28 Mayıs 2013 Salı

BALKAN VAR BALKANLARDAN GAYRI - 6. Bölüm Varaždin ve Final



08.12.2013 Cumartesi

Karda yürümek zordur: Varaždin



Hırvatistan’daki son günümü Varaždin adlı, Macaristan sınırına yakın bir kente ayırmıştım. Bir dönem başkentlik de yapan şehrin küçük ama tarihi öneme sahip olması beni çekmişti. Birkaç yıl önce Çek Cumhuriyeti’ndeyken Cesky Krumlov’a yaptığım kısa ama hoş ziyarete benzer bir deneyim yaşamayı ümit ediyordum. Ama o günkü şartlar bambaşkaydı, özellikle hava durumu çok daha elverişliydi ve talih benden yanaydı. Bu kez ise “bahtsız bedevi” bendim ve bir kutup ayısı görmediğim kalmıştı ki hava durumuna bakınca bu hiç de düşük bir ihtimal değildi.


Hazırlanıp dışarı çıkmak için avluya açılan kapıyı açınca büyük bir sürprizle karşılaştım. Gece boyunca yağan kar yüzünden kapının önündeki kar tabakası neredeyse belime geliyordu, kar yağışı da tüm hızıyla devam ediyordu. Hemen kapıyı kapatıp üstüme daha kalın bir şeyler giydim ve planımı mümkün olduğunca sürdürmeye karar verdim.
 

Diz boyumu geçen karları yara yara, buza basıp düşmemeye azami dikkat göstererek ana yola çıktım, oradan da bata çıka otogara yürüdüm. Şaşırtıcıydı ki otobüsler çalışıyordu, ama doğrusu bu karda yola çıkmak konusunda tereddütlerim vardı. Yine de Varaždin’e bir gidiş-dönüş bileti aldım (128 KN). Zagreb-Varaždin arası yaklaşık 2 saatti ama yoğun kar yağışı altında ve düşük görüş mesafesinde yolun pek de kolay geçmeyeceği açıktı. 

Tüm Zagreb'i etkisi altına alan kar yağışına rağmen şehirlerarası otobüsler çalışıyordu.

Varaždin, özellikle Macar etkisi altında kalmış ve Barok mimarisiyle dikkati çeken bir şehir. Özellikle yaz aylarında çeşitli festivalleriyle turistik niteliği artıyormuş. Şehir 12. yüzyılda çevresindeki termal kaynaklar nedeniyle adını duyurmaya başlamış. Şehir Osmanlı akınları nedeniyle inşa edilen kalenin etrafında şekillenmiş. 13. yüzyılda Hospitaler Şövalyeleri buraya gelip bir kilise ve manastır kurmuşlar. Şehir genelde Macar kökenli Hırvat asillerin yönetiminde kalmış. 1756’da Hırvatistan’ın başkenti ilan edilmiş. 18. yüzyıldaki reform hareketleri kenti de etkilemiş ve kent Barok görünümüne bu dönemde erişmiş. Ancak 1776’da kenti harabeye çeviren bir yangından sonra başkent yeniden Zagreb’e taşınmış. 19. ve 20. yüzyıllarda ise kent yeniden toparlanıp kalkınmış, özellikle tekstil alanında söz sahibi olan bir sanayi kentine dönüşmüş.


Yarım saat gecikmeli de olsa sağ salim Varaždin’e vardık. Zagreb gibi burası da karlar altındaydı. Otobüsten inince hemen dönüş seferlerini kontrol ettim. Neyse ki her yarım saatte bir Zagreb otobüsü kalkıyordu. Bu kar kıyamette ne göreceksem görüp, öğle vaktini fazla geçirmeden dönmeyi kafama koydum. 

Opera binası kente gelenleri ilk karşılayan yapılardan biri.
İlk iş yürümeyi bile zorlaştıran karda şehir merkezini bulmaktı. Kendime bir yön çizip yürümeye başladım. Modern binalar yerini eski taş binalara bırakmaya başlayınca eski şehre yakın olduğumu anladım. Yollardaki tabelalar da yardımcı oluyordu. Öncelikle bir turist bürosu bulmam gerekiyordu. Yön işaretlerinde belirtilmesine rağmen büroyu bulamadım ama bu arada şehrin yarısını dolaştım.
 
