21 Mayıs 2013 Salı

BALKAN VAR BALKANLARDAN GAYRI - 5. Bölüm Rijeka


07.12.2012 Cuma

Havamı değiştiren liman kenti Rijeka 



Zagreb’teki ilk günümde şehrin neredeyse tamamını gezdiğim için bu günü başka şehirlere ayırmaya karar vermiştim. Aklımda bir sahil kenti olan Rijeka ve yine büyükçe bir kent olduğunu düşündüğüm Karlovac vardı. Sahil ve deniz fikri daha cazip geldi ve kendimi Rijeka’ya giden 9.00 otobüsünde buldum.



Şehirden çıktığımızda etrafı sis bastırmıştı. Rijeka’ya giden yol, Karlovac’tan da geçtiği için şehri en azından transit geçerken görmeyi umuyordum. Ancak yol boyunca devam eden sis Karlovac’ı da bürümüştü. Görüş mesafesi çok düşüktü, hem Karlovac’ta göremeye değer bir şey de yok gibiydi. Beton binalar, sanayi tesisleri… Belki de şehrin tarihi bölümü yolumuzun üstünde değildi ama yine de Rijeka’yı tercih ettiğime sevindim.


Karlovac’ı geride bırakınca sis de dağılmaya başladı. Rakım da giderek yükselmiş, otobüs karla kaplı ormanlar arasından geçerek Panonya ile Adriyatik’i ayıran Velika Kapela Dağlarını aşmaya başlamıştı. Biz yükseldikçe kar tabakası da kalınlaştı. Bereket versin ki yollar gayet düzgündü. Üstelik yolun bu kısmında sürekli tünellere girip çıktığımız için tipi halinde yağan kardan pek etkilenmiyorduk. İnişe geçip de tünel silsilesi içinde oldukça bir uzun bir tünelin ucundan çıkınca büyük bir şaşkınlık yaşadım. Tünele girerken her taraf karla kaplıydı, lapa lapa kar yağıyordu. Tünelin bu ucundaysa kardan eser yoktu, bulutların arasından güneş ışınları parlıyordu. Beyaza büyünmüş yüksek çam ağaçlarının yerini yaprağını dökmüş daha bodur ağaçlar, makiler almıştı. Birkaç kilometre içinde Balkanların içe işleyen soğuğundan, Akdeniz’in daha ılıman kışına geçiş yapmıştık. Virajlı yollardan Adriyatik Denizi’ne doğru inerken Rijeka ile ilgili notları da gözden geçiriyordum.


Hırvatça’da nehir anlamına gelen Rijeka, Hırvatistan’ın üçüncü büyük kenti ve önemli bir limanı. Tarihe bakınca şehrin ilk kez Trsat denilen tepede, denizci bir kavim olan Liburniler tarafından kurulduğu görülüyor. Daha sonra Roma işgaliyle Tarsatica adlı kent bugün eski şehrin bulunduğu yerde kuruluyor ve gelişiyor. 4. yüzyılda St. Vitus’a adanan şehir Ortaçağ’da surlarla çevrili müstahkem bir liman olarak önemini koruyor. Türk akınlarına da zaman zaman maruz kalan şehir stratejik konumu ve ticaret açısından önemli bir liman olması nedeniyle İtalyanlar, Macarlar ve Hırvatlar arasında paylaşılamıyor. 1466’da Habsburg Hanedanı’nın eline geçinceye kadar farklı milletlerin yönetiminde el değiştiriyor. 1918’e kadar Avusturya İmparatorluğu’nun hakimiyetinde kalan şehirde Avusturya-Macaristan kültürü çok belirgin izler bırakıyor. Savaş sonrasında İtalya tarafından işgal edilen bölge, çeşitli anlaşmalar sonunda ikiye bölünerek yarısı Yugoslav yönetimine bırakılıyor. 2. Dünya Savaşı’nda kent İtalyanlar ve Almanlara karşı koyan partizanların mücadelesine tanık oluyor. Savaş sonrasında ise Yugoslavya’nın en önemli limanı haline geliyor. Bugün ise şehir endüstriden uzaklaşıp hizmet ve turizm sektörüne geçiş yapmaya çalışıyor.

Rijeka'ya otobüsle gelenleri ilk önce Kapuçin Kilisesi karşılıyor.
İki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra, sise ve kara rağmen vaktinde Rijeka’ya vardık. Otobüsten çıkınca havanın göründüğü kadar ılıman olmadığını, denizden esen soğuk rüzgarı yiyince anladım. Karşıma ilk çıkan yapı merdivenlerle yükselerek limana tepeden bakan Kapuçin Kilisesi (Kapucinska crkva Gospe Lurdske) oldu. 1900’lerin başında inşa edilen bu neo-Gotik kilisenin üst katı parasızlık yüzünden tamamlanamayınca düzmece bir azize devreye sokulmuş. Sözde kanlı terler döken azizeyi görmeye gelenlerin bağışlarıyla kilise tamamlanmış ama azize de dolandırıcılık suçundan hapsi boylamış.


Rijekalı tüccarların gösterişçi zevkini yansıtan, heykellerle süslü heybetli Ploech Binası’nın önünden geçip Jadranski Meydanı’na çıktım ve şehrin trafiğe kapalı piyasa caddesi olan Korzo’ya yöneldim. Cadde boyunca süslü cepheleriyle dikkat çeken taş binalar görmeye alıştığım, hatta artık görmezden geldiğim bir doku oluşturmuştu. Her iki yanında şık kafe-restoranların ve mağazaların sıralandığı cadde öğle saati olması nedeniyle oldukça kalabalıktı. Pek çok insan soğuğa aldırmadan, genellikle de sigara içme uğruna dışarıdaki masalarda oturuyordu. 


Korzo Caddesi eski taş binaları ve saat kulesiyle kentin cazibe merkezi.

Cadde boyunca yürüyüp Radio Rijeka binasını ve bir zamanlar denizden şehre giriş kapısı olan Şehir Kulesi ve Kapısını (Gradski Toranj, Gradska Vrata) geçtim. Liman doldurulmadan önce deniz buraya kadar geliyormuş. Roma yerleşimi Tarsatica’ya giriş de buradan yapılıyormuş. Orijinal saat kulesi 1750 depreminde yıkılınca yerine şimdi görülen kule inşa edilmiş. 


Burada yönümü limana doğru çevirip St. Nicholas Sırp Ortodoks Kilisesi’nin (Pravoslavna Crkva sv. Nikole) önüne çıktım. Gösterişsiz bir mimariye sahip kilisenin ilginç bir öyküsü vardı. Kentte nüfuza sahip Sırplar bir kilise isteyince kafası bozulan vali, denize bir taş atıp “işte kilisenizi buraya yapın” demiş. Sırplar da inat edip sahili doldurmuş ve kiliseyi inşa etmişler. 


Limana çıktığımda saat de yemek vaktini gösteriyordu. Deniz havası alınca canım balık çekmişti. Limanda boy boy yük gemileri, balıkçı tekneleri demir atmıştı. Bulutlu gökyüzünün görüntüsü limanın durgun sularına yansıyor, limana sessiz ve hüzünlü bir hava katıyordu. Limanın ucuna doğru Konoba Rijeka adlı bir lokanta gördüm. Bu kez fazla sağa sola bakınmadan, ne çıkarsa bahtıma diye içeri girdim. Belli ki henüz erken bir saatti ve tavandan sarkan ağlarla, gemi modelleriyle klasik deniz dekorasyonuna sahip lokantada müşteri yoktu. Arkada bir masaya geçip mevsim salatası ile sardalye tava istedim. Her ikisi de gayet lezzetli ve doyurucuydu (40 KN). 

Adriyatik kıyılarını gezerken deniz ürünleri öncelikli yemek tercihi olmalı. Hem lezzetli hem hesaplı...

Yemeğin ardından lokantanın bulunduğu bloğu turlayıp arka sokağa geçince birden limanın sessizliğiyle tamamen zıt bir manzarayla karşılaştım: envai çeşit sebze meyvenin yanı sıra ucuz giyim kuşamın satıldığı Rijeka Pazarına (Velika Tržnica) dalıverdim. Tezgahlardan yükselen farklı dilde ama tanıdık tonlamalardaki bağırış çağırış arasında pazarı gezmeye başladım. Açıkta kurulan tezgahlar dışında et, balık ve sebzenin satıldığı üç adet büyük bina da vardı. Art-nouveau stilindeki bu binalar özellikle şarküteri ürünleri veya balık almak isteyenlerin uğrak noktasıydı. 


Pazarı gezerken ilginç bir binaya asılmış ufak bir levha beni hayrete düşürdü. Hiçbir rehber kitapta ya da araştırdığım kaynakta geçmeyen bu binadaki levhada “Türk Evi” yazıyordu. 1900-1918 yılları arasında Rijeka Türk Konsolosluğu binası olarak hizmet vermiş Bartolich-Gelletich-Nicolaides Evi olarak belirtilmişti ve Rijeka’da Türk kültür ve sanatını temsil eden yegane eser deniyordu. Anıt levhası 2011 yılında Rijeka Hırvat-Türk Derneği ve Zagreb Büyükelçiliğimiz tarafından asılmış. Cephesi sarı-turuncu çizgilerle bezenmiş, pencereleri oryantalist kemerlerle çevrelenmiş ve pencere etrafındaki fresklerde eski Türkçe yazılar ile yine oryantal süslemeler ve insan figürleri olan 5-6 katlı büyük bir binaydı burası ve tüm ayrıksı mimarisine rağmen hiçbir şekilde kaynaklarda adının geçmemesi çok ilginçti. Yaptığım bu keşif beni fazlasıyla keyiflendirdi. Rijeka’ya yaptığım ziyaretin en ayrıcalıklı anı oldu bu belki de. 


Türk Evi, Rijeka'daki hem mimari hem kültürel açıdan bana göre çok ilginç ama gözardı edilmiş bir yapı.
Pazarın diğer ucundaki Kazališni Parkı’nda kısa bir mola verip güzergahımı gözden geçirdim. Parka adını veren Hırvat Ulusal Tiyatrosu (Hrvatsko Narodno Kazalište Ivan pl. Zajc), bir dönem Avrupa’daki pek çok tiyatroya imza atmış Avusturyalı mimarlar Fellner ve Helmer’in eseriydi. Dışında Rönesans, içinde barok tarzın uygulandığı gösterişli tiyatro binası 1885’te açılmış ve Rijeka’daki ilk elektrik ampulleri burada kullanılmış.


Parkın karşısında ise yine aynı Avusturyalı mimarların eseri olan Modello Sarayı (Palača Modello) vardı. Tiyatroyla aynı üslupta inşa edilen süslü banka binası, park ve pazar yeri binalarıyla bir bütünlük oluşturarak 19. yüzyılın şatafatını günümüze taşıyordu. 

Tekneler kış gelince kanala çekilmiş. Kanalın ilerisindeki tepede ise Trsat Kalesi göze çarpıyor.

Tiyatronun yanından geçip Rjecina Nehri’ni denize bağlayan kanala çıktım. Kanal boyunca ufak tekneler tepelerine brandalarını çekmiş yazın gelmesini bekliyorlardı. Nehrin ötesinde tepeye doğru yükselen betonarme binalarıyla modern Rijeka göze çarpıyordu. Kanalın nehirle birleştiği noktadan yukarı doğru bakınca Trsat Tepesi’nin üzerindeki kale göze çarpıyordu. Benim rotama dahil etmediğim bu bölgede Trsat Kalesi’nin dışında içinde önemli ikonaların bulunduğu St. Mary Kilisesi, Fransiskan manastırı, parklar, restoran-kafeler, sergi sarayı ve spor sahaları vardı.


Kanal boyunca yürüyüp St. Mary Assumption Kilisesi ve Eğik Kule’nin (Crkva Uznesenja Blažene Djevice Marije, Kosi Toranj) bulunduğu meydana çıktım. Bir zamanlar Rijeka’nın ana kilisesi olan kilisenin geçmişi Ortaçağ’a kadar uzanıyordu ama yıllar boyunca yapılan değişikliklerle özgünlüğünü yitirmişti. İçine giremediğim kilisenin duvarları ve tavanı göz alıcı fresklerle süslüymüş. Eğik Kule’nin ismi ise 40 cm kadar eğik olmasından kaynaklanıyordu. 

Eski Kapı, Rijeka'da ayakta kalabilen en eski yapı.
Düz devam edip Ivana Koblera Meydanı’na çıktım. Eski şehir Tarsatica’nın sınırları içindeydim artık. Saat Kulesi’nin diğer cephesi görünüyordu. Meydanın diğer ucunda ise 1532-1838 yılları arasında Belediye Binası olarak hizmet veren Palazzo vardı, ama şimdi dükkan ve konut olarak kullanılıyordu. Hemen yanındaki sokakta ise Roma döneminden kalma Eski Kapı (Stara Vrata) görülüyordu. Rijeka’daki en eski yapı olan bu kapının öte tarafında Roma yerleşimine ait arkeolojik kazılar yürütülüyordu ama tahta perdeyle çevrili olduğu için bir şey görmek mümkün olmadı.


Yolumun üzerindeki bir diğer meydanda barok St. Jerome Kilisesi (Crkva sv. Jeronima) ve bir dönem manastır, şimdi ise ticari amaçlarla kullanılan ve meydanı çevreleyen eski Belediye Sarayı (Palača Municipija) vardı. Sarayın yanındaki merdivenlerden tırmanıp geniş bir otoparka dönüşmüş ve birkaç viranenin bulunduğu Gomila Meydanına çıktım. Buradan şehre gözdağı verircesine tepeden bakan Adalet Sarayı’nın (Sudbena Palača) arka tarafı görülüyordu. 1904’te yapılan bina ön tarafındaki merdivenlerle dikkati çekiyordu. 

St. Vitus Katedrali dairesel formuyla diğer kiliselerden ayrılıyor.
Adalet Sarayı’nın çevresini dolanıp Rijeka’nın en önemli dini yapısı sayılabilecek St. Vitus Katedrali’ne (Katedrala Sv. Vida) ulaştım. Silindirik mimarisiyle şehirdeki kiliselerden ayrılan bu yapı şehrin koruyucu azizi St. Vitus’a adanmıştı. 1638’de Cizvit rahipler tarafından inşa ettirilen rotunda tipi katedral gotik ve barok üslupların izlerini taşıyordu. Ne yazık ki kapalı olduğundan içeri girip renkli mermerden sütunları ve mihrabı göremedim. 1727 yılında binadan ayrı olarak yapılan çan kulesinin altından geçip geldiğim yoldan döndüm.


Adalet Sarayı’nın tam karşısında şimdi Denizcilik ve Tarih Müzesi (Pomorski i Povijesni Muzej Hrvatskog Primorja) olan eski Valilik Sarayı vardı. Şehrin en tepe noktasında beyaz kesme taştan oldukça zarif bir sarayı mesken tutmuş müze adından anlaşıldığı gibi Rijeka ve bölgenin tarihine, dolayısıyla da denizciliğe odaklanıyordu. Vakit yetersizliği nedeniyle müzeyi gezemedim ama daha önce Dubrovnik’te gördüğüm Denizcilik Müzesi’nden çok da farklı olacağını düşünmüyordum. 

Eski bir sarayda ikamet eden müzede sadece denizcilik üzerine değil, arkeolojik, tarihi ve etnografik parçalar da sergileniyor.

Hızlı adımlarla geçtiğim yollardan limana döndüm. Vakit kaybetmeden ilk otobüse yetişmek istiyordum. Terminale vardığımda kalkmak üzere olan bir otobüs vardı ancak bilet gişesindeki kuyruk nedeniyle otobüsü kaçırdım. Bir sonraki otobüsün kalkmasına 45 dakika vardı. Biletimi alıp Korzo Caddesi ve liman çevresinde bir tur daha attım. Bu arada şehrin anıt yapılarından biri daha olan Jadran Binası’nın da (Palača Adria) önünden geçtim. 1897 yılında Macaristan’a ait Adria Gemicilik Şirketi’ne ait olan bina hâlâ Rijeka’nın denizci kültürünün simgelerinden biri. Binanın cephesindeki heykellerde denizcilikle ilgili meslekler temsil edilmiş. 


Rijeka’dan ayrılırken belki estetik açıdan Dubrovnik, Kotor gibi bu sahildeki diğer liman kentleriyle yarışamasa da kendine özgü bir havası olan ve yaşam dolu bir liman kentini keşfetmiş olmaktan keyif duyuyordum. Hava benden yana olmuştu, güzel bir balık yemeği yemiştim, bir iki ufak keşif yapmıştım ve belki de bu topraklara geldiğimden beri en sorunsuz günümü geçirmiştim. Daha ne isteyebilirdim ki…


İklim olarak Adriyatik kıyıları ile Hırvatistan'ın içleri arasında büyük farklılıklar olabiliyor.

Gelirken yaşadığım mevsim değişimi dönüş yolunda da yaşandı. Otobandaki tünellerden birinden çıkar çıkmaz tekrar kışa döndük. Her yer karla kaplıydı. Yolda bana ilginç gelen bir şey de yaşadım. Yanımdaki koltukta oturan adamın okuduğu dergide bana tanıdık gelen bir fotoğraf gördüm. Türkiye’de olduğu kadar Balkan ülkelerinde de popüler olan tarihi TV dizisi ile ilgili bir makale olmalıydı. Başlıkta Bâli Bey’in adı geçiyordu ve karakteri canlandıran yakışıklı oyuncunun resmi koyulmuştu. Daha önce de gerek bu oyuncuya gerek dizideki başka karakterlere ait resimlerinin olduğu tişört, bardak gibi çeşitli hediyelik eşyalarını Zagreb’de görmüştüm. Çekindim, adama ne yazdığını soramadım ama Bâli Bey bu şekilde de olsa karşıma çıkmıştı. Aklıma şu herkes birbirine en çok 6 adımda bir şekilde bağlıdır teorisi geldi. Ben de atalarımla olan bağıma Rijeka-Zagreb yolunda, bir popüler kültür makalesinde rastlamıştım.


Zagreb’e varmam akşam 5’i bulmuştu. Hemen otele dönüp üstümü değiştirdim, zira öğlen gittiğim balık lokantasının izleri hâlâ burnuma geliyordu. Ardından hemen kendimi sokağa attım. Tramvaydan istasyon durağında inip Ban Jelacic Meydanı’na doğru yürürken Zrinevac Parkında güzel bir müzik dinletisiyle karşılaştım. Parkın ortasındaki kameriyede klasik müzik konseri veriliyor, etrafta da insanlar sıcak şaraplarını, içkilerini almış konseri dinliyorlardı. Ben de biraz oyalanıp anın tadını çıkardım. 


Ban Jelacic Meydanı’nda ise tempo daha hızlıydı. DJ, popüler müziklerle gençleri dansa davet ediyordu. Yürüye yürüye fünikülere kadar geldim ve hazır Zagreb Card’ım varken yukarı kadar çıktım. Niyetim, Zagreb’deki belki de en orijinal müze olan Kırık Kalpler Müzesi’ni ziyaret etmekti.



Orijinal bir fikirden yola çıkan Kırık Kalpler Müzesi'nde Türkiye dahil dünyanın her yerinden gönderilenler sergileniyor.

Çok orijinal ve ilginç bir fikre dayanan Kırık Kalpler Müzesi (Museum of Broken Relationships) dünyanın hemen her yerinden gönderilmiş, bitmiş ilişkilere ait eşyaları sergiliyor. Bunlar arasında biblolardan giysilere, gündelik eşyalardan seks oyuncaklarına kadar hemen her şey var. En önemlisi de bunların birer öyküsü olması. Eşyaları gönderenler, bunların kendileri için ne ifade ettiğini de kısaca belirtmişler. Türkiye’den de birkaç “eser” sergileniyor müzede. Mesela İzmir’den gönderilen bir tüy temizleme fırçasının üzerinde şöyle bir şey yazıyordu: “Evimde iki kedim vardı. Kız arkadaşım kedilerin tüyünü temizlemem için kendi fırçasını getirdi. Bir gün fırçayı terk etti ve bir daha geri dönmedi.”

Avrupa’nın En Yenilikçi Müzesi ödülünü almış bu müzeyi gezmekten gerçekten büyük keyif aldım. İnsanların neler yaşadığını hayal etmek, bazen komik, bazen trajik ayrılma hikayelerini okumak çok ilginç geldi bana. Bir taraftan da şunu düşündüm: Hangisi daha acıydı? Müzeye gönderecek bir şeylerin olması mı, müzede sergilenecek hiçbir şeyinin olmaması mı?


Dönerken bu kez füniküleri kullanmayıp Stossmayer Yolu’ndaki merdivenleri tercih ettim. Şehrin ve özellikle de Zagreb Katedrali’nin ışıklı manzarasını seyrederek Tkalčićeva Caddesi’ne kadar indim. Ben aşağıya inip akşam yemeği için bir mekan bakarken hafiften kar serpiştirmeye başladı. Rehber kitaplarda övgüyle bahsedilen ve geleneksel ev yapımı yemeklerin, doğal malzemelerle pişirildiği Ivica i Marica Lokantası’na girdim. Lokantanın ismi Hansel ve Gretel’e denk geliyordu. Ahşap ağırlıklı ve Hırvat-Macar motiflerinin kullanıldığı dekorasyonuyla oldukça otantik bir mekandı. Birinin Hansel, diğerinin Gretel olduğunu düşündüğüm iki garson hizmet ediyordu. Bal kabağı çorbası ve hindi cordon bleu’den oluşan menüm tüm seyahatim içinde en pahalı yemeğim oldu (150 KN) ama lezzetliydi ve böyle bir mekanın atmosferini solumak için biraz müsriflik yapmaya değerdi. 


Dışarı çıktığımda kar daha hızlı yağmaya başlamıştı. Kısa bir yürüyüşle tramvay durağına geldim ve otelime dönüp yorucu ama tatmin edici bir günü tamamladım.

















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder