3 Mayıs 2013 Cuma

BALKAN VAR BALKANLARDAN GAYRI - 3. Bölüm Ljubljana



05.12.2012 Çarşamba
Maribor’a niyet, Ljubjana’ya kısmet



Aslında o sabah uyandığımda niyetim Maribor’a gitmekti ama geldiğimden beri yakamı bırakmayan aksiliklerin belki de en büyüğünü yaşadım. En iyisi başından anlatayım.



Slovenya’daki son günümde Maribor’a gitmeyi planlamıştım. Hem 2012’nin Avrupa Kültür Başkentleri’nden biri olan Maribor’u görecek hem de internette tanıştığım ve gezi konusunda bazı sorularımı yanıtlayan Sloven bir kızla buluşmayı deneyecektim. Deneyecektim diyorum çünkü henüz üniversite öğrencisi olan Vesna, derslerinin yoğunluğu nedeniyle pek ümit verici konuşmamıştı. 

Ljubljana'nın simgesi olan ejderhalar, kentin en ünlü köprüsünün dört köşesinde nöbet bekliyor.

Sabah oldukça erken kalktım. Çünkü Maribor treni saat 8’deydi ve yol iki saate yakın sürüyordu. Otobüs ise 9.30’daydı ve varması 3 saati geçiyordu. Vakit kaybetmemek için treni tercih etmiştim. Trenin kalkmasına yarım saat kala otelden çıkıp yakındaki otobüs durağına yürüdüm. Aslında tren istasyonu yürüyüş mesafesinde sayılırdı ama otobüs kolayıma gelmişti. Durakta beklemeye başladım ama bir türlü beklediğim otobüs gelmiyordu. Durağın üstündeki zaman tablosunda otobüsün 3-4 dakika sonra geleceği yazıyordu ama nedense bu süre hiç değişmiyordu. 4 dakikanın sonunda otobüs filan görünmüyordu, hatta 5 dakikanın ya da 8 dakikanın sonunda da beklediğim hariç bir sürü otobüs geçmişti. En sonunda beklemenin boşuna olduğunu anlayınca hızlı adımlarla istasyona doğru yürümeye başladım. Ancak trenin kalkmasına da 15 dakika kadar bir süre kalmıştı.

Ara sokaklardan, karlı buzlu kaldırımlarda kaymamaya dikkat ederek, kah yürüyüp kah tırısa kalkarak istasyona vardım. Kan ter içinde, nefes nefese istasyonun kapısından girerken büyük saat Maribor treninin kalkma saatini işaret ediyordu. Tam gişelerin önündeki kuyruğa bakarken peronlardan gelen bir düdük sesi artık çok geç olduğunu haber verdi.
Bir ümitle istasyonun yanındaki otobüs terminaline yöneldim. Belki daha erken bir otobüs vardır diye… Ancak bilgilerim doğruydu, 9.30’dan önce otobüs yoktu ve onun da Maribor’a varması öğleyi buluyordu. Sadece 4 saat kalabileceğim bir şehir için 3 saatlik yol gitmeyi pek akıllıca bulmadım. Şehir gezisini bir yana bıraktım, Vesna ile buluşma şansım da oldukça düşüktü. Böylece geldiğimden beri yaşadığım aksiliklere birini daha ekleyerek Maribor macerasını unuttum ve kös kös otele döndüm.

Trene yetişeyim diye ter içinde kalmıştım ve Ljublajana’nın dondurucu soğuğunda üşütüp hasta olmak istemiyordum. Otelde üstümü değiştirdim ve yaşadığım şanssızlığı avantaja dönüştürmeye karar verdim. Geldiğimden beri Ljubljana’yı gündüz gözüyle enine boyuna göremedim. Mademki Maribor’a gidemiyorum, bari Ljubljana’nın hakkını vereyim dedim. Çantama gerekli dokümanları doldurup şehri keşfe başladım.

Pazar yerinde sebze-meyvenin çeşidi bol, ama fiyatlar bize kıyasla çok hesaplı değil.

İlk önce Ejder Köprüsü ile başladım. Ejderhalar gece göründüklerinden daha ufak ve daha az ürkütücü görünüyorlardı. Vodnikov Meydanı’ndaki pazar ise yeni yeni hareketlenmeye başlamıştı. Pazarın bir kısmı gıdaya, diğer kısmı ise giyim kuşam ve gündelik eşyalara ayrılmıştı. Tıpkı bizim pazarlarda olduğu gibi. Sebze meyvenin kalitesi iyi görünüyordu ama fiyatlar Türkiye’den pahalıydı.

Ljubljana Kalesi’ni ziyaret etmek istiyordum ama kaleye çıkan fünikülerin çalışmasına daha vardı. Ben de eski kentin sokaklarında ve meydanlarında şöyle bir dolaşayım dedim. Mestni Meydanı’nın ortasında adını İtalyan heykeltıraş Francesco Robba’dan alan ve Slovenya’daki üç nehri temsil eden 1751 yapımı Robba Çeşmesi’nden (Robbov Vodnjak) başlayıp Barok mimariye sahip eski Belediye Binası’nın (Mestna Hiša) önünden geçip Stari Trg boyunca yürüdüm. Yol boyunca 18. ve 19. yüzyıl Avusturya mimarisinin tipik barok cephelerine sahip eski binalar vardı. Binaların altında genelde sanat galerileri, şık butikler ve kozmetik dükkanları vardı. Dükkanlar yeni yeni açılıyordu. Herkes dün gece yağan kardan sonra dükkanının önünü küremekle meşguldü. Orası için olağan bir durum olmalı ki herkeste bir kar küreği vardı ve kadınlar da küreme işinde erkeklerden aşağı kalmıyorlardı. Hatta dükkanların çoğu butik olduğu için bu sokakta iş çoğunlukla kadınlara kalmıştı.
 


Eski Belediye Binası gibi binalar Orta Avrupa mimarisinin en belirgin izlerini taşıyor.


Ljubljana’nın ünlü çikolatacısı Cukrček’in önünden geçerken vitrine bakmadan edemedim. Gornji Meydanı’na kadar yürüdüm. Burada yünden mamul tuhaf bir çam ağacı vardı. Buradan gerisin geri Vodnikov Meydanı’na kadar döndüm. Ara bir sokakta beni kaleye çıkaracak olan funiküler ve yanında bilet gişesi vardı. Funiküler kaleye doğru yükselirken karla kaplı çatılarıyla Ljubljana minyatür bir şehir gibi görünmeye başlamıştı.

Ljubljana Kalesi’nin (Ljubljanski Grad) temelleri Roma öncesi döneme kadar gidiyor. Roma döneminde burada bir kale olduğu biliniyor. 9. yüzyılda ortaçağ kalesi inşa ediliyor. 15. yüzyılda ise Habsburglar tarafından daire planlı daha büyük bir kaleye dönüştürülüyor, ancak bugünkü kale 1511 yılındaki büyük depremden sonra inşa edilen bölümlerin toplamından oluşuyor. 1814’e kadar kale garnizon ve hapishane olarak kullanılıyor. 1905’te ise Ljubljana Belediyesi kaleyi kültürel amaçlar için satın alıyor ama 1960’lara kadar çoğunlukla kale sahiplerinin kullanımında kalıyor. Daha sonraları ise günümüze kadar süren restorasyonlarla müze ve kültür merkezi işlevini kazanıyor.
 
Kaleye yaya olarak çıkmak istemeyenler için en hızlı ve rahat alternatif funiküler.
Gözetleme Kulesi, Sanal Müze, Slovenya ve Ljubljana tarihine ayrılan salonlar ve Zindan ile St. George Şapeli (Kapela sv Jurija) kalenin ziyaret edilebilecek başlıca köşeleri. Ayrıca lokantalar, konferans ve davet salonları, geçici sergilere ayrılmış bölümler de var.
Kaleye, taş ve çeliğin bir araya geldiği, biraz James Bond filmlerindeki gizli karargahları andıran bir yerden giriş yaptım. Avluyu geçip ilk olarak Gözetleme Kulesi’ne (Razgledni Stolp) tırmandım. Buradan çepeçevre tüm Ljublajana görülebiliyordu ancak hava o kadar kötü ve soğuktu ki burada oyalanmak pek akıl kârı değildi.

Buradan sonra Sanal Müze denilen kısımda 12 dakikalık bir video gösterimine katıldım. Videoda Ljubljana’nın tarihi canlandırmalarla anlatılıyordu. Yeri gelmişken kısaca bu tarihten de bahsetmek gerekir.

Kaledeki Gözetleme Kulesi'nden şehri çepeçevre görmek mümkün ama iyi havalar tercih edilmeli.


Ljubjana’nın tarihi M.Ö. 5 bin yıl öncesinin avcılık ve çiftçilikle uğraşan topluluklarına kadar gidiyor. Efsaneye göre, Altın Post’u ele geçiren Yason ve Argonotları dönüş yolunda bu bölgede bir canavarla karşı karşıya geliyorlar. O canavar zamanla kentin sembolü olan, gücün ve cesaretin simgesi ejderhaya dönüşüyor. M.Ö. 50 civarında Romalılar burada bir garnizon kuruyor. Antik çağlarda kentin ismi Emona olarak geçiyor. 6. yüzyılda Slovenler bu bölgeye yerleşinceye kadar, Hunlar dahil birçok kavmin saldırılarına maruz kalıyor. Ljubljana adının tarih sahnesine çıkışı ise 12. yüzyılın başlangıcına denk düşüyor. 13. yüzyılda belirgin bir kent halini almaya başlayan kale ve çevresi üç bölgeden oluşuyor: Eski Meydan, Kent ve nehrin diğer yakasındaki Yeni Meydan. 15. yüzyılda Ljubljana özellikle resim ve heykelde öne çıkıyor. Aynı dönemde genişleyen kale ve şehir surları Türk akınlarına karşı koymada önemli rol oynuyor. 1511’deki büyük depremden sonra yeniden imar edilen kentin mimarisinde Rönesans etkileri görülüyor. 17. yüzyıl itibariyle kale eski önemini kaybediyor ve şehir merkezi surların dışına, nehir kıyısına iniyor. 17. yüzyılın ikinci yarısında yabancı mimarların etkisiyle kiliseler, manastırlar ve saraylarda Barok tarz benimseniyor. 19. yüzyılın başındaki Napolyonik fetihler kentin ticari öneminin artmasına neden oluyor. 1815’te kent tekrar Avusturya hakimiyetine giriyor. Bu dönemde milliyetçilik akımları da toplumu etkiliyor ve ulusal müzeler, tiyatrolar, okullar açılıyor. Aynı zamanda demiryolu ile birlikte kentin endüstriyel faaliyetleri de artıyor. 1918’de 1. Dünya Savaşı sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çözülmesiyle Ljubljana’nın bulunduğu bölge de Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’nın bir parçası haline geliyor. 2. Dünya Savaşı sırasında şehir İtalyan ordularının eline geçiyor. Arkasında Nazi işgali geliyor. Bu dönemde direniş hareketlerinin faaliyetlerinin önlenmesi amacıyla şehir, uzunluğu 30 kilometreyi aşan dikenli tellerle çevriliyor. Savaş sonrasından 1991’e kadar Ljubljana Yugoslavya’nın bir parçası olan Slovenya Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti oluyor. Slovenya, 1991’de 10 günlük bir savaşın ardından ve eski Yugoslavya’dan ayrılan devletlerarasında en az tahribatı alarak bağımsızlığını kazanıyor. Ljubljana’da başkentlik statüsünü koruyor.

Video gösterisinin ardından Slovenya Tarihi sergisini gezdim. Ülkenin tarih öncesi dönemlerinden bugüne kadar gelen farklı dönemlerine ait politik, sosyal, ekonomik konular multimedya sunumları ile zenginleştirilerek sergileniyordu. Sergideki tüm interaktif uygulamaları ve sunumları tek tek inceleseydim yaklaşık 3 saatimi burada harcayabilirdim. Ama zamanım kısıtlı olduğu için daha çok Türklerle ilgili kısımlarla odaklandım. Osmanlılar Slovenya’yı fethetmemiş olmasına rağmen yapılan akınlar nedeniyle bariz bir Türk korkusu yerleşmiş. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun 16. yüzyılda sınır boyunda kurduğu kalelerin Türk ilerleyişini durdurmada rol oynadığı belirtilmiş. Orta Avrupa’nın içlerine kadar yapılan akınlara rağmen fetih olmaması nedeniyle Balkanların diğer yerlerinde rastlanan Osmanlı kültürünün izleri buralarda görülmüyordu. Ancak 18. yüzyılda oryantalist akımların etkisiyle bu sefer Türk kültürüne yönelik bir sempati başlamış. Sanatta ve günlük yaşamdaki motiflerde Türk etkisi gözlenmiş. Türklerin bölgedeki etkisini Sanal Müze’deki görevli kıza sorduğumda o da akınların olduğunu, ama belirgin bir fetih olmadığını belirtmişti. Ben de Türk olduğumu ama akın için değil, gezmek için geldiğimi söyleyince gülüştük.
 
Karlı havalarda hemen herkes evinin ya da dükkanının önünü küremekle meşgul.
Kalenin diğer kısımlarındaki bazı geçici sergileri de gezince saati öğle ettim. Yine fünikülerle aşağı inip öğle yemeği için Republika Meydanı’ndaki Parma pizzacısını denemek istedim. Üç Köprü’den geçip önce Kongresni Meydanı’na, sonra da Republika Meydanı’na çıktım. Öğle saati olduğu için ortalık oldukça hareketliydi. Slovenya’nın en büyük kültür merkezi olan Cankarjev Dom’un altındaki bir pasajdaki Parma Pizzacısı önceki gece olduğu gibi ağzına kadar doluydu. Nedense aklıma pizzayı takmıştım. Ayaküstü yemek istemiyordum, çünkü oldukça yorulmuştum. Tekrar geri dönüp Kongresni Meydanı’nda gördüğüm bir pizzacıya girdim. Burası Lubljanski Dom adlı pizza lokantasının daha hızlı servis yapan bölümüydü. Genelde insanlar pizza dilimlerini alıp gidiyorlardı ancak birkaç tabure de vardı. Tezgahtaki kadın bana pizza çeşitlerini saydı, ben bir deniz mahsullü pizza istedim. Fırından çıkardığı pizzadan henüz bir dilim bile yenmemişti. Aldığım dilime göz atınca bunun nedeni anladım. Pizzada vantuzları, ufak kolları olan türlü çeşit deniz yaratığı vardı. Gözümün kesmediği yaratıkları kenara ayırıp geri kalanını mideye indirdim. Öğle yemeğini ucuz ve hızlı yoldan halletmiştim (4€), üstelik bir miktar dinlenmiştim. 


Şehrin hemen yanıbaşındaki Tivoli Park özellikle yaz aylarında bir kaçış mekanı ama kar altında da başka güzel.
Planıma göre sırada Tivoli Park’taki Uluslararası Grafik Sanatları Merkezi vardı. Tekrar Republika Meydanı’nı üzerinden Cankarjeva Sokağı’nı geçerek kent merkezindeki en geniş yeşil alan olan Tivoli Park’a çıktım. 5 kilometrekarelik bir alana yayılmış olan park Ljubljanalıların en gözde rekreasyon alanlarından biriydi. Bisiklete binmek, piknik yapmak için ideal bir mekandı. Ayrıca parkın içinde bahsettiğim müze dışında, Modern Tarih Müzesi ile hayvanat bahçesi de yer alıyordu. Ancak kış ortasında, üstelik hava da böyle karlı olunca parkın ziyaretçileri doğal olarak azalmıştı. Parkı kaplayan beyaz örtü huzur verici ve saf bir duygu yayıyordu. Manzara hoş bir kış tablosunu andırıyordu. Parkın ana yolunun iki yanındaki panolarda National Geographic’in fotoğraf sergisi vardı. Uluslararası Grafik Sanatları Merkezi (Mednarodni Grafični Likovni Center) yolun sonundaki 17. yüzyıldan kalma görkemli Tivolski Grad binasında yer alıyordu. Elimdeki rehber kitaplara göre çağdaş sanata ve grafik sanatına ilişkin ciddi bir koleksiyona sahip olduğu yazıyordu. Ancak ben biraz hayal kırıklığına uğradım. Afişler, grafik çalışmalar bulmayı beklerken geometrik şekillerden oluşan bir sergiyle karşılaştım. 

Gerisin geri dönüp Prešernova Caddesi üzerindeki Slovenya Ulusal Müzesi’ne (Narodni Muzej Slovenije) gittim. Neo-Rönesans mimarisine sahip büyük bir binadaki müze, ülkenin en eski müzesiydi. Taş devrinden yakın dönemlere kadar Slovenya ve çevresinden arkeolojik ve tarihi parçalar sergileniyordu. Bu parçalardan özel bir değer verileni Neandertal insanına ait bir flüt parçasıydı. Bir diğer bölüm Roma dönemine ayrılmıştı. Sloven diline ait bölüm aynı zamanda Slovenya’nın kimliğini ve tarihini de anlatıyordu. Tü Mo adlı geçici sergide ise erken Slav yerleşimlerinin yaşamına ait bulgular sergileniyordu. Çanak, çömlek, av aletleri, takılar ve o döneme ait bir ev modeli de vardı.


Slovenya Ulusal Müzesi'nde tarih öncesi dönemden yakın geçmişe kadar gelen pek çok sergi var.

Binanın diğer bir kanadında Doğa Tarihi Müzesi (Prirodoslovni Muzej) de bulunuyordu. Şimdiye kadar gittiğim şehirlerde doğa tarihi müzelerini es geçmiştim, burada hazır aynı binadayken dolaşayım dedi. Buraya girdiğimde beni bir mamut iskeleti karşıladı. Doldurulmuş hayvanlar, iskeletler, böcekler, taşlar benim çok fazla ilgimi çekmese de özellikle çocuklar için keyifli bir deneyim olabilirdi.

Bu müzeyi de tamamlayınca Republika Meydanı’ndaki Maxi Alışveriş Merkezi’ne girip almayı düşündüğüm hediyelerin fiyatlarına baktım. Ardından Maxi’nin pastanesine oturup geleni geçeni seyrederken 5 çayımı yudumladım. Hava iyice kararmıştı, müzelerin kapanma saati geçmişti. Akşamı nasıl geçireceğimi düşünüyordum.


Ursuline Kilisesi dışarıdan daha çok sivil mimariye ait bir yapıyı andırıyor.
Önce çok yakındaki Kutsal Üçlü veya daha bilinen ismiyle Ursuline Kilisesi’ne (Uršulinska cerkev) gittim. Çevresiyle bütünleşmiş olan Barok kilise, ilk bakışta dini bir yapıdan çok heybetli bir binayı andırıyordu. 1718-1726 yılları arasında inşa edilen kilisenin içi fazla süslü olmamakla birlikte önemli bazı duvar resimlerini barındırıyordu. Ancak içeri o kadar karanlıktı ki doğru dürüst bir şey görmek neredeyse imkansızdı.

Buradan çıkıp Prešernov Meydanı’na gittiğimde yine kalabalığın toplanmış olduğunu gördüm. Belli ki bu akşam da özel bir etkinlik vardı. Meydanın ortasında çocuk korosu ilahiler söylüyordu. O kadar yoğun bir kalabalık vardı ki neredeyse yürümek imkansızdı. Özellikle çocuklu aileler meydanı doldurmuştu. Bunun nedenini az sonra öğrenecektim.
Vakit geçirmek için Vodnikov Meydanı’ndaki Turist Bürosuna gidip Urbana Card’ımın hakkı olan bir saatlik internet hizmetini kullanmaya karar verdim. Büroda görevli kadına kalabalığın nedenini sorduğumda, o akşam Santa Nicholas’ın çocukları ziyaret ettiğini söyledi. Santa Nicholas, yani Noel Baba çocuklarla hasbıhal ediyor, uslu çocuklara portakal veriyormuş; yaramaz çocuklar ise Noel Baba’nın etrafındaki canavar kılıklı yaratıklar tarafından korkutuluyormuş. Ben Noel Baba’yı göremedim ama canavarlar cümbüşle turist bürosunun önüne geldi. Gençler çocuklar için gerçekten korkutucu olabilecek kostümler giymişlerdi ama kendileri bayağı eğleniyorlardı anlaşılan.
Şehrin merkezindeki Fransiskan Kilisesi, Barok mimarisiyle ve süslemeleriyle dikkat çekiyor.

Prešernov Meydanı’na geri döndüğümde tören sona ermişti ama kalabalık devam ediyordu. Daha önce içine girme fırsatı bulamadığım Fransiskan Kilisesi’ni (Frančiškanski Samostan) ziyaret etmek istiyordum. Fransiskan Manastırı ile Annunciation Kilisesi’nin birleşiminden oluşan yapı 1646-1660 yılları arasında inşa edilmiş. Mihrap kısmı Ljubljana’da pek çok eseri olan İtalyan heykeltıraş Francesco Robba tarafından yapılmış. Ben kiliseye girdiğimde gençler korosu prova yapıyordu. Usulca duvarlardaki freskleri inceleyerek biraz zaman geçirdim. Çıkarken kapıda duran meczup halli adam elini uzatıp sadaka istedi, boş çevirmedim.

Vakit geçirmek için nehir boyunca yürürken tezgahlarda satılan sarı renkli sıvının ne olduğunu sordum. Geldiğimden beri pek çok yerde bu içkiyi görmüştüm ve ne olduğunu merak ediyordum. Tezgahtaki kız bunun bal brendisi olduğunu söyledi ve ufacık bir bardakta ikram etti. Alkol seviyesi çok yüksek olmayan ve bariz bir bal tadı olan, insanın içini ısıtan bir içkiydi. Kız “biz böyle ısınıyoruz işte” dedi.

Nehrin karşı kıyısı yine bir sokak partisi havasına bürünmüştü. Tüm barların önü doluydu. Gençler soğuğa aldırmadan içki içip eğleniyordu. 
Şehirdeki parti havası soğuğa rağmen Yılbaşı'na kadar devam edecek gibi görünüyordu.

Akşam yemeğini Čopova Caddesi’ndeki döner büfesinden aldığım döner dürümle geçiştirdim. Gariptir: televizyondaki seyahat programlarında yurtdışındaki Türk döner ustaları, sokak satıcıları pek sempatik görünür, programın sunucusuyla güle oynaya sohbet ederler. Nedense ben hiç öyle birine rastlamadım. Türkçe konuştuğum zaman sanki vergi memuruymuşum gibi ya da al dönerini de zıkkımlan der gibi davranmışlardı.

Artık biraz alışveriş zamanı gelmişti. Slovenya’daki zincir marketlerden biri olan Spar oldukça hesaplıydı ama Čopova Caddesi’ndeki şubesinde çeşit azdı. Girmişken namını işittiğim Gorenjka çikolatasından bir iki paket aldım. Daha sonra Republika Meydanı’ndaki Maxi AVM’ye gittim. Buradan da bu bölgeye özgü kabak çekirdeği yağı (Bučno olje) aldım. Bu yağın faydaları saymakla bitmiyordu. Örneğin kolesterolü düşürmede, prostat problemleriyle ve idrar yolu rahatsızlıklarıyla mücadelede faydalı oluyormuş. İlaç gibi sade içildiği gibi salatalarda da kullanılabiliyormuş.

Alışverişlerimi de tamamladıktan sonra geldiğimden beri pek çok kez geçtiğim yollardan geçmemek için Slovenska Caddesi üzerinden otele dönerek yolumu biraz uzattım. Ertesi gün Zagreb’e doğru yola çıkacağım için bavulumu toparlayıp erkenden uyudum.


















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder