05.12.2012 Çarşamba
Aslında o sabah
uyandığımda niyetim Maribor’a gitmekti ama geldiğimden beri yakamı bırakmayan
aksiliklerin belki de en büyüğünü yaşadım. En iyisi başından anlatayım.
Slovenya’daki
son günümde Maribor’a gitmeyi planlamıştım. Hem 2012’nin Avrupa Kültür
Başkentleri’nden biri olan Maribor’u görecek hem de internette tanıştığım ve
gezi konusunda bazı sorularımı yanıtlayan Sloven bir kızla buluşmayı
deneyecektim. Deneyecektim diyorum çünkü henüz üniversite öğrencisi olan Vesna,
derslerinin yoğunluğu nedeniyle pek ümit verici konuşmamıştı.
Ljubljana'nın simgesi olan ejderhalar, kentin en ünlü köprüsünün dört köşesinde nöbet bekliyor. |
Sabah
oldukça erken kalktım. Çünkü Maribor treni saat 8’deydi ve yol iki saate yakın
sürüyordu. Otobüs ise 9.30’daydı ve varması 3 saati geçiyordu. Vakit
kaybetmemek için treni tercih etmiştim. Trenin kalkmasına yarım saat kala otelden
çıkıp yakındaki otobüs durağına yürüdüm. Aslında tren istasyonu yürüyüş
mesafesinde sayılırdı ama otobüs kolayıma gelmişti. Durakta beklemeye başladım
ama bir türlü beklediğim otobüs gelmiyordu. Durağın üstündeki zaman tablosunda
otobüsün 3-4 dakika sonra geleceği yazıyordu ama nedense bu süre hiç
değişmiyordu. 4 dakikanın sonunda otobüs filan görünmüyordu, hatta 5 dakikanın
ya da 8 dakikanın sonunda da beklediğim hariç bir sürü otobüs geçmişti. En
sonunda beklemenin boşuna olduğunu anlayınca hızlı adımlarla istasyona doğru
yürümeye başladım. Ancak trenin kalkmasına da 15 dakika kadar bir süre
kalmıştı.
Ara
sokaklardan, karlı buzlu kaldırımlarda kaymamaya dikkat ederek, kah yürüyüp kah
tırısa kalkarak istasyona vardım. Kan ter içinde, nefes nefese istasyonun
kapısından girerken büyük saat Maribor treninin kalkma saatini işaret ediyordu.
Tam gişelerin önündeki kuyruğa bakarken peronlardan gelen bir düdük sesi artık
çok geç olduğunu haber verdi.
Bir ümitle
istasyonun yanındaki otobüs terminaline yöneldim. Belki daha erken bir otobüs
vardır diye… Ancak bilgilerim doğruydu, 9.30’dan önce otobüs yoktu ve onun da
Maribor’a varması öğleyi buluyordu. Sadece 4 saat kalabileceğim bir şehir için
3 saatlik yol gitmeyi pek akıllıca bulmadım. Şehir gezisini bir yana bıraktım,
Vesna ile buluşma şansım da oldukça düşüktü. Böylece geldiğimden beri yaşadığım
aksiliklere birini daha ekleyerek Maribor macerasını unuttum ve kös kös otele
döndüm.
Trene
yetişeyim diye ter içinde kalmıştım ve Ljublajana’nın dondurucu soğuğunda
üşütüp hasta olmak istemiyordum. Otelde üstümü değiştirdim ve yaşadığım şanssızlığı
avantaja dönüştürmeye karar verdim. Geldiğimden beri Ljubljana’yı gündüz
gözüyle enine boyuna göremedim. Mademki Maribor’a gidemiyorum, bari
Ljubljana’nın hakkını vereyim dedim. Çantama gerekli dokümanları doldurup şehri
keşfe başladım.
Pazar yerinde sebze-meyvenin çeşidi bol, ama fiyatlar bize kıyasla çok hesaplı değil. |
İlk önce
Ejder Köprüsü ile başladım. Ejderhalar gece göründüklerinden daha ufak ve daha
az ürkütücü görünüyorlardı. Vodnikov Meydanı’ndaki pazar ise yeni yeni
hareketlenmeye başlamıştı. Pazarın bir kısmı gıdaya, diğer kısmı ise giyim
kuşam ve gündelik eşyalara ayrılmıştı. Tıpkı bizim pazarlarda olduğu gibi. Sebze
meyvenin kalitesi iyi görünüyordu ama fiyatlar Türkiye’den pahalıydı.
Ljubljana
Kalesi’ni ziyaret etmek istiyordum ama kaleye çıkan fünikülerin çalışmasına
daha vardı. Ben de eski kentin sokaklarında ve meydanlarında şöyle bir
dolaşayım dedim. Mestni Meydanı’nın ortasında adını İtalyan heykeltıraş
Francesco Robba’dan alan ve Slovenya’daki üç nehri temsil eden 1751 yapımı Robba Çeşmesi’nden (Robbov Vodnjak)
başlayıp Barok mimariye sahip eski Belediye
Binası’nın (Mestna Hiša) önünden geçip Stari Trg boyunca yürüdüm. Yol
boyunca 18. ve 19. yüzyıl Avusturya mimarisinin tipik barok cephelerine sahip
eski binalar vardı. Binaların altında genelde sanat galerileri, şık butikler ve
kozmetik dükkanları vardı. Dükkanlar yeni yeni açılıyordu. Herkes dün gece
yağan kardan sonra dükkanının önünü küremekle meşguldü. Orası için olağan bir
durum olmalı ki herkeste bir kar küreği vardı ve kadınlar da küreme işinde
erkeklerden aşağı kalmıyorlardı. Hatta dükkanların çoğu butik olduğu için bu
sokakta iş çoğunlukla kadınlara kalmıştı.
Eski Belediye Binası gibi binalar Orta Avrupa mimarisinin en belirgin izlerini taşıyor. |
Ljubljana’nın ünlü çikolatacısı Cukrček’in
önünden geçerken vitrine bakmadan edemedim. Gornji Meydanı’na kadar yürüdüm.
Burada yünden mamul tuhaf bir çam ağacı vardı. Buradan gerisin geri Vodnikov Meydanı’na
kadar döndüm. Ara bir sokakta beni kaleye çıkaracak olan funiküler ve yanında
bilet gişesi vardı. Funiküler kaleye doğru yükselirken karla kaplı çatılarıyla
Ljubljana minyatür bir şehir gibi görünmeye başlamıştı.
Ljubljana Kalesi’nin (Ljubljanski Grad) temelleri
Roma öncesi döneme kadar gidiyor. Roma döneminde burada bir kale olduğu
biliniyor. 9. yüzyılda ortaçağ kalesi inşa ediliyor. 15. yüzyılda ise
Habsburglar tarafından daire planlı daha büyük bir kaleye dönüştürülüyor, ancak
bugünkü kale 1511 yılındaki büyük depremden sonra inşa edilen bölümlerin
toplamından oluşuyor. 1814’e kadar kale garnizon ve hapishane olarak
kullanılıyor. 1905’te ise Ljubljana Belediyesi kaleyi kültürel amaçlar için
satın alıyor ama 1960’lara kadar çoğunlukla kale sahiplerinin kullanımında
kalıyor. Daha sonraları ise günümüze kadar süren restorasyonlarla müze ve
kültür merkezi işlevini kazanıyor.
Gözetleme
Kulesi, Sanal Müze, Slovenya ve Ljubljana tarihine ayrılan salonlar ve Zindan
ile St. George Şapeli (Kapela sv Jurija)
kalenin ziyaret edilebilecek başlıca köşeleri. Ayrıca lokantalar, konferans ve
davet salonları, geçici sergilere ayrılmış bölümler de var.
Kaleye, taş
ve çeliğin bir araya geldiği, biraz James Bond filmlerindeki gizli karargahları
andıran bir yerden giriş yaptım. Avluyu geçip ilk olarak Gözetleme Kulesi’ne (Razgledni Stolp) tırmandım. Buradan çepeçevre
tüm Ljublajana görülebiliyordu ancak hava o kadar kötü ve soğuktu ki burada
oyalanmak pek akıl kârı değildi.
Buradan
sonra Sanal Müze denilen kısımda 12 dakikalık bir video gösterimine katıldım.
Videoda Ljubljana’nın tarihi canlandırmalarla anlatılıyordu. Yeri gelmişken
kısaca bu tarihten de bahsetmek gerekir.
Kaledeki Gözetleme Kulesi'nden şehri çepeçevre görmek mümkün ama iyi havalar tercih edilmeli. |
Ljubjana’nın
tarihi M.Ö. 5 bin yıl öncesinin avcılık ve çiftçilikle uğraşan topluluklarına
kadar gidiyor. Efsaneye göre, Altın Post’u ele geçiren Yason ve Argonotları
dönüş yolunda bu bölgede bir canavarla karşı karşıya geliyorlar. O canavar
zamanla kentin sembolü olan, gücün ve cesaretin simgesi ejderhaya dönüşüyor. M.Ö.
50 civarında Romalılar burada bir garnizon kuruyor. Antik çağlarda kentin ismi
Emona olarak geçiyor. 6. yüzyılda Slovenler bu bölgeye yerleşinceye kadar,
Hunlar dahil birçok kavmin saldırılarına maruz kalıyor. Ljubljana adının tarih
sahnesine çıkışı ise 12. yüzyılın başlangıcına denk düşüyor. 13. yüzyılda
belirgin bir kent halini almaya başlayan kale ve çevresi üç bölgeden oluşuyor:
Eski Meydan, Kent ve nehrin diğer yakasındaki Yeni Meydan. 15. yüzyılda
Ljubljana özellikle resim ve heykelde öne çıkıyor. Aynı dönemde genişleyen kale
ve şehir surları Türk akınlarına karşı koymada önemli rol oynuyor. 1511’deki
büyük depremden sonra yeniden imar edilen kentin mimarisinde Rönesans etkileri
görülüyor. 17. yüzyıl itibariyle kale eski önemini kaybediyor ve şehir merkezi
surların dışına, nehir kıyısına iniyor. 17. yüzyılın ikinci yarısında yabancı
mimarların etkisiyle kiliseler, manastırlar ve saraylarda Barok tarz
benimseniyor. 19. yüzyılın başındaki Napolyonik fetihler kentin ticari öneminin
artmasına neden oluyor. 1815’te kent tekrar Avusturya hakimiyetine giriyor. Bu
dönemde milliyetçilik akımları da toplumu etkiliyor ve ulusal müzeler,
tiyatrolar, okullar açılıyor. Aynı zamanda demiryolu ile birlikte kentin
endüstriyel faaliyetleri de artıyor. 1918’de 1. Dünya Savaşı sonunda
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çözülmesiyle Ljubljana’nın bulunduğu
bölge de Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’nın bir parçası haline geliyor. 2.
Dünya Savaşı sırasında şehir İtalyan ordularının eline geçiyor. Arkasında Nazi
işgali geliyor. Bu dönemde direniş hareketlerinin faaliyetlerinin önlenmesi
amacıyla şehir, uzunluğu 30 kilometreyi aşan dikenli tellerle çevriliyor. Savaş
sonrasından 1991’e kadar Ljubljana Yugoslavya’nın bir parçası olan Slovenya
Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti oluyor. Slovenya, 1991’de 10 günlük bir
savaşın ardından ve eski Yugoslavya’dan ayrılan devletlerarasında en az
tahribatı alarak bağımsızlığını kazanıyor. Ljubljana’da başkentlik statüsünü koruyor.
Video
gösterisinin ardından Slovenya Tarihi sergisini gezdim. Ülkenin tarih öncesi
dönemlerinden bugüne kadar gelen farklı dönemlerine ait politik, sosyal,
ekonomik konular multimedya sunumları ile zenginleştirilerek sergileniyordu. Sergideki
tüm interaktif uygulamaları ve sunumları tek tek inceleseydim yaklaşık 3
saatimi burada harcayabilirdim. Ama zamanım kısıtlı olduğu için daha çok
Türklerle ilgili kısımlarla odaklandım. Osmanlılar Slovenya’yı fethetmemiş
olmasına rağmen yapılan akınlar nedeniyle bariz bir Türk korkusu yerleşmiş.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun 16. yüzyılda sınır boyunda kurduğu
kalelerin Türk ilerleyişini durdurmada rol oynadığı belirtilmiş. Orta
Avrupa’nın içlerine kadar yapılan akınlara rağmen fetih olmaması nedeniyle Balkanların
diğer yerlerinde rastlanan Osmanlı kültürünün izleri buralarda görülmüyordu.
Ancak 18. yüzyılda oryantalist akımların etkisiyle bu sefer Türk kültürüne
yönelik bir sempati başlamış. Sanatta ve günlük yaşamdaki motiflerde Türk
etkisi gözlenmiş. Türklerin bölgedeki etkisini Sanal Müze’deki görevli kıza
sorduğumda o da akınların olduğunu, ama belirgin bir fetih olmadığını
belirtmişti. Ben de Türk olduğumu ama akın için değil, gezmek için geldiğimi
söyleyince gülüştük.
Kalenin
diğer kısımlarındaki bazı geçici sergileri de gezince saati öğle ettim. Yine
fünikülerle aşağı inip öğle yemeği için Republika Meydanı’ndaki Parma
pizzacısını denemek istedim. Üç Köprü’den geçip önce Kongresni Meydanı’na,
sonra da Republika Meydanı’na çıktım. Öğle saati olduğu için ortalık oldukça
hareketliydi. Slovenya’nın en büyük kültür merkezi olan Cankarjev Dom’un altındaki bir pasajdaki Parma Pizzacısı önceki
gece olduğu gibi ağzına kadar doluydu. Nedense aklıma pizzayı takmıştım.
Ayaküstü yemek istemiyordum, çünkü oldukça yorulmuştum. Tekrar geri dönüp
Kongresni Meydanı’nda gördüğüm bir pizzacıya girdim. Burası Lubljanski Dom adlı
pizza lokantasının daha hızlı servis yapan bölümüydü. Genelde insanlar pizza
dilimlerini alıp gidiyorlardı ancak birkaç tabure de vardı. Tezgahtaki kadın
bana pizza çeşitlerini saydı, ben bir deniz mahsullü pizza istedim. Fırından
çıkardığı pizzadan henüz bir dilim bile yenmemişti. Aldığım dilime göz atınca
bunun nedeni anladım. Pizzada vantuzları, ufak kolları olan türlü çeşit deniz
yaratığı vardı. Gözümün kesmediği yaratıkları kenara ayırıp geri kalanını
mideye indirdim. Öğle yemeğini ucuz ve hızlı yoldan halletmiştim (4€), üstelik
bir miktar dinlenmiştim.
Şehrin hemen yanıbaşındaki Tivoli Park özellikle yaz aylarında bir kaçış mekanı ama kar altında da başka güzel. |
Planıma göre
sırada Tivoli Park’taki Uluslararası Grafik Sanatları Merkezi vardı. Tekrar
Republika Meydanı’nı üzerinden Cankarjeva Sokağı’nı geçerek kent merkezindeki
en geniş yeşil alan olan Tivoli Park’a
çıktım. 5 kilometrekarelik bir alana yayılmış olan park Ljubljanalıların en
gözde rekreasyon alanlarından biriydi. Bisiklete binmek, piknik yapmak için
ideal bir mekandı. Ayrıca parkın içinde bahsettiğim müze dışında, Modern Tarih
Müzesi ile hayvanat bahçesi de yer alıyordu. Ancak kış ortasında, üstelik hava
da böyle karlı olunca parkın ziyaretçileri doğal olarak azalmıştı. Parkı
kaplayan beyaz örtü huzur verici ve saf bir duygu yayıyordu. Manzara hoş bir
kış tablosunu andırıyordu. Parkın ana yolunun iki yanındaki panolarda National
Geographic’in fotoğraf sergisi vardı. Uluslararası
Grafik Sanatları Merkezi (Mednarodni Grafični Likovni Center) yolun
sonundaki 17. yüzyıldan kalma görkemli Tivolski Grad binasında yer alıyordu.
Elimdeki rehber kitaplara göre çağdaş sanata ve grafik sanatına ilişkin ciddi
bir koleksiyona sahip olduğu yazıyordu. Ancak ben biraz hayal kırıklığına
uğradım. Afişler, grafik çalışmalar bulmayı beklerken geometrik şekillerden
oluşan bir sergiyle karşılaştım.
Gerisin geri
dönüp Prešernova Caddesi üzerindeki Slovenya
Ulusal Müzesi’ne (Narodni Muzej
Slovenije) gittim. Neo-Rönesans mimarisine sahip büyük bir binadaki müze, ülkenin
en eski müzesiydi. Taş devrinden yakın dönemlere kadar Slovenya ve çevresinden
arkeolojik ve tarihi parçalar sergileniyordu. Bu parçalardan özel bir değer
verileni Neandertal insanına ait bir flüt parçasıydı. Bir diğer bölüm Roma
dönemine ayrılmıştı. Sloven diline ait bölüm aynı zamanda Slovenya’nın
kimliğini ve tarihini de anlatıyordu. Tü Mo adlı geçici sergide ise erken Slav
yerleşimlerinin yaşamına ait bulgular sergileniyordu. Çanak, çömlek, av
aletleri, takılar ve o döneme ait bir ev modeli de vardı.
Slovenya Ulusal Müzesi'nde tarih öncesi dönemden yakın geçmişe kadar gelen pek çok sergi var. |
Bu müzeyi de
tamamlayınca Republika Meydanı’ndaki Maxi Alışveriş Merkezi’ne girip almayı
düşündüğüm hediyelerin fiyatlarına baktım. Ardından Maxi’nin pastanesine oturup
geleni geçeni seyrederken 5 çayımı yudumladım. Hava iyice kararmıştı, müzelerin
kapanma saati geçmişti. Akşamı nasıl geçireceğimi düşünüyordum.
Önce çok
yakındaki Kutsal Üçlü veya daha bilinen ismiyle Ursuline Kilisesi’ne (Uršulinska cerkev) gittim. Çevresiyle
bütünleşmiş olan Barok kilise, ilk bakışta dini bir yapıdan çok heybetli bir
binayı andırıyordu. 1718-1726 yılları arasında inşa edilen kilisenin içi fazla
süslü olmamakla birlikte önemli bazı duvar resimlerini barındırıyordu. Ancak
içeri o kadar karanlıktı ki doğru dürüst bir şey görmek neredeyse imkansızdı.
Buradan
çıkıp Prešernov Meydanı’na gittiğimde yine kalabalığın toplanmış olduğunu
gördüm. Belli ki bu akşam da özel bir etkinlik vardı. Meydanın ortasında çocuk
korosu ilahiler söylüyordu. O kadar yoğun bir kalabalık vardı ki neredeyse
yürümek imkansızdı. Özellikle çocuklu aileler meydanı doldurmuştu. Bunun
nedenini az sonra öğrenecektim.
Vakit
geçirmek için Vodnikov Meydanı’ndaki Turist Bürosuna gidip Urbana Card’ımın
hakkı olan bir saatlik internet hizmetini kullanmaya karar verdim. Büroda
görevli kadına kalabalığın nedenini sorduğumda, o akşam Santa Nicholas’ın
çocukları ziyaret ettiğini söyledi. Santa Nicholas, yani Noel Baba çocuklarla hasbıhal
ediyor, uslu çocuklara portakal veriyormuş; yaramaz çocuklar ise Noel Baba’nın
etrafındaki canavar kılıklı yaratıklar tarafından korkutuluyormuş. Ben Noel
Baba’yı göremedim ama canavarlar cümbüşle turist bürosunun önüne geldi. Gençler
çocuklar için gerçekten korkutucu olabilecek kostümler giymişlerdi ama
kendileri bayağı eğleniyorlardı anlaşılan.
Prešernov
Meydanı’na geri döndüğümde tören sona ermişti ama kalabalık devam ediyordu.
Daha önce içine girme fırsatı bulamadığım Fransiskan
Kilisesi’ni (Frančiškanski Samostan) ziyaret etmek istiyordum. Fransiskan
Manastırı ile Annunciation Kilisesi’nin birleşiminden oluşan yapı 1646-1660
yılları arasında inşa edilmiş. Mihrap kısmı Ljubljana’da pek çok eseri olan
İtalyan heykeltıraş Francesco Robba tarafından yapılmış. Ben kiliseye
girdiğimde gençler korosu prova yapıyordu. Usulca duvarlardaki freskleri
inceleyerek biraz zaman geçirdim. Çıkarken kapıda duran meczup halli adam elini
uzatıp sadaka istedi, boş çevirmedim.
Vakit
geçirmek için nehir boyunca yürürken tezgahlarda satılan sarı renkli sıvının ne
olduğunu sordum. Geldiğimden beri pek çok yerde bu içkiyi görmüştüm ve ne
olduğunu merak ediyordum. Tezgahtaki kız bunun bal brendisi olduğunu söyledi ve
ufacık bir bardakta ikram etti. Alkol seviyesi çok yüksek olmayan ve bariz bir
bal tadı olan, insanın içini ısıtan bir içkiydi. Kız “biz böyle ısınıyoruz
işte” dedi.
Nehrin karşı
kıyısı yine bir sokak partisi havasına bürünmüştü. Tüm barların önü doluydu.
Gençler soğuğa aldırmadan içki içip eğleniyordu.
Akşam yemeğini
Čopova Caddesi’ndeki döner büfesinden aldığım döner dürümle geçiştirdim.
Gariptir: televizyondaki seyahat programlarında yurtdışındaki Türk döner
ustaları, sokak satıcıları pek sempatik görünür, programın sunucusuyla güle
oynaya sohbet ederler. Nedense ben hiç öyle birine rastlamadım. Türkçe
konuştuğum zaman sanki vergi memuruymuşum gibi ya da al dönerini de zıkkımlan
der gibi davranmışlardı.
Artık biraz
alışveriş zamanı gelmişti. Slovenya’daki zincir marketlerden biri olan Spar
oldukça hesaplıydı ama Čopova Caddesi’ndeki şubesinde çeşit azdı. Girmişken
namını işittiğim Gorenjka çikolatasından bir iki paket aldım. Daha sonra
Republika Meydanı’ndaki Maxi AVM’ye gittim. Buradan da bu bölgeye özgü kabak
çekirdeği yağı (Bučno olje) aldım. Bu yağın faydaları saymakla bitmiyordu.
Örneğin kolesterolü düşürmede, prostat problemleriyle ve idrar yolu rahatsızlıklarıyla
mücadelede faydalı oluyormuş. İlaç gibi sade içildiği gibi salatalarda da
kullanılabiliyormuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder