27 Şubat 2010 Cumartesi

MAKEDONYA: GÖNLÜMÜZÜ BIRAKTIĞIMIZ TOPRAKLAR


Giriş

Bir ağacın dalları ne kadar uzarsa uzasın, ne kadar yayılırsa yayılsın, beslendiği yer yine kökleridir. İnsanoğlu da biraz böyle değil mi? Nerede yaşarsa yaşasın, ekmeğini nerede kazanırsa kazansın, ne kadar dolaşırsa dolaşsın yine de köklerini beraberinde götürür. Ben de doğma büyüme İstanbullu olmama rağmen, Balkan Savaşlarında Üsküp’ten, Silistre’den, Dedeağaç’tan kopup gelmiş muhacirlerin torunu olarak, köklerimle olan bağımı gün geçtikçe daha kuvvetle hissediyorum.

Uzun zamandır Makedonya’ya gitmek istememin sebebi de köklerime duyduğum bu bağlılıktır. Anneannemin babası 1. Balkan Savaşı sırasında Üsküp’ten İstanbul’a göç etmiş. Onun babası ise Üsküp’teki Rufai dergâhının şeyhi İdris Efendi imiş.

Daha önce Üsküp’ü ziyaret etmiş olan akrabalarım Şeyh İdris Efendi’nin mezarının Rufai Tekkesinin içinde yer aldığından bahsetmişlerdi. Makedonya seyahatimdeki önceliğim, bu mezarı bulmak ve atalarımın yaşadığı toprakları yakından görmek olacaktı. 



29 Temmuz 2009
İki kimlikli Üsküp


Büyük İskender’in imparatorluğunu kurduğu Makedonya, belki de onun işgal ettiği ülkelerin ahı tuttuğu için, tarih boyunca akınlara maruz kalmış. M.Ö. 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu Makedonya’yı topraklarına katmış. M.S. 7. yüzyılda Slavlar bu topraklara yerleşmiş. 9. yüzyılda Bulgar kralı Simeon buraları işgal etmiş. Bir süre Makedonya Sırplar ve Bulgarların arasında el değiştirmiş. 1389’da ise Osmanlı bu toprakları fethedip 500 yıldan uzun sürecek hâkimiyetini başlatmış. Ta ki Balkanlar 19. yüzyıldaki milliyetçilik dalgalarıyla çalkalanıncaya kadar. 1800’lerin sonlarına doğru Makedonların başlattığı bağımsızlık hareketi ve onu izleyen 1912–1913 Balkan Savaşları, Makedonya’nın Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar arasında bölünmesine ve Osmanlı’nın bu topraklardan çekilmesine neden olmuş, ama hâlâ silinmemiş izler bırakarak.

2. Dünya Savaşı sırasında işgal edilen Makedonya, Josip Tito’nun önderliğinde özgürlüğüne kavuşturulmuş ve yeni kurulan Yugoslavya içinde yer almış. Tito’nun başkanlığındaki Yugoslavya, diğer Doğu Bloğu ülkelerine göre daha esnek ve özgür bir ülke olmayı başarmış. 8 Eylül 1991’de referandumla tekrar bağımsızlığını kazanan Makedonya, 90’larda Yugoslavya’da yaşanan savaşa pek karışmamış ama yine de savaşın etkilerini hissetmiş. Özellikle de Arnavut mülteciler sebebiyle. 2001’de Arnavutların başlattığı direniş, neyse ki kısa sürede çözümlenmiş ve hükümet Arnavut azınlığa kültürel ve politik açıdan daha fazla hak tanımış. 2005’te AB üyeliğine aday olan Makedonya’nın önündeki en büyük engellerden biri Yunanistan’la olan isim meselesi. Yunanistan da Makedonya’nın isim haklarını elinde tutmaya çalıştığından iki ülke arasına halen süren bir çekişme var.

THY’nin Üsküp uçuşu o kadar kısaydı ki Makedonya tarihiyle ilgili notlarımı okumaya ancak vakit buldum. Uçağın kalktığı süre ile inişe geçtiği süre neredeyse benim evden havaalanına giderken geçirdiğim süreye eşitti. İstanbul’dan ufak bir gecikmeyle kalkan uçağımız yaklaşık bir buçuk saat sonra, öğle üzeri Üsküp’e indi.

Havaalanında karşılaştığım ilk sürpriz, uçağa yanaşan eski usul merdivendi. Kabinden çıkarken kendimi, uçağın merdivenlerinde halkı selamlamayan konuk devlet başkanı gibi hissettim. Diğer yolcularla birlikte pisti yürüyerek geçtikten sonra karşılaştığım ikinci sürpriz ise havaalanının kendisi oldu. Otogardan hallice olan Üsküp Havaalanı, biraz bakımsız görünüyordu. Bavulun çıkmasını beklerken hemen döviz büfesini bulup biraz Euro bozdurdum. Makedonya’nın resmi para birimi dinar ve döviz kuru sabitlenmiş. 1 Euro yaklaşık 61 dinar ediyor ve bu pek değişmiyor. Bu arada Makedonya oldukça hesaplı bir ülke. 5 günlük seyahatim boyunca konaklama ve ulaşım hariç, hediyeler dahil harcamalarım 250 Euro’yu geçmedi. Turla gitmenin de hesaplı olduğunu söyleyebilirim.

Yurtdışına ilk kez turla çıkıyordum. Keşif yapmayı ve yerel halkla kaynaşmayı zorlaştırdığı için daha önceki yurtdışı seyahatlerimde turla gitmeyi tercih etmemiştim. Tur operatörünü bulduğumda topu topu 5 kişi olduğumuzu öğrendim. Samimi bir grup olduğumuz için çabucak kaynaştık ve tüm gezi neredeyse bize özel bir tur gibi geçti. Makedonyalı bir Türk olan rehberimiz Selahattin Ayvaz Bey ise aynı zamanda gazeteci ve televizyon programcısı olduğu için gezi boyunca tarihi bilgilerin yanı sıra bizi sosyo-politik konularda da aydınlattı. Bu nedenle Makedonya seyahatini turla yaptığım için hiç pişman olmadım.

Kısa bir yolculuktan sonra Üsküp’ün merkezindeki otelimize vardık. 5 yıldızlı Stone Bridge Hotel, adını hemen yanından akan Vardar Nehri’nin üzerindeki Taş Köprü’den alan lüks bir otel. Normalde böyle bir otelde kalmazdım ama turla gezmenin de bazı avantajları oluyor. Temiz ve konforlu bu otelin sahibi de Türk’müş.

Rehberimiz Selahattin Bey, şehir turunu akşam saatlerine bırakmayı önerdi. Yol yorgunluğunu atmaya ayrılan bu sürede, ben vakit kaybetmeden köklerimin izini sürmeye niyetliydim. Hemen Rufai Tekkesini yerini öğrenmeye çalıştım. Selahattin Bey beni götürmeyi önerdi ve birlikte eski Üsküp’te bulunan tekkeye doğru yola çıktık.

Sanırım taksi şoförleri dünyanın her yerinde aynı. Otelin biraz ilerisinde bulunan taksi durağındaki taksi şoförü, turist olduğumu görünce taksimetreyi açmak istemedi ve yüksek bir fiyat söyledi. Biz de anayola yürüyüp taksiye bindik. Üsküp’te de taksiye binerken ya pazarlık yapılmalı ya da mutlaka taksimetre açtırmalı. Taksi ücretleri oldukça ucuz, o yüzden toplu taşıma yerine tercih edilebilir ama kazık yemenin hiç gereği yok.

Yola çıkmadan önce Rufailik hakkında pek bir bilgim yoktu. Zaten fazla bir bilgi de bulamadım. Kısmen Mevlevilik, kısmen Bektaşilikle bağları olan 14–15. yüzyılda Anadolu’da varlık göstermiş bir tarikattı, daha sonra fetihlerle birlikte Bektaşi, Halveti gibi diğer tarikatlarla Balkanlar’a yayılmıştı. Bu tarikatlar halen Balkanlar’daki Müslüman cemaatlerin arasında faaliyetlerini sürdürüyor.

Tekke bir bahçeyi çevreleyen tek katlı yapılardan oluşuyordu. Bahçenin bir tarafındaki evden genç bir adam çıktı. Meğer tekkenin şeyhiymiş. Açıkçası şeyh deyince yaşlı başlı, uzun sakallı, cübbeli birini beklerdim. Büyük büyük dedemin mezarının burada olduğunu söyleyince, bizi genişçe bir odaya aldı. Odada yan yana sandukalar dizilmişti. Şeyhler ve eşleri bu odada gömülüydü. Şeyh İdris Efendi’nin sandukası en köşedekiydi. Yanında ise Üsküp doğumlu şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın da hocası olan Şeyh Saadettin yatıyordu.

Açıkçası dedemin sandukasının başına geldiğinde özel bir elektriklenme, ulvi bir his gerçekleşmedi. Yine de insanın yüz küsur sene önce yaşamış bir akrabasını bulması özel bir duyguydu. Şeyh İdris Efendi’nin ruhuna dua okuyup ve birkaç poz fotoğraf çektikten sonra odadan çıktık.

Makedonya’ya gelişimin en önemli nedenini gerçekleştirmiş, atamın mezarını bulmuştum. Açıkçası bu kadar kolay olmasını beklemiyordum. Gezimin geri kalanında gönül rahatlığıyla ata topraklarını keşfedebilirdim. Daha sonra grubun diğer üyeleriyle buluşmak üzere Selahattin beyle ayrıldık. Buluşmaya vakit olduğu için biraz kendi başıma dolaşmaya karar verdim.


Taş Köprü

Vardar Nehri, Üsküp’ü tam anlamıyla ikiye ayırıyor. Bir tarafta kalenin, eski çarşının, Osmanlı zamanında yapılmış cami ve hamamların bulunduğu, ağırlıklı olarak Arnavutlar ve Türklerin yaşadığı eski Üsküp; diğer tarafta ise yeni ve büyük binaları, kafeleri, alışveriş merkezleri ile modern bir görünüm sunan, daha çok Makedonların yaşadığı yeni Üsküp… İki Üsküp arasındaki büyük farkı grupla birlikte yapacağım şehir turunda daha iyi görecektim. Tarihi 6. yüzyıla dayanan Taş Köprü iki Üsküp’ü birbirine bağlıyor. II. Murat zamanında şimdiki görünümünü alan köprü, o günden beri Üsküp’ün sembolü. Vardar Nehri kıyısında ağaçlıklı yürüyüş ve bisiklet yolları var.

Köprüyü geçip şehrin merkezi sayılabilecek, ortasında Makedonya bayrağının dalgalandığı Makedonya Meydanına çıktım. Üsküp’teki görülmeye değer belli başlı mekanlar, bu meydan merkez alındığında kuzeyde çarşıyı kapsayan alan ile güneyde eski tren istasyonu, şimdi Şehir Müzesi olan yapıya kadar uzanan Makedonya Caddesi’nin oluşturduğu aks üzerinde yer alıyor. 2,5–3 saat sürecek sıkı bir yürüyüşle Üsküp turu atılabilir sanıyorum. Gerçi orada kaldığım sürede müzeleri gezemediğim için, onlara ne kadar zaman gider bilemiyorum.

Çok fazla zamanım olmadığı için uzun uzadıya gezmek yerine meydanın biraz ilerisindeki Gradski Trgovski Centar (GTC) alışveriş merkezine uğramayı tercih ettim. Burası Üsküp’ün en büyük alışveriş merkezlerinden biri… Diğeri ise Ramstore. Alışveriş merkezinde her çeşit mağaza var. Benim ilgilendiğim konu müzik olduğu için doğrudan müzik mağazası aramaya başladım. Jugoton adlı bir mağaza olduğunu öğrenmiştim. Onu ararken başka bir müzik mağazası gördüm ve oradan birkaç adet orijinal Makedonya halk türküleri CD’si aldım. Meğer Jugoton da biraz ilerideymiş. Fazla oyalanmayıp biraz dinlenmek için otele döndüm.

Güneş biraz etkisini kaybedince grup olarak şehir turuna başladık. İlk önce eski Üsküp’te Osmanlı’nın izlerini takip ettik. Şimdi sanat galerisi olan Davut Paşa Hamamı’nın yanından geçerek Eski Çarşıya girdik. Burası Anadolu kentlerinin çarşılarını hatırlatıyor. Küçük meydanları birbirine bağlayan sokaklardan oluşan bir yerleşim planı var. Muhtemelen zamanında her sokak belli bir zanaata ayrılmıştı. Genelde iki katlı eski binaların alt katları dükkan olarak kullanılıyor. Dükkanlar arasında da ağırlıklı olarak kuyumcular ve gelinlikçiler göze çarpıyor. Sanırım günümüzde çarşı daha çok Müslüman ahalinin düğün dernek ihtiyaçlarına cevap veriyor. Çarşıda Osmanlı’nın fazla izi kalmamış. Daha çok Arnavutlar sahip çıkıyor. Binalar, sokaklar oldukça yıpranmış ve kendi haline bırakılmış görünüyor. Bu bölgenin bakımsız kalmasının nedenlerinden biri Makedonlarla Arnavutlar arasındaki soğukluk. Öyle ki kimi zaman iki taraf arasında gerginlik yaşanıyormuş. Makedonlar da Müslüman ahalinin fazla kalkınmasını, zenginleşmesini istemiyorlar.



 
Üsküp Eski Çarşı'dan manzaralar

Çarşı içinde Osmanlı döneminden kalan en önemli yapılar hanlar: Kapan Han, Sulu Han ve Kurşunlu Han. 15. yüzyıla tarihlenen Kapan Han restorasyon görmüş ve şu anda içinde bir İtalyan tarzı bir lokanta var. 15. yüzyılın ikinci yarısında İshak Bey tarafından inşa edilen Sulu Han, Üsküp Üniversitesi’nin resim sanatı fakültesine ev sahipliği yapıyor. Ne yazık ki içine giremediğimiz 16. yüzyılın ortalarında, Müezzin Hoca el-Madeni adıyla tanınan Muslihiddin Abdülgani tarafından inşa edilen Kurşunlu Han ise içlerinde en anıtsalı ve taş işçiliğiyle dikkat çekiyor. Ayrıca Makedonya Müzesi de Kurşunlu Han’ın bahçesinde yer alıyor. Buradan görülen Mustafa Paşa Camii ise II. Beyazıt ve I. Selim dönemlerinde vezirlik yapmış Mustafa Paşa tarafından 1492’de inşa ettirilmiş ve kesme taştan yüksek minaresiyle dikkat çekiyor.

Yavaş yavaş kepenklerini indiren çarşıyı boydan boya kat edip biraz ilerideki İsa Bey Camii’ne geldik. Adı üstünde İsa Bey tarafından 1475 yılında yaptırılan ve çifte kubbesiyle kanatlı cami ödeneklerinden olan cami, Avrupa’daki tek Selçuklu tipi cami olma özelliğini taşıyor. Cami avlusunda İsa Bey’in oğlu Mehmet Bey’in ve İshak Bey’in torununun oğlu Bâli Bey’in mezar taşlarının yanı sıra Üsküp doğumlu ünlü Türk şairi Yahya Kemal Beyatlı’nın annesi Nakiye Hanım’ın da mezarı bulunuyor.


İsa Bey Camii

Bir sonraki durağımız Sultan Murat Camii oldu. Üsküp’ü tepeden görmek için ideal bir yer olan Sultan Murat Camii, 1436’da inşa edilmiş. Cami bugünkü görünümünü daha çok 18. yüzyılın başında gerçekleştirilen onarımdan sonra almış. Sultan Murat Camii’nin ilk inşa edildiğinde kubbeli bir yapı olduğu düşünülmektedir. 1912 yılında Sultan Reşat Üsküp’ü ziyaret ettiği sırada camide bazı onarımlar yapılmış. Caminin bahçesinde yer alan saat kulesi Arap mimarisinden izler taşıyor. Caminin imamı İsmail Hoca saat kulesine çıkabileceğimizi söyledi ama eski, ahşap merdivenlere tırmanmayı kimsenin gözü yemedi. Ayrıca İsmail Hoca saat kulesinin geçirdiği yangından kurtulan bazı el yazması Kuranları da gösterdi.

 
Saat  Kulesi ve Sultan Murat Camii'nin minaresi

Bizim gezdiklerimiz dışında Üsküp’teki önemli bir cami de Yahya Paşa Camii. 1504’te inşa edilen cami, piramit şeklindeki çatısı ve 50 metrelik minaresiyle dikkat çekiyor.

Cami turlarımızın ardından tekrar çarşıya döndük. Şimdi sanat sergilerine ev sahipliği yapan Çifte Hamam’ın yanından geçerek çarşıdan çıktık ve modern Üsküp’e geçmek üzere Taş Köprü’ye yollandık.

Günbatımında Üsküp’te olunabilecek en güzel yerlerden biri Taş Köprü sanırım. Vardar Nehri köprünün altından sakin ama güçlü akarken, insanlar da tempolarını düşürmüş, günün koşuşturmasının ardından ağır ağır evlerine dönüyorlardı. El ele dolaşan çiftler, kıyıda koşu yapanlar, bisiklete binenler, meydandaki kaykaycı gençler, kafelerde Skopsko birasını yudumlayanlar kendi halinde akıp giden bir hayatın parçalarıydı sanki. Tıpkı coştuktan sonra durulup yatağını bulan bir nehir gibi…

 
Günbatımında Vardar Nehri

Turumuza ufak bir mola verip – biraz da benim ısrarımla ki gezi boyunca yemek konusunda tam bir baş belası olacaktım – meşhur Destan Aganın köftesinden tatmaya karar verdik. Türk mutfağına köfte kesinlikle Rumeli’nden girmiş olmalı. Daha önce Makedonya’da yediğim köftelerden lezzetlisini yemedim. Destan da Üsküp’teki en iyi köftecilerden biri. Parmak büyüklüğündeki köfteler o akşamın en leziz anlarını bahşetti bana. Porsiyonlar da bayağı doyurucuydu. Üstelik köfte, salata ve içecekten oluşan menüye sadece 260 dinar ödedik ki bu 5 dolar bile etmiyor.


Destan Aga'nın köfteleri

Leziz köftelerle karnımızı doyurduktan sonra, turumuza trafiğe kapalı Makedonya Caddesi’nden devam ettik. Sağlı sollu kafelerin, butiklerin ve şık mağazaların sıralandığı bir caddeydi burası. Doğal olarak eksi Üsküp’ten çok daha temiz ve bakımlıydı. İstanbul’dan bir örnek vermek gerekirse; eski Üsküp Tahtakale ise, yeni Üsküp Osmanbey’di. Belki biraz abarttım ama iki kısım arasındaki fark gözle görülür derecedeydi.

Bu cadde üzerinde Rahibe Teresa’nın anısına dikilmiş bir heykel var. Malum o da aslen Üsküplü. Heykelin arkasındaki meydanda, Rahibe Teresa’nın Anı Odasının da bulunduğu ilginç bir kule var.


Rahibe Teresa'nın heykeli

Caddenin en sonunda eskiden tren istasyonu olan şimdi ise Kent Müzesi olarak kullanılan bina yer alıyor. Sırp dönemi mimarisinin tipik bir örneği olan binanın ön cephesindeki saat, 27 Temmuz 1963’te Üsküp’ü yerle bir eden depremde saat 5.17’de durmuş.

Kent müzesinin biraz ilerisinde yer alan Ramstore Alışveriş Merkezinde kısa bir çay molası verip şehir turumuzu tamamladık. Ertesi gün yapılacak Kosova gezisi hakkında konuştuk ve rehberimizden ayrıldık.

Ben otele dönmek yerine, ekipten iki bayan arkadaşla Vardar Nehri kıyısındaki kafeleri araştırmaya çıktım. Makedonya Meydanı’nın sağında, GTC Alışveriş Merkezi ile nehir arasındaki alanda sıra sıra kafeler var. Biz ilk bakışta meydandaki inşaat çalışmaları nedeniyle fark edemedik ama köşeyi döner dönmez Üsküp’ün gece hayatı önümüze çıktı. Bir boy yürüdükten sonra, aklımıza yatan bir kafeye oturduk.

Turistik gözükmesine rağmen oturduğumuz kafenin de fiyatları gayet makuldü. Makedonya’da bahşişe pek alışık olmadıklarını okumuştum, nitekim hesabı getiren garsona bahşiş uzatınca önce bir afalladı, sonra bahşişi aldı.

Yan taraftaki barda düzenlenen Küba gecesinden yükselen salsa melodileri eşliğinde, gece aydınlatmasıyla romantik bir manzara sunan Taş Köprü’yü izleyerek, Makedonya’daki ilk günümüzü sona erdirdik.

30 Temmuz 2009
Kimliğini arayan Kosova…


Bu yolculukta kimlik meselesine fazla taktım, biliyorum. Ama çeşitli ırklardan insanların yaşadığı, çatışmanın eksik olmadığı ve sürekli değişimin yaşandığı bu coğrafyada ister istemez bir kimlik ve aidiyet meselesi ortaya çıkıyor.

Bir türlü kapanmayan odamdaki havalandırma yüzünden serin ve uğultulu bir gece geçirdim. Neyse ki Stone Bridge Hotel’in roof’undaki açık büfe kahvaltı moralimi düzeltti. Alıştığımız kahvaltılıklar yanında yöresel lezzetlerin de olduğu zengin bir büfe vardı. Üsküp kalesi, Vardar Nehri, yeni Üsküp ve ardındaki Vodno Dağı’ndan oluşan manzaraya da diyecek yoktu. Üsküp’te kaldığım sürede kaleye ve müzelere gitme fırsatını bulamadım ama gelecek sefere sırf oraları görmek için Üsküp’e gidebilirim.

O günün programı Kosova turuydu. Araç kalkamadan önce Davut Paşa Hamamı’ndaki sanat galerisini gezmek istiyordum. Galerinin açılmasına daha vardı ama kapılar açıktı. Ben de şansımı denemek için içeri girdim ve içeride oturmuş televizyon seyreden hanıma el kol hareketleriyle galeriyi gezmek istediğimi anlattım. O da sağ olsun eliyle “geç geç” dedi.



     
Davut Paşa Hamamı’nda çoğunlukla modern sanat eserleri sergileniyor.

15. yüzyılda Davut Paşa tarafından yaptırılan hamam, Üsküp’teki din dışı Osmanlı eserlerinin en önemlilerinden biri. Galeride ağırlıklı olarak modern resim ve heykeller bulunuyor. Resimlerde genelde pastel tonlar ve biraz karamsar bir hava hakim. Eski ikonaların bulunduğu bölüm, 19. yüzyıl sonuna ait portreler ve empresyonizmin etkisindeki tablolar da dikkat çekici.

Fazla gecikmemek için galeriyi hızla dolaşıp aracımızın yanına döndüm. Makedonya türküleri eşliğinde yola koyulduk. Kısa süre sonra Kosova sınırındaydık. Az kişi olduğumuz için fazla beklemeden sınırdan geçtik. Rehberimiz benim gibi normal pasaport sahiplerine olur da ileride Sırbistan’a filan gideriz diye özel giriş kartı aldı, böylece pasaportumuza Kosova damgası vurdurmadan ülkeye girdik.

Rehberimiz eski Yugoslavya’da yaşamın çok daha rahat olduğunu belirtti. Yugoslavya’da her bölgenin ayrı bir işlevi varmış. Kiminde sanayi öne çıkarken kiminde tarıma önem verilmiş. Böylece dengeli bir ekonomik politika yürütülmüş. Ama Yugoslavya dağılınca sanayisi olmayan, tarıma dayalı bölgeler fakir düşmüş. Bu bölgelerin içinde en fakiri Kosova. Tarım ülkesi olan Makedonya da pek zengin değil ama atılım yapmaya çalışıyor. Savaş sırasında büyük zarar gören ve hâlâ yaralarını sarmaya çalışan Kosova’nın durumu daha kötü.

Yemyeşil doğası, dağların arasında kıvrıla kıvrıla giden yolları, kâh içinden geçtiğimiz kâh uzaktan gördüğümüz Arnavut ve Sırp köyleriyle Kosova biraz bizim Karadeniz’i andırıyordu. Bir köyün Sırp mı Arnavut mu olduğunu anlamanın en iyi yolu evlerine bakmaktı. Eğer evlerin tuğlalarına sıva vurulmamış, boya yapılmamışsa orası Arnavut köyüydü. Maddi yetersizlikten evler tamamlanamıyordu.



     
Kosova'nın ormanlarla kaplı dağları ve Pomak köyleri
  
Yol üzerinde White House adlı bir dinlenme tesisinde mola verdik. Kosovalılar ABD’ye ve NATO’ya büyük bir minnet duyuyorlar. Sağda solda, “Thank you USA… Thank you NATO” yazılarını görmek mümkün. Bize biraz yersiz gelen bu sempatizanlık, Kosova’nın bağımsızlığını pek de kazanamadığının bir göstergesi.

Şırıl şırıl akan dere kenarında kahvelerimizi yudumlarken tanıştığımız tesis sahibi, Türk olduğumuzu öğrenince bize özel bir ilgi gösterdi. Kendisi de birkaç gün önce Türkiye’den dönmüştü. Bu aşırı ilgi nedeniyle biraz da vakit kaybederek yola devam ettik.


Kosova'dan bir kır manzarası

Kosova’daki ilk durağımız Prizren’e varıncaya kadar tablo gibi manzaralar bize eşlik etti. Bu arada yol kenarındaki tabelalar dikkatimi çekti. İki dilde yazılan tabelalarda, Arnavutlar Sırpça isimleri, Sırplar Arnavutça isimleri karalamıştı. Bu da barışa rağmen öfkenin henüz yatışmadığını gösteriyordu.


Kosova'da karalanmış tabelalar

Kosova’nın ikinci büyük şehri olan Prizren, Arnavut-Müslüman kimliğini koruyan bir kent. Yapılarda Kosova Savaşı’ndan kalan izleri görmek mümkün. Yaklaşık 220 bin nüfuslu şehirde Türkçe duymak ve Türkçe tabelalara rastlamak mümkün.

Şehir turumuza 1455’te Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan namazgahla başladık. Daha sonra Prizren’i ikiye bölen dereyi geçip çarşı bölgesine girdik. Bu derenin üzerinde de Bâli Bey’in adını taşıyan bir taş köprü var.

     
Prizren'de Taşköprü

Osmanlı’nın oradaki en önemli eserlerinden, 1615 tarihli Sinan Paşa Camii tadilatta olduğu için, önünden geçip Şadırvan meydanına doğru yürüdük. Modern kafelerin bulunduğu bu ağaçlıklı meydan, ortasındaki çeşme ve çevresindeki binaların klasik mimarisiyle geçmişe bir nebze dokunuyordu. Çarşıyı biraz turladıktan sonra, Taşköprü’nün üzerinden yeniden öte yakaya geçip Pir Ömer Efendi’ye ait Halveti Tekkesine vardık. Daha önce belirttiğim gibi Osmanlı’nın fetihleriyle Balkanlar’a gelip misyonerlik çalışmalarını yürüten tarikatlar, halen cemaatlerine hizmeti sürdürüyorlar. Söylentiye göre tekkenin bahçesindeki çeşmeden bir yudum içen 20 yıl gençleşirmiş. Ben işi sağlama alıp iki yudum içtim. Hesaba göre eksiye düşmüş olmam lazım.


Sinan Paşa Camii

Bir sonraki durağımız Emin Paşa Camii oldu. Bu caminin iç süslemelerinde İslam mimarisinde görmeye pek de alışkın olmadığımız resimler bulunuyor. Mavi rengin hakim olduğu resimlerde İstanbul, Edirne manzaralarıyla Osmanlı anavatanına olan özlem işleniyor.

 
Emin Paşa Camii’nin kubbesi

Prizren turumuza Gazi Mehmet Paşa Camii ve Hamamı’nı görerek devam ettik. Bu arada devriye atan Türk ve Alman askeri cipleri sık sık önümüzden geçiyordu. Şehir turumuz sona erince, benim de yoğun ısrarlarıma dayanamayan rehberimiz Selahattin Bey, şehrin meşhur köftecisi Besimi’ye bizi götürdü. O açlıkla getirilen börekleri, şopska salatasını – çoban salatasının peynirlisi – ve koca bir porsiyon karışık köfte tabağını silip süpürdüm. Gerçi oranın meşhur büyük köftelerinden tabakta yoktu ama o güne kadar yediğim en lezzetli kaşarlı köfteyi yedim. Tabii o kadar yemeğin üzerine neredeyse mide fesadı geçiriyordum, nefes almakta bile zorlanıyordum. Bir de hatırlatmakta yarar var; oraların ayranı bizimkinden farklı, tuzsuz ve daha yoğun. Hesap ise kişi başı 10 Euro geldi; Kosova’da geçer akçe Euro.


Besimi'nin ızgarasındaki köfteler

Karnımızı da tıka basa doyurunca Priştine’ye doğru yola çıktık. Gidiş-geliş tek şerit olan yol, öndeki ağır vasıtalar nedeniyle çok yoğundu. Bol virajlı dağ yollarında da solama yapmak neredeyse imkansızdı. Biz de Balkan Dağlarının harika manzarasının keyfini çıkardık.

Priştine’ye yaklaştığımızda akşam olmak üzereydi, o nedenle kente girmeden önce Mitroviça yolu üzerindeki Sultan Murat Türbesi’ni ya da diğer adıyla Meşhed-i Hüdâvendigâr’ı ziyaret ettik. Balkanlar’ı Türklere açan ve Osmanlı Devleti’nin sınırlarını kat be kat genişleten I. Murat, bilindiği gibi 1389 Kosova Savaşı’nın sonunda şehit düşer. Tarih derslerinde hep işlenir; Sultan Murat savaş sonunda cephede gezerken yaralı bir Sırp asker görür, yardım etmek isterken asker tarafından bıçaklanır. Vücudu Bursa’daki türbesine götürülürken, iç organları da buraya gömülür.

     

Sultan Murat'ın türbesi ve sandukası
  
Kosova Ovasının ortasındaki Sultan Murat Türbesi ağaçlar ve çiçeklerle bezeli geniş bir bahçede yer alıyor. Sade ama zarif bu yapının inşası nispeten yeni, 19. yüzyıla dayanıyor. Türbenin içinde Sultan Murat’a ait mezarın dışında, tarihini anlatan bir plaket ve Sultan Reşat’ın Balkan gezisi ile türbenin eski haline ait çeşitli resimler görmek mümkün. Türkiye’nin de desteğiyle türbe de bahçesi de çok bakımlı. Türbedarlık görevini yürüten Özbek hanım, nesillerdir bu görevi üstlendiklerini belirtiyor.

Güneş batarken Kosova Ovasında esen hafif rüzgar, beş yüz küsur yıl öncesinin seslerini taşıyordu kulağıma. Akıncıların naralarını, atların nal seslerini, mehterin kös vuruşunu, top seslerini, kılıç şakırtılarını… Bu coğrafyada, insanın hamasi duyguları ister istemez depreşiyor.

Kosova’nın başkenti Priştine bizi tıkanık akşam trafiği, inşaat vinçleri ve beton yığınlarıyla karşıladı. Prizren ne kadar özgün ruhunu korumuşsa, Priştine de şehirleşmeye teslim olmuş. Sosyalist dönemin tipik yapı blokları şehrin her yerine hakim ve bunlara yenileri ekleniyor.

Şehrin girişindeki sosyalizm adına yapılmış anıt ve hemen önündeki otelin üstündeki minyatür Özgürlük Heykeli ilginç bir tezat oluşturuyor. Şehrin girişindeki bir binanın üstündeki Bill Clinton’un sırıtan yüzü de üstüne tuz biber ekiyor. Eh ne yapalım, tercih Kosovalıların. Başkentlerine gelenleri eski ABD başkanının dev posteriyle karşılamak istiyorlarsa…

Şehirde Osmanlı döneminden kalan fazla eser yok. Balkanlar’daki ilk cami olan Sultan Murat Camii, 1461’de inşa edilen Fatih Camii, Avusturya-Macaristan mimarisinden esinlenilerek yapılmış, şimdi Kosova Müzesi olan eski vilayet binası görülmeye değer eserler arasında sayılabilir.

 
Sultan Murat Camii

Kosova Savaşı’nda kaybolanların resimlerinin asıldığı duvarın önünden ve George Castrioti İskender Bey Anıtı’ndan geçerek trafiğe kapalı bir caddeye girdik. Sanırım Priştine’nin ana gezinti mekanıydı. Akşam olduğu için çocuğu, genci, yaşlısı caddede turluyor, sağlı sollu pizzacılarda, kafelerde yemek yiyordu.

 
Kosova Savaşı’nda kaybolanların resimleri Priştine’deki bir duvarda sergileniyor.

Heybetli modern binaları, karışık trafiği ve akşam kalabalığıyla Priştine, sanırım gruptaki kimseye fazla cazip gelmedi. O yüzden buradaki turumuzu kısa kesip Üsküp’e doğru yola çıktık. Havanın kararması ve günün yorgunluğu birleşince yaklaşık bir buçuk saatlik dönüş yolunu uyuklayarak geçirdim.

Üsküp’e vardığımızda arkadaşlarla bir şeyler yemeğe karar verdik. Gerçi Besimi’de yediğimiz o inanılmaz öğlen yemeği sayesinde pek acıkmamıştık ama hafif bir şeyler buluruz ümidiyle Makedonya Meydanı’ndaki ünlü Dal Met Fu Hotel’in kafesine girdik. Ben bir meyve salatası ısmarlarken, bayan arkadaşlar da palaçinka’nın tadına baktı. Buraya özgü palaçinka muzlu, çikolatalı, ballı bir tür krep. Biraz ağır olduğu için daha çok kahvaltılarda yeniyor.

Üsküp’teki son gecemizi sokakları turlayarak ve aydınlatılmış Taş Köprü’nün önünde fotoğraf çektirerek tamamladık.

31 Temmuz 2009
Üç kent, üç doku


Üsküp’ten ayrılma zamanı gelmişti. Yine güzel bir kahvaltının ardından odalarımızı boşalttık. Bu arada çıkış işlemleri sırasında Stone Bridge Hotel’in mini-barından su içmenin ne kadar pahalıya geldiğini de öğrendim. Araç kalkmadan önce bir yer daha görmek hevesiyle, yakındaki Sveti Dimitrija Kilisesi’ne gittim. 19. yüzyılda inşa edilmiş bu kilise içindeki ikonaları ve binadan ayrı çan kulesiyle dikkati çekiyor. Aslında burayı, görülmesi tavsiye edilen Sveti Spas Kilisesi ile karıştırmıştım. Ne yapalım o da bir dahaki sefere kaldı.

Makedonya seyahatimizin son durağı olan Ohrid’ye (Ohri diye okunuyor) kadar uzun bir yol kat edecek, Tetova-Kalkandelen, Bitola-Manastır ve Resne ziyaretlerini bir günde tamamlayacaktık.

Kısa bir yolculuktan sonra, nüfusun çoğunluğunu Arnavutların oluşturduğu Tetova’ya vardık. Osmanlı döneminde Kalkandelen olarak bilinen bu kentte, Osmanlı’nın izleri canlılığını koruyor.

İlk durağımız olan Alaca Cami, belki de tüm Makedonya’daki en güzel, göze en fazla hitap eden cami. Camiye bu adın verilmesinin nedeni, dışında ve içinde yer alan rengarenk bezemeler. Duvarları ve kubbeyi süsleyen motifler ince bir işçiliğin eseri. Biraz rokoko üslubunu hatırlatıyor. İnsanın bütün bir gün bu süslemeleri seyredesi geliyor. 1495’te yapılan ve Paşa Camii olarak da bilinen bu eser, 1833’te Abdurrahman Paşa tarafından tekrar inşa ettirilmiş. Caminin yanından akan Pena Nehri’nin diğer kıyısında da camiye ait hamam yer alıyor. Bir dönem kaderine terk edilmiş olan bina, restore edilip sanat galerisine dönüştürülmüş.

 
   
Alaca Cami'nin iç süslemeleri
  
Burada dikkatimi çeken şu oldu: Makedonya, Avrupa’da Hıristiyan kimliğiyle tutunmaya çalışan bir ülke. Türk ve Osmanlı kimliğine değer verecek insan sayısı artık çok az. Ama ona rağmen gezdiğimiz şehirlerdeki hanlar, hamamlar yok olmaya bırakılmak yerine ya galeri ya müze ya kültür merkezi olarak kullanılıyor. Peki bizde ne yapılıyor; ya butik otel ya lokanta…


Tetova'da Alaca Camii

Tetova’da ziyaret ettiğimiz ikinci yer Harabati Baba Bektaşi Tekkesi oldu. Dışarıda akıp giden hayatı geride bırakıp ağaçlarla çevrili, huzur dolu bir bahçeye girdik. Tekke, 16. yüzyılda Sersem Ali Baba adlı dervişin türbesi etrafına kurulmuş. Harabati Baba da onun müritlerinden biri. Bahçede ahşap ve taştan çeşitli binalar var. Özellikle ortadaki şadırvanın ahşap işçiliği dikkat çekici. Tekkedeki Bektaşi dervişi bizi hoş sohbetiyle ağırladı ve Bektaşilik hakkında bilgi verdi.

Tetova’nın ardından Manastır’a doğru yola çıktık. Manastır’ın, yani şimdiki adıyla Bitola’nın bizim için en önemli yanı, Mustafa Kemal Atatürk’ün öğrenim gördüğü Manastır Askeri İdadisi’ni ziyaret edecek olmamızdı. Bugün Bitola Müzesi olarak kullanılan bina 1848’de askeri lise olarak kurulmuş ve 1909’a kadar hizmet etmiş. Müzenin içinde Atatürk’e ayrılmış özel bir bölüm var. Burada Atatürk’ün hayatına ve devrimlerine ait çeşitli fotoğraflar ve dokümanlar sergileniyor, video gösterimi yapılıyor. Bu dokümanlardan belki en ilginci genç Mustafa Kemal’e Eleni Karinte adlı genç kız tarafından yazılmış bir aşk mektubu. Bunun dışında açıkçası burası bende biraz hayal kırıklığı yarattı. Fotoğraflar, birkaç üniforma ve madalyalar dışında Atatürk’ün o yıllarına, öğrencilik hayatına birebir ait hiçbir eşya yoktu. Gözüm onun kullandığı kalem, defter, karne gibi eşyaları aradı. Eminim bu bölüm Türkiye’den gönderilecek eşyalarla zenginleştirilip daha cazip kılınabilir, hatta dönemin bir dersliği canlandırılabilir.



Manastır Askeri İdadisi

Müzeden sonra gittiğimiz Bitola’nın ünlü Hamidiye yada bugünkü adıyla Sirok Sokağı, restore edilmiş, birkaç katlı evleriyle, sağlı sollu kafeleri ve mağazalarıyla tam bir butik sokak. Atatürk’ün sevgilisinin evi de bu sokakta görülebilir.

Ancak bu sokakta benim en çok ilgimi çeken, Balkanlar’ın ilk sinemacılar Manaki Kardeşlere ait sinemanın bulunduğu yerdeki plaket oldu. Aslen Makedonyalı olan Manaki Kardeşler, ilk filmlerini çektiklerinde Osmanlı topraklarında bulunduğu için sırf Balkanlar’ın değil, Osmanlı’nın da ilk sinemacıları sayılabilir. Her ne kadar Türk sineması 1914’te Fuat Uzkınay ile başlasa da Osmanlı tebaasına bağlı olarak ilk filmleri çekenler Manaki Kardeşlerdir.


Bitola'da Sirok Sokağı

Bitola aynı zamanda şu aralar popüler olan “Elveda Rumeli” dizisine de platoluk yapıyor. Dizideki mekanların pek çoğu Bitola’da bulunuyor. Kaymakamlık, eski çarşı içindeki dükkanlar gibi…

Bitola’nın eski çarşısı Üsküp’tekine oldukça benziyor. Ufak meydanları birbirine bağlayan dar sokaklardaki küçük dükkanlarda artık eskimeye yüz tutmuş zanaatların ustalarını görmek hâlâ mümkün.

Bitola’da görülmeye değer diğer Osmanlı yapıları arasında 1558’de inşa edilen Yeni Cami, 1506 tarihli İshakiye Camii, saat kulesi ve şarkılarda geçen Manastır’ın ortasındaki çeşme sayılabilir.

 
Manastır'ın ortasındaki çeşme ve İshakiye Camii

Bitola özgün mimarisi ve renkli kültür hayatıyla Makedonya’nın en güzel ve en görülmeye değer şehirlerinden biri, ancak görünen o ki kültürel hayatta Osmanlı’dan geriye pek bir şey kalmamış. Özellikle Yunanistan sınırına yakın olduğu için Bitola’da genel bir Akdeniz kasabası havası var. İnsanların rahat tavırları, giyim kuşamları ve mimari, şehrin bu genel havasına katkıda bulunuyor. Bir deniz eksik.

Bitola’dan Ohrid’ye doğru yol alırken, tam arada kalan Resne’de, Jöntürk hareketinin liderlerinden Niyazi Bey’in sarayını ziyaret ettik. Niyazi Bey Fransa’ya olan hayranlığı nedeniyle burada Versailles Sarayı’nın ufak bir kopyası olan kendi malikanesini inşa ettirmiş. İhtişamlı görünen, ama şahsen görmemişliğin eseri diyebileceğim bu yapı şimdilerde kütüphane, radyo istasyonu ve seramik sanatları galerisi olarak kullanılıyor.

Balkan dağlarının kıvrıla kıvrıla yükselen yollarında, Makedonya ezgileriyle son durağımız Ohrid’ye doğru yol almaya devam ettik. Galitsitsa Dağlarının arasından geçerken önce Prespe Gölü’nün, daha sonra da Ohrid Gölü’nün benzersiz manzarasıyla karşılaştık. Yol kenarında bir süre durup akşam güneşiyle pırıl pırıl parlayan Ohrid Gölü’nü tepeden seyrettik.

Makedonya ile Arnavutluk arasında sınır oluşturan Ohrid Gölü, ülkenin en önemli sayfiye beldesi. Ohrid’ye giden yol boyunca bir tarafta plajlar, bir tarafta pansiyon ve oteller var. Şehirden birkaç kilometre uzaktaki Metropol Hotel’e vardığımızda, güneş de gölün öte yakasındaki tepelerin üzerinden batıyordu.

Odamın balkonuna çıkar çıkmaz ilahi bir manzarayla karşılaştım. Çam ağaçları arasından görünen Ohrid Gölü, kıpırtısız sularından yansıyan güneş ışıkları ile gündüzü yolcu ederken, bana hoş geldin diyordu.

 
Ohrid Gölü'nde günbatımı

İki gece kaldığımız Metropol Hotel çam ağaçları arasında yükselen tipik bir sosyalist dönem yapısı. Biraz modası geçmiş görünse de odaları temiz, görevlileri yardımsever ve pek çok konaklama hizmetini sunuyor. Kendine ait bir plajı ve hepsinden önemlisi müthiş bir manzarası var.

Kısa bir moladan sonra akşam yemeğini yemek ve dolaşmak için Ohrid’ye indik. Bitola’daki Akdeniz havası burada da hakimdi. Nedense burayı da biraz İtalyan sahil kasabalarına benzettim.

 
Ohrid çarşısı

Çarşıdaki havuzlu meydan Ohrid’nin kalbinin attığı yerdi. Meydanın etrafındaki lokantaları dolduran, hediyelik dükkanlarının vitrinlerine bakan, buluşma saatini bekleyen, pantomimcisinden kukla oynatıcısına çeşitli gösterileri izleyen yerlisi turisti envai çeşit insan, ritmik bir Balkan ezgisi gibi bu meydandan çarşının sokaklarını dalga dalga kat edip deniz kenarına akıyordu. O kadar yoğun bir kalabalık vardı ki birbirimizi kaybetmemek için bayağı çaba sarf ediyorduk. Akşam yemeği için çarşı içindeki Neim Restoran’a oturduk. Sahipleri Türk olan bu lokanta ağzının tadını bilenler için kesinlikle uğranması gereken bir lezzet durağı. Çok leziz bir tavukla birlikte, yine Makedonya mutfağının spesiyalitelerinden biri olan tavce gravce’yi, yani güveçte kuru fasulyeyi yeme fırsatı buldum. Tıka basa doyduğumuz halde hesap yine 350 dinar gibi cüzi bir rakam geldi.

Yemek üstüne çarşıda tüm o kalabalığı ite kaka şöyle bir dolaştıktan sonra otele dönmeye karar verdik. Otelin plajında canlı müzik vardı. Gecenin geri kalanını dans ederek ve güzel kızların tanıtımını yaptığı Skovin şarabının tadına bakarak geçirdik. 
1 Ağustos 2009
Makedonya’nın incisi Ohrid


Dar sokaklarındaki eski evleri, kiliseleri ve manastırları, zengin kültürel yapısı, yemyeşil doğası ve pırıl pırıl gölüyle Ohrid gerçekten de inci kadar güzel bir şehir. UNESCO Dünya Mirası listesindeki yerini hak ediyor. Tabii bir de dünyaca ünlü Ohrid incileri var.

Bugünü tamamen Ohrid ve çevresini dolaşmaya ayırmıştık. Hafta sonu olduğu için ziyaretçisinin bol olacağını düşünerek erkenden Sveti Naum Manastırı’na doğru yola çıktık. Ohrid’nin 29 kilometre güneyinde yer alan manastır Galicica Doğal Parkı içinde. Ohrid Gölü’ne akan ırmaklardan biri bu parkın içinde bulunuyor. Irmak üzerindeki kısa bir sandal turunda kesinlikle doğa harikası olan sualtı faunasını ve sualtı kaynaklarını görmek mümkün.

 
Galicica Doğal Parkı

Sandal turunun ardından ziyaret ettiğimiz Sveti Naum Manastırı’nın tarihi 900 yıllarına dayanıyor. Manastırın içindeki Ortodoks kilisesinde Aziz Naum’un mezarı bulunuyor. Şimdiki kilise, orijinalinin temelleri üzerine 16. yüzyıldan itibaren çeşitli eklemelerle inşa edilmiş. Kilisenin içinde 19. yüzyıla ait, Aziz Naum’un hayatını betimleyen etkileyici freskler yer alıyor.

 
Sveti Naum Manastırı

Erken bir saat olmasına rağmen Sveti Naum’u ziyaret etmek ve göl manzarasına karşı piknik yapmak isteyenler kalabalıklaşmaya başlamıştı. Biz de fazla oyalanmadan Ohrid’ye geri döndük ve Ohrid incisi satın almak için çarşıdaki kuyumculardan birine girdik. İngiltere kraliçesinin bile tercihi olan Ohrid incilerinin sırrı 1920’li yıllardan bu yana Talevi ailesi tarafından korunuyor. Kuyumcularda boy boy, çeşitli renklerde ve her bütçeye uygun inci kolye, küpe ve bilezikler bulunuyor. Ayrıca gayet hoş sedef işleri de var. Bence bu incilerin göz alıcı pırıltısındaki sırrı, en iyi onları takan bayanlar biliyor.

 
Ohrid'nin eski evleri

Hediyelik inci alışverişinin ardından Ohrid sokaklarında dolaşmaya başladık. Ohrid’nin eski evleri ile kardeş kenti Safranbolu’nun evleri arasında mimari açıdan büyük benzerlik var. Dar sokaklardan geçerek Ohrid’ye hakim bir tepedeki Sveti Kliment i Panteleimon’a tırmanmaya başladık. Bu arada yol üzerindeki, 11. yüzyıla tarihlenen ve aslen bir katedral olan St. Sophia Kilisesi ile Roma döneminden kalma amfiteatrı da şöyle bir gördük.

Öğle güneşinin altında tepeye çıkmak için hepimiz için çok zahmetli gelmişti, ama beyaz badanalı, kırmızı kiremitli evlerin arasından görünen göl ve gölün üstündeki yelkenliler tüm yorgunluğumuzu unutturdu.

 
Plaosnik’ten Ohrid Gölü ve yelkenliler

Sveti Kliment i Panteleimon Manastırı, Plaosnik olarak bilinen bölgede, arkeolojik kazıların yapıldığı bir alanın ortasında yer alıyor. Manastıra adını veren Aziz Kliment ve onun öğrencileri Aziz Cyril ve Aziz Methodius, Kiril alfabesinin mucitlerinden sayılıyor. Aziz Kliment manastırı bir Roma bazilikasının üzerine kuruyor. 15. yüzyılda kilise camiye dönüştürülüyor. Ancak 16. yüzyılda restore edilip yeninden manastır kimliğine kavuşuyor. Daha sonra yeniden tahribata uğruyor ve 17. yüzyılda İmaret Camii olarak tekrar ayağa kaldırılıyor. Şimdiki kilise yapısı daha yakın tarihlere ait. Sonuçta tüm bu değişimler kilisenin dış duvarında katman katman görülebiliyor. Kilisenin içindeyse yer mozaikleri ve Aziz Kliment’in mezarı bulunuyor.

 
Sveti Kliment i Panteleimon Manastırı

Buradan sonra, yakıcı güneş ve guruldayan karınlara rağmen Sveti Jovan Kaneo Kilisesi’ne doğru ilerledik. Burası Oscar’a aday olan “Yağmurdan Önce” adlı filme ev sahipliği yaptığı için oldukça popülerdi. Ohrid Gölü’ne uzanan bir yarımadanın üzerindeki tepeye inşa edilen kilisenin yapımı 14. yüzyılın öncesine dayanıyor. Bu ufak ama konumu nedeniyle belki de en güzel kilisede Ermeni mimarisinin izleri görülüyor. Kilisenin bahçesinden ise tüm Ohrid’yi karşıdan izleyebilmek mümkün.


Sveti Jovan Kaneo Kilisesi

Ohrid turumuzu sonlandırıp çarşıya dönmek için, kilisenin bulunduğu tepenin altındaki plaja indik. Plajın manzarası, yukarıdaki manastır hayatıyla tezat oluşturacak şekildeydi. Geldiğimiz yolu yaya dönmektense buradan bir sandal kiraladık ve hem Sveti Jovan Kaneo’yu hem de Ohrid’yi bir de su üstünden seyrettik. Karaya ayak basar basmaz açlığımızı bastırmak için kendimizi bir pizzacıya attık. Ohrid, turistik bir şehir olduğu için Makedonya’nın diğer yerlerine göre biraz daha pahalı, ama yine de fiyatlar bütçeyi pek sarsmıyor.

Otele dönmeden önce, buralara kadar gelmişken mastika rakısı ile Makedonya’nın ünlü şarabı Tga Za Jug’u satın almadan gitmeyelim dedik ve bir markete uğradık. Otele dönüşte tüm gezinin yorgunluğunu çıkartmak için plaja indim ve kendimi Ohrid Gölü’nün sularına bıraktım. Bu sayede ilk kez başka bir ülkenin kara sularında yüzme fırsatım oldu.

Akşam yemeği için tekrar Ohrid’ye indik ve kentin en iyi lokantalarından biri olan Dalga Restaurant’ta kendimize alabalık ziyafeti çektik. Ohrid Gölü’nün alabalığının tadına mutlaka bakmak lazım. Bir kere bizim alabalık çiftliklerinde satılanlarla ilgisi yok. Gelen balık levrek gibi koskocaman bir şeydi ve çok lezzetliydi. Normalde Makedonya tarafında bu balıkların avlanması yasak ama Arnavutluk tarafından kaçak olarak getirtiliyor. Belki çevreyi koruma açısından doğru bir şey yapmadık ama öyle lezzetli bir alabalığı da bir daha yiyebilir miyim bilmiyorum. Dalga Restaurant turistik olduğu için hesap 1000 dinarın üstünde geldi, ama doğrusu o balığa, göl üstündeki günbatımı manzarasına ve dostlarla sohbet eşliğinde yenen keyifli bir yemeğe değdi.

Son gecemizi yine otelin plajındaki eğlenceyle bitirelim dedik ama bir önceki geceki hareketlilik yoktu. Bir süre de otelin balo salonundaki düğünü izledik. Doğal olarak onların da düğünleri bizden farklı değil. Onlar da halay çekiyor, göbek atıyor. Hatta bir ara “Oy oy Emine” şarkısının Makedonca versiyonu bile çalındı.

Ohrid’ye gelirken beni batan güneş karşılamıştı. Uğurlayan ise gölün öte tarafındaki tepelerin ardından batan kıpkırmızı bir ay oldu.


2 Ağustos 2009
Ata topraklarına veda


Sabah kahvaltısının ardından Ohrid’ye veda edip Üsküp’e doğru yola çıktık. Ancak önce Ohrid’ye çok yakın olan Şairler Kenti Struga’ya şöyle bir uğradık. Ohrid Gölü’nden doğan Drina Irmağı’nın ikiye böldüğü şehir dünyanın en büyük şiir etkinliklerinden biri olan Struga Şiir Geceleri ile tanınıyor. Nüfusun çoğunluğunu Arnavutların oluşturduğu kent, turistik olmakla birlikte Ohrid’ye göre biraz daha sakin ve yerli turiste hitap ediyor.

Balkanlar’ın yemyeşil doğasını içimize sindirerek Üsküp’e vardık. Havaalanına gitmeden önce Ramstore’a bir kez daha uğrayıp rehberimiz Selahattin Bey’in kardeşi ve sevimli yeğeniyle tanıştık.

Gruptaki herkes Makedonya’dan ve birbirinden ayrılmaya o kadar isteksizdi ki uçağa ucu ucuna yetiştik. Havaalanında güvenlik kontrolü için sadece tek kapı bırakıldığı ve aynı anda birkaç uçağın yolcusu çıkış yaptığı için ufak bir kargaşa yaşadık. Neyse ki biz beş kişi birbirimizi ite çeke aradan sıyrıldık ve geldiğimiz gibi pistten yürüyerek uçağımıza bindik.

Uçak yükselirken Yahya Kemal’in kayıp şehri Üsküp, yavaş yavaş gözümün önünden kayboluyor ancak gönlümde asla silinmeyecek bir iz bırakıyordu. Bu hissi en güzel yine Yahya Kemal’in dizeleri anlatıyordu:

Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.


Bitiş

Makedonya’ya doğru yola çıkarken tek amacım atalarımdan birinin mezarını bulmaktı. Bunu gerçekleştirdim de… Ama seyahat boyunca kazandığım deneyimler bunun çok ötesine geçti. Öyle ki, beni büyük büyük dedeme götüren kişisel yolculuğum, bir ulusun tarihte kalan izlerine doğru bir yolculuğa dönüştü. O topraklarda bir mezardan, bir evden, bir kişiden çok daha fazla bize ait şeyler var. En önemlisi de bizim insanımız var. Her şeye rağmen 600 küsur yıldır Balkanlar’da var olagelen Türk kültürünün izlerini silmek o kadar kolay değil. Ama ah o zaman yok mu? Yıllar geçtikçe, hele bir de gidip görmeyince, arayıp sormayınca o izler yavaş yavaş silinmez mi?

Makedonya’daki Türklerin de en büyük çabası bu izleri korumak; en büyük dileği unutulmamak. Gün geçtikçe sayıları azalıyor, anlayış değişiyor, kültür el değiştiriyor. Benim de dileğim, kökleri oralara dayansın dayanmasın, Türkiye’ye sahip çıkan herkesin Balkanlar’ı da bir kere ziyaret etmesi. Tarihini hatırlaması, oralardaki insanlarını tanıması, onlara yalnız olmadıklarını hissettirmesi… Makedonya’yı gezdim, insanlarını dinledim, neler yaşandığını öğrendim ve o toprakların, üzerinde oynanan oyunlarla nasıl kaybedildiğini gördüm. Bunlar hakkında bir parça düşünmek bile, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durum ve ileride olabilecekler hakkında fikir sahibi olmaya yeter.

Balkan Türkleri ile bizim aramızda öyle bir göbek bağı var ki iki taraf da birbirinin hem annesi hem çocuğu. Onlar Türkiye’yi anavatan olarak görüyor ve seviyorlar. Oradan göç eden ve benim gibi kökleri oraya dayananlarda ise derinden gelen bir aidiyet duygusu var. Sonuçta bu iki toplum iki ortak hisle birbirine bağlanıyor: Aynı anda hem vefa borcuyla hem de anne şefkatiyle… 


Sinan Bâli
İstanbul, 10 Eylül 2009


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder