07.12.2012 Cuma
Havamı değiştiren liman kenti Rijeka
Zagreb’teki
ilk günümde şehrin neredeyse tamamını gezdiğim için bu günü başka şehirlere
ayırmaya karar vermiştim. Aklımda bir sahil kenti olan Rijeka ve yine büyükçe
bir kent olduğunu düşündüğüm Karlovac vardı. Sahil ve deniz fikri daha cazip geldi
ve kendimi Rijeka’ya giden 9.00 otobüsünde buldum.
Şehirden
çıktığımızda etrafı sis bastırmıştı. Rijeka’ya giden yol, Karlovac’tan da
geçtiği için şehri en azından transit geçerken görmeyi umuyordum. Ancak yol
boyunca devam eden sis Karlovac’ı da bürümüştü. Görüş mesafesi çok düşüktü, hem
Karlovac’ta göremeye değer bir şey de yok gibiydi. Beton binalar, sanayi
tesisleri… Belki de şehrin tarihi bölümü yolumuzun üstünde değildi ama yine de
Rijeka’yı tercih ettiğime sevindim.
Karlovac’ı
geride bırakınca sis de dağılmaya başladı. Rakım da giderek yükselmiş, otobüs
karla kaplı ormanlar arasından geçerek Panonya ile Adriyatik’i ayıran Velika
Kapela Dağlarını aşmaya başlamıştı. Biz yükseldikçe kar tabakası da kalınlaştı.
Bereket versin ki yollar gayet düzgündü. Üstelik yolun bu kısmında sürekli
tünellere girip çıktığımız için tipi halinde yağan kardan pek etkilenmiyorduk.
İnişe geçip de tünel silsilesi içinde oldukça bir uzun bir tünelin ucundan
çıkınca büyük bir şaşkınlık yaşadım. Tünele girerken her taraf karla kaplıydı,
lapa lapa kar yağıyordu. Tünelin bu ucundaysa kardan eser yoktu, bulutların
arasından güneş ışınları parlıyordu. Beyaza büyünmüş yüksek çam ağaçlarının
yerini yaprağını dökmüş daha bodur ağaçlar, makiler almıştı. Birkaç kilometre
içinde Balkanların içe işleyen soğuğundan, Akdeniz’in daha ılıman kışına geçiş
yapmıştık. Virajlı yollardan Adriyatik Denizi’ne doğru inerken Rijeka ile
ilgili notları da gözden geçiriyordum.
Hırvatça’da
nehir anlamına gelen Rijeka, Hırvatistan’ın üçüncü büyük kenti ve önemli bir
limanı. Tarihe bakınca şehrin ilk kez Trsat denilen tepede, denizci bir kavim
olan Liburniler tarafından kurulduğu görülüyor. Daha sonra Roma işgaliyle
Tarsatica adlı kent bugün eski şehrin bulunduğu yerde kuruluyor ve gelişiyor. 4.
yüzyılda St. Vitus’a adanan şehir Ortaçağ’da surlarla çevrili müstahkem bir
liman olarak önemini koruyor. Türk akınlarına da zaman zaman maruz kalan şehir
stratejik konumu ve ticaret açısından önemli bir liman olması nedeniyle
İtalyanlar, Macarlar ve Hırvatlar arasında paylaşılamıyor. 1466’da Habsburg
Hanedanı’nın eline geçinceye kadar farklı milletlerin yönetiminde el
değiştiriyor. 1918’e kadar Avusturya İmparatorluğu’nun hakimiyetinde kalan
şehirde Avusturya-Macaristan kültürü çok belirgin izler bırakıyor. Savaş sonrasında
İtalya tarafından işgal edilen bölge, çeşitli anlaşmalar sonunda ikiye
bölünerek yarısı Yugoslav yönetimine bırakılıyor. 2. Dünya Savaşı’nda kent
İtalyanlar ve Almanlara karşı koyan partizanların mücadelesine tanık oluyor.
Savaş sonrasında ise Yugoslavya’nın en önemli limanı haline geliyor. Bugün ise
şehir endüstriden uzaklaşıp hizmet ve turizm sektörüne geçiş yapmaya çalışıyor.
Rijeka'ya otobüsle gelenleri ilk önce Kapuçin Kilisesi karşılıyor. |
İki buçuk
saatlik bir yolculuktan sonra, sise ve kara rağmen vaktinde Rijeka’ya vardık.
Otobüsten çıkınca havanın göründüğü kadar ılıman olmadığını, denizden esen
soğuk rüzgarı yiyince anladım. Karşıma ilk çıkan yapı merdivenlerle yükselerek
limana tepeden bakan Kapuçin Kilisesi
(Kapucinska crkva Gospe Lurdske) oldu. 1900’lerin başında inşa edilen bu neo-Gotik
kilisenin üst katı parasızlık yüzünden tamamlanamayınca düzmece bir azize
devreye sokulmuş. Sözde kanlı terler döken azizeyi görmeye gelenlerin
bağışlarıyla kilise tamamlanmış ama azize de dolandırıcılık suçundan hapsi
boylamış.
Rijekalı
tüccarların gösterişçi zevkini yansıtan, heykellerle süslü heybetli Ploech Binası’nın önünden geçip
Jadranski Meydanı’na çıktım ve şehrin trafiğe kapalı piyasa caddesi olan Korzo’ya yöneldim. Cadde boyunca süslü
cepheleriyle dikkat çeken taş binalar görmeye alıştığım, hatta artık görmezden
geldiğim bir doku oluşturmuştu. Her iki yanında şık kafe-restoranların ve
mağazaların sıralandığı cadde öğle saati olması nedeniyle oldukça kalabalıktı.
Pek çok insan soğuğa aldırmadan, genellikle de sigara içme uğruna dışarıdaki
masalarda oturuyordu.
Korzo Caddesi eski taş binaları ve saat kulesiyle kentin cazibe merkezi. |
Cadde
boyunca yürüyüp Radio Rijeka binasını ve bir zamanlar denizden şehre giriş
kapısı olan Şehir Kulesi ve Kapısını
(Gradski Toranj, Gradska Vrata) geçtim. Liman doldurulmadan önce deniz buraya
kadar geliyormuş. Roma yerleşimi Tarsatica’ya giriş de buradan yapılıyormuş.
Orijinal saat kulesi 1750 depreminde yıkılınca yerine şimdi görülen kule inşa
edilmiş.
Burada
yönümü limana doğru çevirip St. Nicholas
Sırp Ortodoks Kilisesi’nin (Pravoslavna Crkva sv. Nikole) önüne çıktım.
Gösterişsiz bir mimariye sahip kilisenin ilginç bir öyküsü vardı. Kentte nüfuza
sahip Sırplar bir kilise isteyince kafası bozulan vali, denize bir taş atıp
“işte kilisenizi buraya yapın” demiş. Sırplar da inat edip sahili doldurmuş ve
kiliseyi inşa etmişler.
Limana
çıktığımda saat de yemek vaktini gösteriyordu. Deniz havası alınca canım balık
çekmişti. Limanda boy boy yük gemileri, balıkçı tekneleri demir atmıştı.
Bulutlu gökyüzünün görüntüsü limanın durgun sularına yansıyor, limana sessiz ve
hüzünlü bir hava katıyordu. Limanın ucuna doğru Konoba Rijeka adlı bir lokanta
gördüm. Bu kez fazla sağa sola bakınmadan, ne çıkarsa bahtıma diye içeri
girdim. Belli ki henüz erken bir saatti ve tavandan sarkan ağlarla, gemi
modelleriyle klasik deniz dekorasyonuna sahip lokantada müşteri yoktu. Arkada
bir masaya geçip mevsim salatası ile sardalye tava istedim. Her ikisi de gayet
lezzetli ve doyurucuydu (40 KN).
Adriyatik kıyılarını gezerken deniz ürünleri öncelikli yemek tercihi olmalı. Hem lezzetli hem hesaplı... |
Yemeğin
ardından lokantanın bulunduğu bloğu turlayıp arka sokağa geçince birden limanın
sessizliğiyle tamamen zıt bir manzarayla karşılaştım: envai çeşit sebze
meyvenin yanı sıra ucuz giyim kuşamın satıldığı Rijeka Pazarına (Velika Tržnica) dalıverdim. Tezgahlardan yükselen
farklı dilde ama tanıdık tonlamalardaki bağırış çağırış arasında pazarı gezmeye
başladım. Açıkta kurulan tezgahlar dışında et, balık ve sebzenin satıldığı üç
adet büyük bina da vardı. Art-nouveau stilindeki bu binalar özellikle şarküteri
ürünleri veya balık almak isteyenlerin uğrak noktasıydı.
Pazarı
gezerken ilginç bir binaya asılmış ufak bir levha beni hayrete düşürdü. Hiçbir
rehber kitapta ya da araştırdığım kaynakta geçmeyen bu binadaki levhada “Türk Evi” yazıyordu. 1900-1918 yılları
arasında Rijeka Türk Konsolosluğu binası olarak hizmet vermiş
Bartolich-Gelletich-Nicolaides Evi olarak belirtilmişti ve Rijeka’da Türk kültür
ve sanatını temsil eden yegane eser deniyordu. Anıt levhası 2011 yılında Rijeka
Hırvat-Türk Derneği ve Zagreb Büyükelçiliğimiz tarafından asılmış. Cephesi
sarı-turuncu çizgilerle bezenmiş, pencereleri oryantalist kemerlerle
çevrelenmiş ve pencere etrafındaki fresklerde eski Türkçe yazılar ile yine
oryantal süslemeler ve insan figürleri olan 5-6 katlı büyük bir binaydı burası
ve tüm ayrıksı mimarisine rağmen hiçbir şekilde kaynaklarda adının geçmemesi
çok ilginçti. Yaptığım bu keşif beni fazlasıyla keyiflendirdi. Rijeka’ya
yaptığım ziyaretin en ayrıcalıklı anı oldu bu belki de.
Türk Evi, Rijeka'daki hem mimari hem kültürel açıdan bana göre çok ilginç ama gözardı edilmiş bir yapı. |
Pazarın
diğer ucundaki Kazališni Parkı’nda kısa bir mola verip güzergahımı gözden
geçirdim. Parka adını veren Hırvat
Ulusal Tiyatrosu (Hrvatsko Narodno Kazalište Ivan pl. Zajc), bir dönem
Avrupa’daki pek çok tiyatroya imza atmış Avusturyalı mimarlar Fellner ve
Helmer’in eseriydi. Dışında Rönesans, içinde barok tarzın uygulandığı
gösterişli tiyatro binası 1885’te açılmış ve Rijeka’daki ilk elektrik ampulleri
burada kullanılmış.
Parkın
karşısında ise yine aynı Avusturyalı mimarların eseri olan Modello Sarayı (Palača Modello) vardı. Tiyatroyla aynı üslupta inşa
edilen süslü banka binası, park ve pazar yeri binalarıyla bir bütünlük
oluşturarak 19. yüzyılın şatafatını günümüze taşıyordu.
Tekneler kış gelince kanala çekilmiş. Kanalın ilerisindeki tepede ise Trsat Kalesi göze çarpıyor. |
Tiyatronun
yanından geçip Rjecina Nehri’ni denize bağlayan kanala çıktım. Kanal boyunca
ufak tekneler tepelerine brandalarını çekmiş yazın gelmesini bekliyorlardı.
Nehrin ötesinde tepeye doğru yükselen betonarme binalarıyla modern Rijeka göze
çarpıyordu. Kanalın nehirle birleştiği noktadan yukarı doğru bakınca Trsat
Tepesi’nin üzerindeki kale göze çarpıyordu. Benim rotama dahil etmediğim bu
bölgede Trsat Kalesi’nin dışında içinde önemli ikonaların bulunduğu St. Mary
Kilisesi, Fransiskan manastırı, parklar, restoran-kafeler, sergi sarayı ve spor
sahaları vardı.
Kanal
boyunca yürüyüp St. Mary Assumption
Kilisesi ve Eğik Kule’nin (Crkva
Uznesenja Blažene Djevice Marije, Kosi Toranj) bulunduğu meydana çıktım. Bir
zamanlar Rijeka’nın ana kilisesi olan kilisenin geçmişi Ortaçağ’a kadar
uzanıyordu ama yıllar boyunca yapılan değişikliklerle özgünlüğünü yitirmişti.
İçine giremediğim kilisenin duvarları ve tavanı göz alıcı fresklerle süslüymüş.
Eğik Kule’nin ismi ise 40 cm kadar eğik olmasından kaynaklanıyordu.
Eski Kapı, Rijeka'da ayakta kalabilen en eski yapı. |
Düz devam
edip Ivana Koblera Meydanı’na çıktım. Eski şehir Tarsatica’nın sınırları
içindeydim artık. Saat Kulesi’nin diğer cephesi görünüyordu. Meydanın diğer
ucunda ise 1532-1838 yılları arasında Belediye Binası olarak hizmet veren Palazzo vardı, ama şimdi dükkan ve
konut olarak kullanılıyordu. Hemen yanındaki sokakta ise Roma döneminden kalma Eski Kapı (Stara Vrata) görülüyordu. Rijeka’daki
en eski yapı olan bu kapının öte tarafında Roma yerleşimine ait arkeolojik
kazılar yürütülüyordu ama tahta perdeyle çevrili olduğu için bir şey görmek
mümkün olmadı.
Yolumun
üzerindeki bir diğer meydanda barok St.
Jerome Kilisesi (Crkva sv. Jeronima) ve bir dönem manastır, şimdi ise
ticari amaçlarla kullanılan ve meydanı çevreleyen eski Belediye Sarayı (Palača Municipija) vardı. Sarayın yanındaki
merdivenlerden tırmanıp geniş bir otoparka dönüşmüş ve birkaç viranenin
bulunduğu Gomila Meydanına çıktım. Buradan şehre gözdağı verircesine tepeden
bakan Adalet Sarayı’nın (Sudbena Palača)
arka tarafı görülüyordu. 1904’te yapılan bina ön tarafındaki merdivenlerle
dikkati çekiyordu.
St. Vitus Katedrali dairesel formuyla diğer kiliselerden ayrılıyor. |
Adalet
Sarayı’nın çevresini dolanıp Rijeka’nın en önemli dini yapısı sayılabilecek St. Vitus Katedrali’ne (Katedrala Sv.
Vida) ulaştım. Silindirik mimarisiyle şehirdeki kiliselerden ayrılan bu yapı
şehrin koruyucu azizi St. Vitus’a adanmıştı. 1638’de Cizvit rahipler tarafından
inşa ettirilen rotunda tipi katedral gotik ve barok üslupların izlerini
taşıyordu. Ne yazık ki kapalı olduğundan içeri girip renkli mermerden sütunları
ve mihrabı göremedim. 1727 yılında binadan ayrı olarak yapılan çan kulesinin
altından geçip geldiğim yoldan döndüm.
Adalet
Sarayı’nın tam karşısında şimdi Denizcilik
ve Tarih Müzesi (Pomorski i Povijesni Muzej Hrvatskog Primorja) olan eski
Valilik Sarayı vardı. Şehrin en tepe noktasında beyaz kesme taştan oldukça
zarif bir sarayı mesken tutmuş müze adından anlaşıldığı gibi Rijeka ve bölgenin
tarihine, dolayısıyla da denizciliğe odaklanıyordu. Vakit yetersizliği
nedeniyle müzeyi gezemedim ama daha önce Dubrovnik’te gördüğüm Denizcilik
Müzesi’nden çok da farklı olacağını düşünmüyordum.
Eski bir sarayda ikamet eden müzede sadece denizcilik üzerine değil, arkeolojik, tarihi ve etnografik parçalar da sergileniyor. |
Hızlı
adımlarla geçtiğim yollardan limana döndüm. Vakit kaybetmeden ilk otobüse
yetişmek istiyordum. Terminale vardığımda kalkmak üzere olan bir otobüs vardı
ancak bilet gişesindeki kuyruk nedeniyle otobüsü kaçırdım. Bir sonraki otobüsün
kalkmasına 45 dakika vardı. Biletimi alıp Korzo Caddesi ve liman çevresinde bir
tur daha attım. Bu arada şehrin anıt yapılarından biri daha olan Jadran Binası’nın da (Palača Adria)
önünden geçtim. 1897 yılında Macaristan’a ait Adria Gemicilik Şirketi’ne ait
olan bina hâlâ Rijeka’nın denizci kültürünün simgelerinden biri. Binanın
cephesindeki heykellerde denizcilikle ilgili meslekler temsil edilmiş.
Rijeka’dan
ayrılırken belki estetik açıdan Dubrovnik, Kotor gibi bu sahildeki diğer liman
kentleriyle yarışamasa da kendine özgü bir havası olan ve yaşam dolu bir liman
kentini keşfetmiş olmaktan keyif duyuyordum. Hava benden yana olmuştu, güzel
bir balık yemeği yemiştim, bir iki ufak keşif yapmıştım ve belki de bu topraklara
geldiğimden beri en sorunsuz günümü geçirmiştim. Daha ne isteyebilirdim ki…
İklim olarak Adriyatik kıyıları ile Hırvatistan'ın içleri arasında büyük farklılıklar olabiliyor. |
Gelirken
yaşadığım mevsim değişimi dönüş yolunda da yaşandı. Otobandaki tünellerden
birinden çıkar çıkmaz tekrar kışa döndük. Her yer karla kaplıydı. Yolda bana
ilginç gelen bir şey de yaşadım. Yanımdaki koltukta oturan adamın okuduğu
dergide bana tanıdık gelen bir fotoğraf gördüm. Türkiye’de olduğu kadar Balkan
ülkelerinde de popüler olan tarihi TV dizisi ile ilgili bir makale olmalıydı.
Başlıkta Bâli Bey’in adı geçiyordu ve karakteri canlandıran yakışıklı oyuncunun
resmi koyulmuştu. Daha önce de gerek bu oyuncuya gerek dizideki başka
karakterlere ait resimlerinin olduğu tişört, bardak gibi çeşitli hediyelik
eşyalarını Zagreb’de görmüştüm. Çekindim, adama ne yazdığını soramadım ama Bâli
Bey bu şekilde de olsa karşıma çıkmıştı. Aklıma şu herkes birbirine en çok 6
adımda bir şekilde bağlıdır teorisi geldi. Ben de atalarımla olan bağıma
Rijeka-Zagreb yolunda, bir popüler kültür makalesinde rastlamıştım.
Zagreb’e
varmam akşam 5’i bulmuştu. Hemen otele dönüp üstümü değiştirdim, zira öğlen
gittiğim balık lokantasının izleri hâlâ burnuma geliyordu. Ardından hemen
kendimi sokağa attım. Tramvaydan istasyon durağında inip Ban Jelacic Meydanı’na
doğru yürürken Zrinevac Parkında güzel bir müzik dinletisiyle karşılaştım.
Parkın ortasındaki kameriyede klasik müzik konseri veriliyor, etrafta da
insanlar sıcak şaraplarını, içkilerini almış konseri dinliyorlardı. Ben de
biraz oyalanıp anın tadını çıkardım.
Ban Jelacic
Meydanı’nda ise tempo daha hızlıydı. DJ, popüler müziklerle gençleri dansa
davet ediyordu. Yürüye yürüye fünikülere kadar geldim ve hazır Zagreb Card’ım
varken yukarı kadar çıktım. Niyetim, Zagreb’deki belki de en orijinal müze olan
Kırık Kalpler Müzesi’ni ziyaret etmekti.
Orijinal bir fikirden yola çıkan Kırık Kalpler Müzesi'nde Türkiye dahil dünyanın her yerinden gönderilenler sergileniyor. |
Çok orijinal
ve ilginç bir fikre dayanan Kırık
Kalpler Müzesi (Museum of Broken Relationships) dünyanın hemen her yerinden
gönderilmiş, bitmiş ilişkilere ait eşyaları sergiliyor. Bunlar arasında
biblolardan giysilere, gündelik eşyalardan seks oyuncaklarına kadar hemen her
şey var. En önemlisi de bunların birer öyküsü olması. Eşyaları gönderenler,
bunların kendileri için ne ifade ettiğini de kısaca belirtmişler. Türkiye’den
de birkaç “eser” sergileniyor müzede. Mesela İzmir’den gönderilen bir tüy
temizleme fırçasının üzerinde şöyle bir şey yazıyordu: “Evimde iki kedim vardı.
Kız arkadaşım kedilerin tüyünü temizlemem için kendi fırçasını getirdi. Bir gün
fırçayı terk etti ve bir daha geri dönmedi.”
Avrupa’nın
En Yenilikçi Müzesi ödülünü almış bu müzeyi gezmekten gerçekten büyük keyif
aldım. İnsanların neler yaşadığını hayal etmek, bazen komik, bazen trajik
ayrılma hikayelerini okumak çok ilginç geldi bana. Bir taraftan da şunu
düşündüm: Hangisi daha acıydı? Müzeye gönderecek bir şeylerin olması mı, müzede
sergilenecek hiçbir şeyinin olmaması mı?
Dönerken bu
kez füniküleri kullanmayıp Stossmayer Yolu’ndaki merdivenleri tercih ettim.
Şehrin ve özellikle de Zagreb Katedrali’nin ışıklı manzarasını seyrederek Tkalčićeva
Caddesi’ne kadar indim. Ben aşağıya inip akşam yemeği için bir mekan bakarken
hafiften kar serpiştirmeye başladı. Rehber kitaplarda övgüyle bahsedilen ve
geleneksel ev yapımı yemeklerin, doğal malzemelerle pişirildiği Ivica i Marica Lokantası’na girdim. Lokantanın
ismi Hansel ve Gretel’e denk geliyordu. Ahşap ağırlıklı ve Hırvat-Macar
motiflerinin kullanıldığı dekorasyonuyla oldukça otantik bir mekandı. Birinin
Hansel, diğerinin Gretel olduğunu düşündüğüm iki garson hizmet ediyordu. Bal
kabağı çorbası ve hindi cordon bleu’den oluşan menüm tüm seyahatim içinde en pahalı
yemeğim oldu (150 KN) ama lezzetliydi ve böyle bir mekanın atmosferini solumak
için biraz müsriflik yapmaya değerdi.
Dışarı
çıktığımda kar daha hızlı yağmaya başlamıştı. Kısa bir yürüyüşle tramvay
durağına geldim ve otelime dönüp yorucu ama tatmin edici bir günü tamamladım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder