardı. Ayrıca altın işçiliğinin ihtişamlı örneklerinin sunan Roma hazineleri sergisi de görülmeye değerdi.


Yaklaşık iki saat süren müze gezisinden sonra, nehrin diğer yakasına geçtim ve turuma devam etmeden öğle yemeği yemeye karar verdim. Birkaç gün önce Niederdorfstrasse üzerinde gördüğüm döner büfelerinden birine girdim. Dönerci benimle Almanca konuştu, ben Türkçe cevap verdim. Açıkçası beklediğim kadar sıcak bir karşılama olmadı. Daha sonra Aslı’dan öğrendiğime göre Türk asıllı İsviçreliler, Türkçe konuşulmasından pek hoşlanmıyorlarmış. Neyse ki dönerin lezzeti fena değildi, üstelik hesaplıydı. İlginç bir nokta: döneri tıraş makinesi gibi bir aletle kesiyorlardı. Ne de olsa orası Avrupa!

Hızlı bir yemekten sonra, Zürih Üniversitesi’nin önündeki Polyterasse adlı seyir teraslarına çıkmak için Polybahn’a bindim. Bu raylı araç, Karaköy-Beyoğlu arasındaki tünelin açıkta çalışan versiyonuydu.

Polyterasse’den Zürih’in damları ve kuleleri rahatça görülebiliyordu. Kar ince ince yağarken, manzara insana hafif bir hüzün ve sükûnet veriyordu. İnsanların soğuktan evlerine çekildiği, sokaklarda sadece şehrin koruyucu meleklerinin dolaştığı melankolik bir Noel manzarası canlandı hayalimde.


Bu melankoli halinden sıyrılıp yürüyüşüme devam ettim. Üniversite binalarının bulunduğu Künstlergasse’yi takip ederek Heimstrasse’ye indim, oradan da Kunsthaus’un bulunduğu meydana yürüdüm. Müzenin karşısında süslü bir cephesi olan Zürih Tiyatro Binası da bulunuyordu. Yine Zurich Card’ımı kullanarak müzeye ücretsiz giriş hakkı elde ettim, ancak İtalyan ressamların geçici sergisi için ayrıca ücret ödemem gerekti.

Avrupa’nın en önemli sanat müzelerinden biri olan Kunsthaus, ağırlıklı olarak 19. ve 20. yüzyıla ait sanat eserlerine ev sahipliği yapıyor, ancak eski dönemlere ait eserlere de rastlamak mümkün. Müzenin koleksiyonunda kimler yok ki? Füssli, Böcklin, Hodler, Alberto Giacometti gibi İsviçreli ve Alman sanatçıların yanı sıra, Rembrandt, Rubens, Monet, Cezanne, van Gogh, Gaugain, Manet, Dali, Picasso, kendisine ayrılmış özel bir bölümle Norveçli sanatçı Edvard Munch, daha yenilerden Andy Warhol, Liechtenstein, Man Ray ve pek çok ünlü sanatçı...


O güne kadar sadece sanat tarihi kitaplarında, ansiklopedilerde gördüğüm sanatçıların eserleri gözlerimin önündeydi işte. Bir sanat mabedindeydim ve saatlerce burada kalabilirdim. Bacaklarım artık yürümeyi reddetse de müzeyi baştan aşağı dolaşmayı başardım. Devamlı sergilerin yanı sıra, Fransız Empresyonistlerden etkilenmiş olan İtalyan Divizyonistlerin sergisi de görülmeye değerdi. Kunsthaus, o ana kadar Zürih’te gördüğüm en kalabalık mekandı. Turistlerin dışında, sınıfça gelen lise ve üniversite öğrencileri ile sıradan Zürihliler de müzenin ziyaretçileri arasındaydı. Müzeyi gezerken bazı ziyaretçilerin telefon gibi bir ses cihazı aracılığıyla belli başlı resimler hakkında bilgi aldıklarını gördüm. İsteyen herkese bu cihazlardan veriliyor muydu, yoksa ücretli miydi bilmiyorum. Ben çok geç fark ettim. Ancak İtalyan ressamlar sergisinin girişinde bu cihazlardan ücretsiz yararlanılabildiğini görünce, ben de bir tane aldım.

Kunsthaus’u, zevkten yüzüme yayılan büyük bir gülümseme ile terk ettiğimde hava kararmıştı. Sanat galerilerinin bulunduğu Rämistrasse’yi takip ederek Bellevueplatz’a indim. Buradan bir tramvaya binecek, Aslı ve çocuklarla buluşmak üzere Letzipark’a gidecektim. Tramvay her zaman olduğu gibi tam zamanında geldi ve merkezin biraz kenarında kalan Letzipark’a doğru yola çıktım. Zürih’in akşamı da başka güzeldi. Mağazaların ışıl ışıl vitrinleri tüketim duygusuyla karışık bir yılbaşı ruhu yayıyordu.


Letzipark büyük bir alışveriş merkeziydi. Aslı’yla buluştuktan sonra Manor adlı mağazada hediyelik alışverişi yaptık. O sırada Marcel’de bize katıldı ve hep birlikte bir akşam yemeği yedik. Yemeğin ardından eve dönerken, saat henüz 8 olmasına rağmen yolların bomboş olduğunu gördüm. Kaldırımlarda yürüyen birkaç kişi, yollarda tek tük araç vardı. Akşam oldu mu Zürih’te el ayak çekiliyordu. Ama en azında şehir merkezinde hayatın devam ettiğine eminim. Ne de olsa Zürih’te her tür beğeniye uygun eğlence sunan bir dolu bar, gece kulübü ve eğlence mekanı var. Ben gitme fırsatı bulamadım ama batı yakasında bulunan Langstrasse gece eğlenceleri için ideal bir bölgeymiş.

11.12.2008 Perşembe
Kendi küçük, ismi büyük ülke...


Geldiğimden beri, “Liechtenstein, Liechtenstein” diye evdekilerin kafasını şişiriyordum. İsviçre’de görülmeye değer pek çok yer varken, Avrupa’nın ortasındaki bu ufacık ülkeye takmıştım. Çok özel bir merakım olduğundan değil, ama buralara kadar gelmişken aradan bir ülke daha çıkarmak istiyordum.

Liechtenstein Prensliği, 160 kilometrekarelik yüzölçümü ve 30 binin üstünde nüfusuyla Avrupa’nın dördüncü küçük ülkesi. Tarihi 14. yüzyıla dayanan prenslik, 18. yüzyılın başında Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan şimdiki toprakları satın alınarak kuruluyor. Bağımsızlığına ise 1806’da kavuşuyor. Liechtenstein posta pullarıyla ünlü. Koleksiyoncuların vazgeçemediği, ince işlenmiş pullar, ülkenin ekonomisine de önemli bir katkı sağlıyor.

Liechtenstein Şatosu

Ben de bu küçük ülkenin küçük başkenti Vaduz’a gitmeye ve prensin şatosunu görmeye niyetliydim. Aslında kayak merkezi olan Malbun’un daha görülmeye değer bir yer olduğu söyleniyordu, ama benim kayağa ilgim yoktu.

Aslı beni sabah erkenden Dielsdorf istasyonuna götürdü. Buradaki gişeden tüm yolculuğumu kapsayacak bir gidiş-dönüş bileti aldım. Bu biletle Zürih Hauptbahnhof’ta şehirlerarası trene aktarma yapacak, İsviçre sınırındaki Sargans’a gidecek, Sargans-Vaduz arasındaki sınırı geçen otobüse de binebilecektim. İsviçre’de tek biletle tüm ülkeyi, hatta belki de tüm Avrupa’yı gezmek mümkün.

Vaduz yolunda

Zürih ile Vaduz arası yaklaşık iki buçuk saat sürüyordu. Tren dağlar arasındaki vadilerden geçerken, karla kaplı ormanları, dağların yamaçlarındaki dağ köylerini, ahşap evleri seyrediyordum. Sargans’a yaklaştıkça pencereden gördüğüm kır manzaraları tabloları andırıyordu. Boşuna bu bölgeye Heidiland demiyorlardı.

Vaduz yolunda

Sargans’a vardıktan sonra acaba Liechtenstein sınırını geçerken bir problem yaşar mıyım diye düşünmeye başladım. Ama bindiğim otobüs bir semtten diğerine gider gibi sınırı geçti. Daha doğrusu Ren Nehri’nin üzerindeki köprüyü geçti. Ortada ne bir sınır, ne kontrol vardı.

Vaduz’un merkezine vardığımda, İsviçre şehirlerinden oldukça farklı bir mimariyle karşılaştım. Binalarda beton, cam ve çeliğin hâkim olduğu görülüyordu, aralarda bölgenin tipik mimarisine uygun yapılar yok değildi ama sanırım Vaduz, İsviçre’den farklılaşmak için daha modern bir mimari anlayışı benimsemişti.

Vaduz merkez

İlk iş olarak turist bürosuna gidip bir şehir planı aldım. Hem de pasaportuma Liechtenstein damgası bastırdım. Resmi bir gerekçesi olmaktan çok, 3 CHF tutarındaki bu damga, turistik bir anıydı.

Vaduz’un küçük çarşısından geçerek şatonun yolunu tuttum. Yayalar için özel olarak işaretlenmiş bu yol, ağaçların arasından geçen çok dik bir patikaydı. Her taraf karla kaplı olduğu için yokuşu tırmanmak bayağı zorluyordu. Ama yol kenarında Liechtenstein’ı tanıtan tabelaları okuya okuya şatonun bulunduğu alana tırmandım.


Şato ziyaretçilere kapalı, çünkü hâlihazırda prens ve ailesi kalede yaşıyor. Şatonun kurulduğu kayalığın tepesinden Vaduz’u ve sınırın ötesindeki İsviçre’yi kuşbakışı seyretmek mümkün.


Tepeden Vaduz

Etrafta benden başka “deli” olmadığı için karla kaplı ağaçlıklar arasında yalnızlık duygusuna kapıldım, ama manzaranın tadını çıkarmaya baktım. Aynı yokuştan inerek, çarşıda biraz turladıktan sonra öğle yemeğimi güzel bir lokantada yedim.


Vaduz’da neredeyse bütün önemli binalar çarşının bulunduğu Städtle Caddesi’nin üzerinde: Belediye Binası, Posta Müzesi, Ulusal Müze, Sanat Müzesi, Parlamento, Hükümet Binası ve Katedral.

Ben de Liechtenstein’ın alâmetifarikası pulları görmek için Posta Müzesi’ne gitmeye karar verdim. Bu ufak müzede 200 yıllık bir zaman diliminde posta teşkilatının gelişimi, kartpostallar ve pullar, pul yapımıyla ilgili bilgiler sergileniyor.

 
Vaduz çarşısı

Son birkaç gündür yeterince müze gezdiğim için, diğer müzelerle pek ilgilenmedim. Vaduz sokaklarında biraz dolaştım, ama şehir bana fazlasıyla soğuk ve itici geldi. Zaten fazla bir beklentim yoktu ve bir ülke daha görme amacıma da ulaşmıştım. Vakit kaybetmeden geldiğim rotayı izleyerek dönüşe geçtim.

Vaduz Katedrali

Sargans ve çevresi, Vaduz’dan kat kat daha güzeldi. Ahşap oymacılığının güzel örneklerini barındıran evler masalsı bir görüntü sunuyordu. Özellikle Sargans-Ziegelbrücke arası muhteşem manzaralara sahipti. Tren, Walen Gölü’nün kıyısından geçerken, karşı kıyıdaki irili ufaklı köyler, ormanlarla kaplı, beyaza bürünmüş tepeler ve gölün üstüne inmiş beyaz bulutlar Alpler’de olduğumu sonuna kadar hissettiriyordu.

Eve döndüğümde ise beni bir sürpriz bekliyordu. Aslı İsviçre mutfağına özgü bir yemek olan “raclette” sofrası kurmuştu. Yine bir peynir yemeği olan raclette’te, kare şeklinde dilimlenmiş, farklı lezzetlerde peynirler minyatür tavalara koyularak sofranın ortasındaki elektrikli ocağın üzerinde eritiliyor. Eriyen peynir tabağa alınıyor ve çeşitli garnitürlerle karıştırılarak yeniyor. Sanırım günün en doyurucu kısmı raclette sofrası olmuştu.

12.12.2008 Cuma
Güllerin Şehrini Ziyaret


Artık tatilimin son günündeydim. Bugün için önceden hiçbir plan yapmamıştım. O nedenle Aslı, kayınvalidesinin yaşadığı, Marcel’in de doğum yeri olan Rapperswil’e gitmeyi önerdi.

Zürih’ten 20 dakika kadar uzakta olan, Zürih Gölü kıyısındaki Rapperswil “Güller Şehri” olarak da biliniyor. Nüfus olarak şehir büyüklüğünde olmasa da, tarihteki önemi ve konumu nedeniyle İsviçre’nin en küçük şehirlerinden biri olarak kabul ediliyor. Sembolü gül olan şehirde, gül yetiştiriciliği ve şarap bağları önemli bir yer tutuyor. St. Gallen kantonuna bağlı olan şehir, geçmişte Zürih’le çekişme içindeymiş, hatta aralarında savaşlar olmuş. Zürih tüm çabalarına rağmen bu güzel şehri kendi kantonuna bağlayamamış. Bugün ise Rapperswil, şık ve seçkin bir sayfiye şehri.


İlk durağımız Rapperswil Kalesi oldu. 13. yüzyıla tarihlenen bu kale, özellikle saat kulesiyle dikkat çekiyor. Kalenin bahçesinde geyikler dolaşıyor. Zürih Gölü’ne uzanan bir yarımada olan Rapperswil’i tepeden gören kalenin içinde bir de Polonya Müzesi bulunuyor.



Kalenin bahçesindeki geyikler

Biz gittiğimizde müze kapalıydı. Ama kaleden Zürih Gölü ve Rapperswill manzarası müthişti. Açıkçası baharda bu manzaranın ne kadar güzel olacağını düşünmeden edemedim. Kısa kale ziyaretinin ardından göl kıyısına indik


Gölün üzerinde, eskiden iki kıyıyı birbirine bağlayan tahta köprünün yerinde artık bir bent var. Ancak eski tahta yolun bir kopyası geçtiğimiz yıllarda yeniden inşa edilmiş.

Şehrin eski sokaklarında dolaşırken, parke kaplı yollar, eski binalar beni Orta Çağ’a götürdü. Şurası kesin ki eskiyi yaşatmak konusunda kimse İsviçrelilere laf edemez.


Daha sonra öğle yemeği için, şehrin nispeten modern bölgesindeki Manor alışveriş merkezine gittik. Manor İsviçre’nin büyük mağaza zincirlerinden biri. İçinde gıdadan giyime kadar her şey var. Ayrıca bazılarında açık büfe restoranlar da bulunuyor ki hem çeşit bol hem de hesaplı. Sıcak yemek, sebze, garnitür, tatlı, meyve, ne isterseniz bu lokantada bulabiliyorsunuz. Farklı yemek türlerine ayrılmış bölümlerden istediğiniz yemeği aldıktan sonra ödemeyi kasaya yapıyorsunuz. Bir de yemeğinizi bitirdikten sonra tepsinizi, özel raflara bırakmanız gerekiyor.

Yemekten sonra Marcel’in annesine çaya davetliydik. Biraz geç kaldığımız için hızla yola koyulduk. Herzoglar şehri tepeden gören büyük bir evde oturuyorlardı. Madam Friedl artık yalnız yaşıyordu, ama yılların biriktirdiği hatıralar onu yalnız bırakmamıştı. Marcel ve ablası Isabel’in odaları hâlâ eskisi gibi korunuyordu. Antika mobilyalarla dolu bu evin kaleyi, şehri ve gölü gören harika bir manzarası vardı. Ayrıca hanımın kendi elleriyle yaptığı küçük biblolar ve krippe denilen, Hz. İsa’nın doğumunu tasvir eden ufak bebekler eve ayrı bir Noel havası katmıştı. Farklı boydaki krippe’leri Zürih’teki kiliselerde ve Vaduz’da daha önce görmüştüm.

Çaylarımızı içtikten sonra izin isteyip kalktık. Hafiften kar başlamıştı, daha Zürih’te alışveriş yapacaktık ve uzun bir yolumuz vardı.


Dönüşü, göl kıyısını takip eden Seeweg üzerinden yaptık. Altın Sahil de denilen bu bölge sağlı sollu köşkleriyle, lüks otelleriyle Zürih’in zenginlerinin ve ünlülerin tercihiydi. Hatta Tina Turner’ın da oralarda bir yerde oturduğu söyleniyordu.

Zürih’e varınca, otomobili Opera Binası’nın önünde park edip hemen ara sokaklardan Bahnhofstrasse’ye çıktık. Son birkaç hediyelik ve çikolata alışverişim kalmıştı. Işıl ışıl vitrinler, yılbaşı süsleri, özel ışıklandırılmış binalar Bahnhofstrasse’ye gelen herkesi yılbaşı ruhuna büründürdüğüne eminim. Burası gündüz olduğu kadar, akşam da görülmesi gereken bir yer. Her ne kadar dünyanın en lüks markalarının mağazalarından alışveriş edemesek de olsun. O caddede yürümek bile insanın kendisini dünya sosyetesine dahil hissetmesine yetiyor.


Alışverişimizi tamamlayıp Zürih’in akşam ışıklarını da gördükten sonra, vakit kaybetmeden eve döndük. İsviçre’deki son akşam yemeğimde, Aslı bir İsviçre spesiyalitesi olan “rösti” pişirdi. Her ne kadar kendisi sonuçtan pek memnun kalmadıysa da ben ilk kez yediğim bu patates yemeğini gayet lezzetli buldum. Eline sağlık Aslı!

Gecenin geri kalanı sakin geçti. Bol bol geziyle ve keşifle geçen bir haftanın finalini, çocuklarla – İris ve Jasmin’e Marcel’i de dahil ediyorum – çizgi film izleyerek yaptım.


13.12.2008 Cumartesi
Auf Wiedersehen!


Artık ayrılık vakti gelmişti. Sanırım İsviçre içimdeki alışveriş canavarını ortaya çıkarmıştı ki, Aslı’yla birlikte bavulumu zar zor kapattık. Bir dahaki sefere çikolataları taşımak yerine orada yiyeceğim.

Herzog ailesi cümbür cemaat beni havaalanına getirdi. Veda sahnelerini sevmem, ama ne yazık ki ayrılıkların da insan yaşamında vazgeçilmez bir yeri var. Uçağın kalkmasına pek fazla vakit kalmadığı için herkesle tek tek vedalaşıp uçağıma yollandım. Uçağın penceresinden Zürih’e bakarken bir dahaki sefer nereleri gezeceğimi düşünüyordum.

Bitiş

Bir haftalık gezimden çıkardığım sonuç şu oldu: İnsan İsviçre’yi en az iki kez ziyaret etmeli; bir kışın, bir de yazın... Ben de bir sonraki ziyaretimi yaz aylarına getirmeye çalışacağım.

Çok güzel bir doğası olan, modern ve uygar bir toplum yaratırken tarihini de korumayı başarmış bir ülkeden dönüyorum. Sakin, nazik, medeni insanların yaşadığı bir ülkeden... İsviçre’nin, İsviçrelilerin sorunları yok mu? Elbette var. Ama onlar sorunları sert tartışmalarla büyütmek yerine, uzlaşmayla çözmeyi yeğliyorlar ve ne olursa olsun insana değer veriyorlar. Coğrafyanın tüm sertliğine rağmen, yaşam şartlarını kolaylaştırmak için her şeyi yapıyorlar ve gülümsemeye devam ediyorlar. Keşke ben de böyle bir ülkede yaşasam. Keşke benim ülkem de böyle olsa... Belki bir gün... Önemli olanın insan olduğunu öğrendiğimizde...

Son bir dilek: Bana bir hafta boyunca kucak açan Aslı, Marcel, İris ve Jasmin’in evlerinden huzur, yüzlerinden gülümseme hiç eksilmesin.

Sinan Bâli - 19.12.2008 İstanbul

1 yorum:

  1. Merhaba Sinan Bey

    İsviçre'de doğmuş ve büymüş biri olarak gezi yazınızı büyük bir zevkle okudum.

    Kendimi evime gitmiş gibi hissettim.

    Sizi tebrik eder, güzel yazılarınızı devamını dilerim.

    Saygılarımla

    Volkan ÇATALKAYA

    YanıtlaSil