Karşıma ilk çıkan yapı St. Nicholas Kilisesi (Crkva sv. Nikole) oldu. 1761 yılında şehrin koruyucu azizi St. Nicholas adına yapılan kilise Romanesk-Gotik mimari tarzlarından izler taşıyordu. Hemen yanındaki Barok bina ise kentte kurulan modern anlamdaki ilk ilkokuldu ve 1842’ye tarihleniyordu.

Böcekler ne kadar ilgi çekici olabilir? Varazdin'de onlara özel bir müze var.
Biraz ara sokaklarda dolaştıktan sonra bulduğum ana caddede Entolomoloji Müzesi (Entomološka Zbirka) karşıma çıktı, yani böcek bilimi müzesi. Herzer Sarayı denilen binada 1959 yılında açılan müze, böcek bilimci olan bir lise öğretmeninin özel koleksiyonuyla oluşturulmuş. 10 binlerce örneği barındıran koleksiyon bilimsel açıdan çok önemli olabilirdi ama kısıtlı süremde bana pek hitap etmedi.

Müzenin hemen yanında Fransiskan Kilisesi ve Manastırı yer alıyordu. 1650’lerde açılan, erken Barok mimarisinden izler taşıyan kilise şehrin en yüksek çan kulesine de sahipti. Pembe badanalı, görkemli bir hükümet binasını geçip şehrin ana meydanı sayılabilecek Kralja Tomislava Meydanı’na çıktım. Eski Belediye Binası da (Gradska Uprava Varaždin) bu meydandaydı. 1523’te şehrin ilk taş binası olarak inşa edilen yapı yıllar içindeki değişikliklerle bugüne kadar hizmet vermeye devam etmiş. Binanın sivri kulesi büyük yangından sonra 1791’de inşa edilmiş. 

Belediye Binası'nın bulunduğu Kralja Tomislava Meydanı eski kentin merkezi.

Meydanın iki köşesinde Ritz House ve Drašković Sarayı yer alıyordu. Meydanın diğer başında ise Cizvit Manastırı vardı. Bir ümitle meydanı turladım bir turist bürosu bulurum diye ama hiçbir şey yoktu. Manastırın yanındaki Katedral’in fotoğrafını çekerken, kapıdan çıkan yaşlı bir kadın ısrarla içeri girmemi söyledi, daha doğrusu İtalyanca olduğunu sandığım bir şeyler mırıldandı. Ben de davete icabet edip içeri girdim. Kilise ve manastır, 17. yüzyılda Cizvitler tarafından inşa edilmiş. Katedral’in duvarları oldukça sade olmakla birlikte apsisi heykellerle, bezemelerle o kadar süslüydü ki duvarlardan kalan boşluğu fazlasıyla dolduruyordu.



Cizvitlerin kurduğu katedral kentin en önemli dini yapısı.

Katedral’in önünden devam edince ileride bir seyahat acentesi gördüm. Hemen içeri girip Varaždin’le ilgili broşür, harita filan olup olmadığını sordum. Satış temsilcisi kadın şehrin haritasını çıkartıp üzerinde turizm bürosunun yerini tarif etti, sonra da haritayı bana verdi. Tarifine göre tamamen ters tarafa gelmişim ama sonunda istediğime kavuşmuştum, bir haritam olmuştu. 


Haritaya bakarak Varaždin Kalesi’ne doğru yollandım. Bir elimde harita, bir elimde fotoğraf makinesi, bir taraftan şemsiyeyi tutmaya çalışıyorum… Gezi iyice çile olmaya başlamıştı.

Kapuçin Manastırı ve Ursuline Kilisesi’nin bulunduğu Ursulinska Caddesi’nden geçerek büyük bir açıklığa çıktım. Karşımda Varaždin Kalesi (Stari Grad) duruyordu. Sonunda bulmuştum. Eski Şehir de denilen Kale aynı zamanda Varaždin Müzesi’ydi (Gradski Muzej). 14. yüzyılda inşa edilen kale asıl gelişmesini 15. yüzyılda tamamlamış, tipik yuvarlak kuleleri de bu dönemde dikilmiş. Kaleyi çevreleyen hendek ve kalın duvarları sebebiyle oldukça korunaklı bir kale olduğu söyleniyordu. 1925’te ise müzeye dönüştürülmüş ve şu anda tablolar, mobilyalar, silahlar gibi eski döneme ait eşyalar sergileniyormuş. Kaleyi aramakla çok vakit kaybettiğim için müzeyi gezmeyip kalenin ana kapısından yoluma devam ettim. 
Zamanında Türk akınlarına da karşı koyan Varazdin Kalesi şimdi müze.

Gözetleme Kulesi’nin altından geçerek başka bir meydana çıktım. Karşımda dikkat çekici cephesiyle Eski ve Çağdaş Ustalar Galerisi (Galerija Starih i Novih Majstora) olarak hizmet veren Sermage Sarayı vardı. Rokoko tarzındaki sarayda 15.-19. yüzyıl arasına ait 60’dan fazla tablo sergileniyormuş. Sarayın biraz ötesinde ise sabahtan beri aradığım Turizm Bürosu vardı. Artık ihtiyacım kalmamıştı ama yine de bir uğradım. Sempatik bir genç kız biraz şaşkın bir ifadeyle sabahtan beri gelen ilk turistin ben olduğumu belirtti. Ben de bu havada başka çılgın turist gelmez, merak etmeyin dedim. Verdiği Varaždin broşürünü alıp ayrıldım ve şehir meydanına döndüm.


Kentten ayrılmadan önce hızla bir şeyler yemek istiyordum ama turistik bir yere de girmek istemiyordum. Zaten neresinin açık neresinin kapalı olduğu pek belli değildi. Gezerken Entomoloji Müzesi’nin karşısında gördüğüm Surf ‘n’ Fries adlı fast-food lokantasına girdim. Lokantadaki hanımla genç adam da pek müşteri beklemiyorlardı. Herhalde o gün gelen ve belki de gün sonuna kadar gelecek olan tek müşteri bendim. Hızla tavuk kroketli bir menü yiyip (24 KN) otobüs terminalinin yolunu tuttum.

Varazdin tarihin farklı dönemlerini bir arada yaşatan bir kent. Ortaçağ'ın içinden geçip Rönesans'ı görmek mümkün.

Hem hava muhalefeti nedeniyle hem de biraz hazırlıksız geldiğim için keyif alamadığım ama aslında sempatik bir şehir olan Varaždin’den 13.30 otobüsüyle ayrıldım. Bu Ortaçağ havasını koruyan şehir, ziyaretçilerine sürprizler vaat ediyordu ama kesinlikle iyi bir havada.

Yine karlı, tipili bir yolculuktan sonra 15.30 gibi Zagreb’e vardım. Hazır erkenden dönmüşken saat 5’te kapanacak Mimara Müzesi’ni gezerim diyordum. Hızla otele döndüm ve yükümü hafiflettim. Otelden çıkıp tramvay durağına geldiğimde yine kötü bir sürprizle karşılaştım. Otogardan otele yürüyerek geldiğim için daha önce fark etmemiştim. Tramvay çalışmıyordu!


Yağan kar Zagreb’i dondurmuş ve durdurmuştu. Hiçbir araç çalışmıyordu. İstanbul’da böyle bir duruma alışıktık ama kışın dolu dolu yaşandığı Balkanlarda böyle bir şeyle karşılaşacağım aklıma gelmezdi. Bir şekilde önlem alacaklarını düşünürdüm. Meğer orası da bizden pek farklı değilmiş. Tramvaydan ümit kesince herkes gibi yürümeye başladım. Arkamda yürüyen adamın söylediklerini anlamıyordum ama ses tonuna bakılırsa tramvay idaresi hakkında hiç iyi şeyler demiyordu. 


Tren istasyonunun önünde tramvayın gelmesini umutsuzca bekleyenler...
Karda bata çıka Glavni Kolodvor’a kadar yürüdüm. Ne yazık ki Mimara Müzesi’ne yetişme şansım kalmamıştı. Zagreb’in en büyük ve en önemli müzesini, dolayısıyla eşsiz bir sanat koleksiyonunu görme fırsatını kaçırdım. Bunun üzerine Katedral’deki koro konserine gideyim dedim. Broşürlerden birinde okumuştum. Önce Ban Jelacic Meydanı’na, oradan Dolac’a çıkıp Katedral’e vardım. İçeri girdiğimde hiç de öyle konser varmış gibi bir hava yoktu. Oradaki görevli bir kadına sorduğumda konserin iptal edildiğini söyledi. 


Bu kadarı da fazlaydı artık. Terslik üstüne terslik. Hiçbir şey planladığım gibi gitmiyordu. Kafam karışmış, ne yapacağımı bilmez haldeydim neredeyse. Yeniden Ban Jelacic Meydanı’na dönüp geçen ilk tramvayla (burada seyrek de olsa tramvay geçiyordu) Mareşal Tito Meydanı’na gittim. Burada henüz kapanmamış olan El Sanatları Müzesi’ni (Muzej za umjetnost i obrt) ziyaret edebilirdim. Nasılsa hiçbir sorun yaşamadan müzeye girebildim.

Çok büyük bir 19. yüzyıl sarayını mesken tutmuş olan müzede Hırvat toplumunun, özellikle de aristokrat sınıfının yüzyıllar boyunca değişen yaşam tarzına ilişkin mobilyadan oyuncağa, giyimden aksesuara el yapımı eşyalar sergileniyordu. Ayrıca Noel temalı geçici bir sergi de vardı ki sergilenenler moralimi biraz olsun düzeltti. Neler yoktu ki sergide… Yaklaşık 200 yıllık bir zaman dilimine ait kartpostallar, hediyeler, çam ağacı süsleri, Noel geleneklerine dair eşyalar… Hatta bizim evde hâlâ kullandığımız dededen kalma cam süslerin benzerlerini görmek beni hayrete düşürdü ve içimi çocuksu bir sevinç kapladı. Bir an için yıllar yıllar öncesine, henüz hayatta olmadığım yıllara döndüm. Mümkün mü diye sormayın. Eğer tüm o eşyalara ait anılarla ufacık bir bağ kurabilirseniz bir an için de olsa o zamanın hissini yaşamanız mümkün bence.


El Sanatları Müzesi'nde geçmişin saflığını ve zarafetini taşıyan parçalar sergileniyor.
Diğer 3 kata yayılan daimi sergilerde ise bahsettiğim eşyalar vardı. Özellikle müzenin 1880 yılındaki açılışını izleyen Tatbiki Sanatlar Okulu diyebileceğimiz kurumda üretilmiş el yapımı eşyalarla koleksiyon zenginleşmişti. Mobilyalar, giysiler, saatler, metal eşyalar, resim ve fotoğraflar, müzik aletleri… Saymakla bitmeyecek 3 binden fazla eşya. Biraz kafa karışıklığına sebep olsa da sergilenen orijinal parçalar ve biraz da kendine has bir espri barındırması sayesinde bu müze, Kırık Kalpler Müzesi’nden sonra bu seyahat boyunca gördüğüm en ilginç yerdi. 


Müzenin kapanmasına yakın turumu tamamladım. Beni merkeze götürecek tramvay gelmek bilmeyince yine tabana kuvvet Ban Jelacic Meydanı’na yürüdüm. Bazı ufak tefek hediyelik alışverişimi son güne bırakmıştım. Ama kar yüzünden tezgahlar açılmamıştı. Mecburen Katedral’in civarındaki açık birkaç hediyelik dükkanından birine girdim. Burada fiyatlar daha pahalıydı ama başka şansım yoktu. Bu işi de halledince akşam yemeği için Dolac merdivenlerinin kıyısında gözüme kestirdiğim Bistro Dolac’a girdim. Esnaf lokantasıyla fast-food lokantası arası geniş, ferah bir mekandı. Tezgahtaki genç bana yiyebileceklerimi sayarken, domuz eti yemediğimi, etsiz ne tür pizzaları olduğunu sordum; genç de bana domuz eti kullanmadıklarını söyleyince “getir o zaman bir cevapi, yanına da ayvar ve kaymak” dedim. Şöyle gönül rahatlığıyla, tadına vararak bir cevapi yedim sonunda (45 KN). Yemeğimi yerken televizyonda o günkü kar yağışıyla ilgili haberler vardı. Belli ki Hırvatistan için bile olağanüstü bir durumdu. Haberlere göre son 50 yılın en soğuk ve karlı havası olmuştu hatta soğuktan donarak ölenler vardı. (Tabii bunları ertesi gün İstanbul’a dönünce, bizim haber bültenlerinden öğrendim.)


Soğuğa ve kara rağmen Zagreb'de Noel eğlenceleri devam ediyordu.
Meydanda bu kez gençlerden oluşan bir caz orkestrası vardı. Otele dönmek için tramvay beklerken ısınmak için onların ritmine uyup sağa sola sallanıyordum, ama tramvaylar bir türlü düzene girmemişti. Üstelik tramvayların üzerinde numaralar yerine durak isimleri yazıyordu ve otele gitmek için hangi tramvaya bineceğimi kestiremiyordum. Soğuk içime işlediği için en sonunda gelen bir tramvaya atladım ama aksi gibi bu da tam ters istikamete gidince ilk durakta inip tekrar Ban Jelacic Meydanı’a döndüm. Tam ümidimi kaybetmiş yürümeye hazırlanıyordum ki benim tramvay geldi. 


Üşümüş, yorgun ve moralimin dibini görmüş bir halde odama girdim ve ertesi gün başka aksilik olmaması için dua ederek uykuya daldım.

09.12.2012 Pazar

Dönüş yolunda 

Slovenya ve Hırvatistan’a yolculuğumun sonuna gelmiştim. Dönüş uçağı için sabah treniyle Zagreb’den Ljubljana’ya geri dönmem gerekiyordu. Sabah 4.30’da uyandım, bir şeyler atıştırıp odamı terk ettim. O saatte resepsiyon açılmadığı için, bana söylendiği üzere anahtarımı posta kutusunun içine attım. Önceki gün yaşanan kar krizinden dolayı tramvayın çalışıp çalışmadığını bilmiyordum ama bir sorun görünmüyordu ve az sonra istasyona giden tramvay geldi. 


Elimde bir miktar Hırvat parası kalmıştı, istasyonda Euro’ya çevirtirim diye düşünürken o erken saatte döviz büfesinin kapalı olacağı hiç aklıma gelmemişti. Mecburen Zagreb ve Ljubljana’dan geçip Almanya’ya kadar giden 6.50 trenine bindim. Trenin yolcuları çoğunlukla Alman sırt çantalılardı. Koltuklara serilip uyuyanlar arasında zor zar bir yer bulup oturdum. Ancak tren bir türlü kalkmak bilmiyordu. Uzun bir rötarın ardından 7.30 gibi yola koyulduk ama beni de endişe aldı. Uçağım öğle saatlerinde kalkacaktı ama yolda böyle beklenmedik gecikmeler yaşanırsa havaalanına yetişmede sıkıntı çekebilirdim. Üstelik Ljubljana’ya erken varırsam biraz daha gezerim diye plan yapmıştım.


Parlayan güneş ve karla kaplı vadiler... Görülmeye değer bir manzara.
Üç gün önce Zagreb’e gelirken geçtiğim yollardan geçiyordum ancak manzara değişmiş, her yer kara bürünmüştü, güneş ise parıldıyordu. Kış manzarasının keyfi tren yolculuklarında daha güzel çıkıyor. 


Bu kez sınır geçişinde fazla sorgu sual olmadı. Önceki seferlere göre daha kolay geçtim. Ljubljana’ya vardığımda saat 10.00’a geliyordu, neredeyse 1 saat gecikmiştim. İlk iş bavulumu bırakmak için kilitli dolapları buldum, ancak çalıştırmak için 3 Euro gerekiyordu ve yanımda yeterli bozuk para kalmamıştı. Hemen döviz büfesini bulup elimdeki Kunaları Euro’ya çevirttim. Bavulumu dolaba yerleştirince, istasyonun önündeki otobüs durağında havaalanına servis düzenleyen Markun adlı şirketin minibüslerini aramaya başladım ancak kimsenin bilgisi yoktu. Havaalanına giden normal otobüsün kalkmasına ise 1 saatten az zaman kalmıştı. Aramayı kesip hızlı adımlarla şehir merkezine yollandım. Yeğenim için bir hediye almam gerekiyordu. Hava önceki günlere göre daha iyiydi ve tezgahlar açılmıştı. Pazar günü olduğu için insanlar şık giyinmiş kiliseye gidiyorlardı ya da kiliseden çıkıyorlardı. Pazar rehavetine kapılmış insanlara tezat oluşturan bir telaşla hediyemi alıp yine koşar adımlarla istasyona döndüm. Kan ter içinde bavulumu alıp otobüse binince bir oh çektim. 


Ljubljana'ya son bir bakış...
Havaalanına giden yaklaşık 45 dakika süren yolda, Ljubljana’ya karla kaplı ormanlar arasından geçerek veda ederken, yaşadığım moral bozucu tersliklerin yanı sıra tanık olduğum Noel keyfiyle aklımda kalacak bir seyahati tamamlamanın yorgunluğu sinmişti üzerime. 


Bitiş:


Gözüm arkada kalmadı… Bir yolculuktan dönünce bunu söyleyeceğim aklıma gelmezdi. Ama bu yolculuk gerçekten tuhaf bir deneyim oldu benim için. Yaşadığım aksilikler, olumsuzluklar, kötü hava şartları bir araya gelince yolculuğun bittiğine sevindim neredeyse. 


Hoş anlar da olmadı değil. Tüm o yılbaşı coşkusu, süslü, ışıl ışıl meydanlar, eğlenen insanlar, birkaç ufak keşif, birkaç değişik lezzet… Bunlar da keyifli anlar olarak hafızamda kalacak. Ancak şu da var ki gitgide bu yolculuklar birbirine benzemeye başladı ve bir misyonu tamamlama bilincine dönüştü. Balkan rotasında sonra doğru yaklaştıkça bıkkınlıkla karışık farklı bir şeyler arama hissi de baş gösterdi bende. Yolu tamamlamak ya da yoldan çıkmak… Şimdilik yolumda gitmeye devam edeceğim gibi görünüyor.


Ljublajana ve Zagreb’e ya da Slovenya ve Hırvatistan’a gelince… Açıkçası beklentilerimden fazlasını bulmadım. Balkanların en Balkan olmayanı derken yanılmadığımı anladım. Slovenya daha çok Avusturya kimliğine sahip çıkarken, Hırvatistan’ın kuzeyinde ise Macar etkisi hissediliyor. Sonuçta iki ülkede kendini Balkan olarak tanımlamaktan kaçınıyor. Kendilerini diğer Balkan uluslarından ayrı tutuyor ve görüyorlar. Özellikle Slovenya’da Balkan hissiyatı anlamında hiçbir şey yok.


Şunu anladım ki bizim Balkan ruhu dediğimiz şeyin kaynağı kesinlikle Türk kültürünün Balkanlardaki etkisi ve bunun Balkanlardan bir ayna gibi yansıyarak göz alıcı bir şekilde yine bizi etkilemesi. Balkanlarda bizi çeken bizim orada kendimizi bulmamız, oradan buraya taşıdıklarımızın kökenini yeniden keşfetmemiz. Bizden bir şeyler bulamadığımız Slovenya gibi ülkeler ise cici, nezih, görülesi coğrafyalar olarak kalacak ama Makedonya, Bosna gibi ruhumuzu cız ettirmeyecek. Bakalım bir sonraki seyahatim ne kadar “Balkan” olacak ve ne kadar ruhumu etkileyecek.


Sinan Bâli

24.05.2013, Hasanpaşa




































KAYNAKÇA:

Wikitravel.org

Wikipedia.org

Lonely Planet Western Balkans

In Your Pocket – Zagreb

In Your Pocket – Ljubljana

In Your Pocket – Bled

In Your Pocket – Rijeka





 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder