08.12.2013 Cumartesi
Karda yürümek zordur: Varaždin
Hırvatistan’daki
son günümü Varaždin adlı, Macaristan sınırına yakın bir kente ayırmıştım. Bir
dönem başkentlik de yapan şehrin küçük ama tarihi öneme sahip olması beni
çekmişti. Birkaç yıl önce Çek Cumhuriyeti’ndeyken Cesky Krumlov’a yaptığım kısa
ama hoş ziyarete benzer bir deneyim yaşamayı ümit ediyordum. Ama o günkü
şartlar bambaşkaydı, özellikle hava durumu çok daha elverişliydi ve talih
benden yanaydı. Bu kez ise “bahtsız bedevi” bendim ve bir kutup ayısı
görmediğim kalmıştı ki hava durumuna bakınca bu hiç de düşük bir ihtimal
değildi.
Hazırlanıp
dışarı çıkmak için avluya açılan kapıyı açınca büyük bir sürprizle karşılaştım.
Gece boyunca yağan kar yüzünden kapının önündeki kar tabakası neredeyse belime
geliyordu, kar yağışı da tüm hızıyla devam ediyordu. Hemen kapıyı kapatıp
üstüme daha kalın bir şeyler giydim ve planımı mümkün olduğunca sürdürmeye
karar verdim.
Diz boyumu
geçen karları yara yara, buza basıp düşmemeye azami dikkat göstererek ana yola
çıktım, oradan da bata çıka otogara yürüdüm. Şaşırtıcıydı ki otobüsler
çalışıyordu, ama doğrusu bu karda yola çıkmak konusunda tereddütlerim vardı.
Yine de Varaždin’e bir gidiş-dönüş bileti aldım (128 KN). Zagreb-Varaždin arası
yaklaşık 2 saatti ama yoğun kar yağışı altında ve düşük görüş mesafesinde yolun
pek de kolay geçmeyeceği açıktı.
Tüm Zagreb'i etkisi altına alan kar yağışına rağmen şehirlerarası otobüsler çalışıyordu. |
Varaždin,
özellikle Macar etkisi altında kalmış ve Barok mimarisiyle dikkati çeken bir
şehir. Özellikle yaz aylarında çeşitli festivalleriyle turistik niteliği
artıyormuş. Şehir 12. yüzyılda çevresindeki termal kaynaklar nedeniyle adını
duyurmaya başlamış. Şehir Osmanlı akınları nedeniyle inşa edilen kalenin
etrafında şekillenmiş. 13. yüzyılda Hospitaler Şövalyeleri buraya gelip bir
kilise ve manastır kurmuşlar. Şehir genelde Macar kökenli Hırvat asillerin
yönetiminde kalmış. 1756’da Hırvatistan’ın başkenti ilan edilmiş. 18.
yüzyıldaki reform hareketleri kenti de etkilemiş ve kent Barok görünümüne bu
dönemde erişmiş. Ancak 1776’da kenti harabeye çeviren bir yangından sonra
başkent yeniden Zagreb’e taşınmış. 19. ve 20. yüzyıllarda ise kent yeniden
toparlanıp kalkınmış, özellikle tekstil alanında söz sahibi olan bir sanayi
kentine dönüşmüş.
Yarım saat
gecikmeli de olsa sağ salim Varaždin’e vardık. Zagreb gibi burası da karlar
altındaydı. Otobüsten inince hemen dönüş seferlerini kontrol ettim. Neyse ki
her yarım saatte bir Zagreb otobüsü kalkıyordu. Bu kar kıyamette ne göreceksem
görüp, öğle vaktini fazla geçirmeden dönmeyi kafama koydum.
Opera binası kente gelenleri ilk karşılayan yapılardan biri. |
İlk iş
yürümeyi bile zorlaştıran karda şehir merkezini bulmaktı. Kendime bir yön çizip
yürümeye başladım. Modern binalar yerini eski taş binalara bırakmaya başlayınca
eski şehre yakın olduğumu anladım. Yollardaki tabelalar da yardımcı oluyordu.
Öncelikle bir turist bürosu bulmam gerekiyordu. Yön işaretlerinde
belirtilmesine rağmen büroyu bulamadım ama bu arada şehrin yarısını dolaştım.
Karşıma ilk
çıkan yapı St. Nicholas Kilisesi
(Crkva sv. Nikole) oldu. 1761 yılında şehrin koruyucu azizi St. Nicholas adına
yapılan kilise Romanesk-Gotik mimari tarzlarından izler taşıyordu. Hemen
yanındaki Barok bina ise kentte kurulan modern anlamdaki ilk ilkokuldu ve
1842’ye tarihleniyordu.
Böcekler ne kadar ilgi çekici olabilir? Varazdin'de onlara özel bir müze var. |
Biraz ara
sokaklarda dolaştıktan sonra bulduğum ana caddede Entolomoloji Müzesi (Entomološka Zbirka) karşıma çıktı, yani böcek
bilimi müzesi. Herzer Sarayı denilen binada 1959 yılında açılan müze, böcek
bilimci olan bir lise öğretmeninin özel koleksiyonuyla oluşturulmuş. 10
binlerce örneği barındıran koleksiyon bilimsel açıdan çok önemli olabilirdi ama
kısıtlı süremde bana pek hitap etmedi.
Müzenin
hemen yanında Fransiskan Kilisesi ve
Manastırı yer alıyordu. 1650’lerde açılan, erken Barok mimarisinden izler
taşıyan kilise şehrin en yüksek çan kulesine de sahipti. Pembe badanalı,
görkemli bir hükümet binasını geçip şehrin ana meydanı sayılabilecek Kralja Tomislava Meydanı’na çıktım.
Eski Belediye Binası da (Gradska
Uprava Varaždin) bu meydandaydı. 1523’te şehrin ilk taş binası olarak inşa
edilen yapı yıllar içindeki değişikliklerle bugüne kadar hizmet vermeye devam
etmiş. Binanın sivri kulesi büyük yangından sonra 1791’de inşa edilmiş.
Belediye Binası'nın bulunduğu Kralja Tomislava Meydanı eski kentin merkezi. |
Meydanın iki
köşesinde Ritz House ve Drašković Sarayı yer alıyordu. Meydanın
diğer başında ise Cizvit Manastırı vardı. Bir ümitle meydanı turladım bir
turist bürosu bulurum diye ama hiçbir şey yoktu. Manastırın yanındaki Katedral’in fotoğrafını çekerken,
kapıdan çıkan yaşlı bir kadın ısrarla içeri girmemi söyledi, daha doğrusu
İtalyanca olduğunu sandığım bir şeyler mırıldandı. Ben de davete icabet edip
içeri girdim. Kilise ve manastır, 17. yüzyılda Cizvitler tarafından inşa
edilmiş. Katedral’in duvarları oldukça sade olmakla birlikte apsisi
heykellerle, bezemelerle o kadar süslüydü ki duvarlardan kalan boşluğu
fazlasıyla dolduruyordu.
Cizvitlerin kurduğu katedral kentin en önemli dini yapısı. |
Katedral’in
önünden devam edince ileride bir seyahat acentesi gördüm. Hemen içeri girip Varaždin’le
ilgili broşür, harita filan olup olmadığını sordum. Satış temsilcisi kadın
şehrin haritasını çıkartıp üzerinde turizm bürosunun yerini tarif etti, sonra
da haritayı bana verdi. Tarifine göre tamamen ters tarafa gelmişim ama sonunda
istediğime kavuşmuştum, bir haritam olmuştu.
Haritaya
bakarak Varaždin Kalesi’ne doğru yollandım. Bir elimde harita, bir elimde
fotoğraf makinesi, bir taraftan şemsiyeyi tutmaya çalışıyorum… Gezi iyice çile
olmaya başlamıştı.
Kapuçin
Manastırı ve Ursuline Kilisesi’nin bulunduğu Ursulinska Caddesi’nden geçerek
büyük bir açıklığa çıktım. Karşımda Varaždin
Kalesi (Stari Grad) duruyordu. Sonunda bulmuştum. Eski Şehir de denilen
Kale aynı zamanda Varaždin Müzesi’ydi
(Gradski Muzej). 14. yüzyılda inşa edilen kale asıl gelişmesini 15. yüzyılda
tamamlamış, tipik yuvarlak kuleleri de bu dönemde dikilmiş. Kaleyi çevreleyen
hendek ve kalın duvarları sebebiyle oldukça korunaklı bir kale olduğu
söyleniyordu. 1925’te ise müzeye dönüştürülmüş ve şu anda tablolar, mobilyalar,
silahlar gibi eski döneme ait eşyalar sergileniyormuş. Kaleyi aramakla çok
vakit kaybettiğim için müzeyi gezmeyip kalenin ana kapısından yoluma devam
ettim.
Gözetleme
Kulesi’nin altından geçerek başka bir meydana çıktım. Karşımda dikkat çekici
cephesiyle Eski ve Çağdaş Ustalar
Galerisi (Galerija Starih i Novih Majstora) olarak hizmet veren Sermage Sarayı vardı. Rokoko tarzındaki
sarayda 15.-19. yüzyıl arasına ait 60’dan fazla tablo sergileniyormuş. Sarayın
biraz ötesinde ise sabahtan beri aradığım Turizm Bürosu vardı. Artık ihtiyacım
kalmamıştı ama yine de bir uğradım. Sempatik bir genç kız biraz şaşkın bir
ifadeyle sabahtan beri gelen ilk turistin ben olduğumu belirtti. Ben de bu
havada başka çılgın turist gelmez, merak etmeyin dedim. Verdiği Varaždin
broşürünü alıp ayrıldım ve şehir meydanına döndüm.
Kentten
ayrılmadan önce hızla bir şeyler yemek istiyordum ama turistik bir yere de
girmek istemiyordum. Zaten neresinin açık neresinin kapalı olduğu pek belli
değildi. Gezerken Entomoloji Müzesi’nin karşısında gördüğüm Surf ‘n’ Fries adlı
fast-food lokantasına girdim. Lokantadaki hanımla genç adam da pek müşteri
beklemiyorlardı. Herhalde o gün gelen ve belki de gün sonuna kadar gelecek olan
tek müşteri bendim. Hızla tavuk kroketli bir menü yiyip (24 KN) otobüs
terminalinin yolunu tuttum.
Varazdin tarihin farklı dönemlerini bir arada yaşatan bir kent. Ortaçağ'ın içinden geçip Rönesans'ı görmek mümkün. |
Hem hava
muhalefeti nedeniyle hem de biraz hazırlıksız geldiğim için keyif alamadığım
ama aslında sempatik bir şehir olan Varaždin’den 13.30 otobüsüyle ayrıldım. Bu
Ortaçağ havasını koruyan şehir, ziyaretçilerine sürprizler vaat ediyordu ama
kesinlikle iyi bir havada.
Yine karlı,
tipili bir yolculuktan sonra 15.30 gibi Zagreb’e vardım. Hazır erkenden dönmüşken
saat 5’te kapanacak Mimara Müzesi’ni gezerim diyordum. Hızla otele döndüm ve
yükümü hafiflettim. Otelden çıkıp tramvay durağına geldiğimde yine kötü bir
sürprizle karşılaştım. Otogardan otele yürüyerek geldiğim için daha önce fark
etmemiştim. Tramvay çalışmıyordu!
Yağan kar
Zagreb’i dondurmuş ve durdurmuştu. Hiçbir araç çalışmıyordu. İstanbul’da böyle
bir duruma alışıktık ama kışın dolu dolu yaşandığı Balkanlarda böyle bir şeyle
karşılaşacağım aklıma gelmezdi. Bir şekilde önlem alacaklarını düşünürdüm.
Meğer orası da bizden pek farklı değilmiş. Tramvaydan ümit kesince herkes gibi
yürümeye başladım. Arkamda yürüyen adamın söylediklerini anlamıyordum ama ses
tonuna bakılırsa tramvay idaresi hakkında hiç iyi şeyler demiyordu.
Tren istasyonunun önünde tramvayın gelmesini umutsuzca bekleyenler... |
Karda bata
çıka Glavni Kolodvor’a kadar yürüdüm. Ne yazık ki Mimara Müzesi’ne yetişme
şansım kalmamıştı. Zagreb’in en büyük ve en önemli müzesini, dolayısıyla eşsiz
bir sanat koleksiyonunu görme fırsatını kaçırdım. Bunun üzerine Katedral’deki
koro konserine gideyim dedim. Broşürlerden birinde okumuştum. Önce Ban Jelacic
Meydanı’na, oradan Dolac’a çıkıp Katedral’e vardım. İçeri girdiğimde hiç de
öyle konser varmış gibi bir hava yoktu. Oradaki görevli bir kadına sorduğumda
konserin iptal edildiğini söyledi.
Bu kadarı da
fazlaydı artık. Terslik üstüne terslik. Hiçbir şey planladığım gibi gitmiyordu.
Kafam karışmış, ne yapacağımı bilmez haldeydim neredeyse. Yeniden Ban Jelacic
Meydanı’na dönüp geçen ilk tramvayla (burada seyrek de olsa tramvay geçiyordu)
Mareşal Tito Meydanı’na gittim. Burada henüz kapanmamış olan El Sanatları Müzesi’ni (Muzej za
umjetnost i obrt) ziyaret edebilirdim. Nasılsa hiçbir sorun yaşamadan müzeye
girebildim.
Çok büyük
bir 19. yüzyıl sarayını mesken tutmuş olan müzede Hırvat toplumunun, özellikle
de aristokrat sınıfının yüzyıllar boyunca değişen yaşam tarzına ilişkin
mobilyadan oyuncağa, giyimden aksesuara el yapımı eşyalar sergileniyordu.
Ayrıca Noel temalı geçici bir sergi de vardı ki sergilenenler moralimi biraz
olsun düzeltti. Neler yoktu ki sergide… Yaklaşık 200 yıllık bir zaman dilimine
ait kartpostallar, hediyeler, çam ağacı süsleri, Noel geleneklerine dair
eşyalar… Hatta bizim evde hâlâ kullandığımız dededen kalma cam süslerin
benzerlerini görmek beni hayrete düşürdü ve içimi çocuksu bir sevinç kapladı.
Bir an için yıllar yıllar öncesine, henüz hayatta olmadığım yıllara döndüm.
Mümkün mü diye sormayın. Eğer tüm o eşyalara ait anılarla ufacık bir bağ
kurabilirseniz bir an için de olsa o zamanın hissini yaşamanız mümkün bence.
El Sanatları Müzesi'nde geçmişin saflığını ve zarafetini taşıyan parçalar sergileniyor. |
Diğer 3 kata
yayılan daimi sergilerde ise bahsettiğim eşyalar vardı. Özellikle müzenin 1880
yılındaki açılışını izleyen Tatbiki Sanatlar Okulu diyebileceğimiz kurumda
üretilmiş el yapımı eşyalarla koleksiyon zenginleşmişti. Mobilyalar, giysiler,
saatler, metal eşyalar, resim ve fotoğraflar, müzik aletleri… Saymakla
bitmeyecek 3 binden fazla eşya. Biraz kafa karışıklığına sebep olsa da
sergilenen orijinal parçalar ve biraz da kendine has bir espri barındırması
sayesinde bu müze, Kırık Kalpler Müzesi’nden sonra bu seyahat boyunca gördüğüm
en ilginç yerdi.
Müzenin
kapanmasına yakın turumu tamamladım. Beni merkeze götürecek tramvay gelmek
bilmeyince yine tabana kuvvet Ban Jelacic Meydanı’na yürüdüm. Bazı ufak tefek
hediyelik alışverişimi son güne bırakmıştım. Ama kar yüzünden tezgahlar
açılmamıştı. Mecburen Katedral’in civarındaki açık birkaç hediyelik dükkanından
birine girdim. Burada fiyatlar daha pahalıydı ama başka şansım yoktu. Bu işi de
halledince akşam yemeği için Dolac merdivenlerinin kıyısında gözüme kestirdiğim
Bistro Dolac’a girdim. Esnaf
lokantasıyla fast-food lokantası arası geniş, ferah bir mekandı. Tezgahtaki
genç bana yiyebileceklerimi sayarken, domuz eti yemediğimi, etsiz ne tür
pizzaları olduğunu sordum; genç de bana domuz eti kullanmadıklarını söyleyince
“getir o zaman bir cevapi, yanına da ayvar ve kaymak” dedim. Şöyle gönül
rahatlığıyla, tadına vararak bir cevapi yedim sonunda (45 KN). Yemeğimi yerken
televizyonda o günkü kar yağışıyla ilgili haberler vardı. Belli ki Hırvatistan
için bile olağanüstü bir durumdu. Haberlere göre son 50 yılın en soğuk ve karlı
havası olmuştu hatta soğuktan donarak ölenler vardı. (Tabii bunları ertesi gün
İstanbul’a dönünce, bizim haber bültenlerinden öğrendim.)
Soğuğa ve kara rağmen Zagreb'de Noel eğlenceleri devam ediyordu. |
Meydanda bu
kez gençlerden oluşan bir caz orkestrası vardı. Otele dönmek için tramvay
beklerken ısınmak için onların ritmine uyup sağa sola sallanıyordum, ama
tramvaylar bir türlü düzene girmemişti. Üstelik tramvayların üzerinde numaralar
yerine durak isimleri yazıyordu ve otele gitmek için hangi tramvaya bineceğimi
kestiremiyordum. Soğuk içime işlediği için en sonunda gelen bir tramvaya
atladım ama aksi gibi bu da tam ters istikamete gidince ilk durakta inip tekrar
Ban Jelacic Meydanı’a döndüm. Tam ümidimi kaybetmiş yürümeye hazırlanıyordum ki
benim tramvay geldi.
Üşümüş,
yorgun ve moralimin dibini görmüş bir halde odama girdim ve ertesi gün başka
aksilik olmaması için dua ederek uykuya daldım.
09.12.2012 Pazar
Dönüş yolunda
Slovenya ve
Hırvatistan’a yolculuğumun sonuna gelmiştim. Dönüş uçağı için sabah treniyle
Zagreb’den Ljubljana’ya geri dönmem gerekiyordu. Sabah 4.30’da uyandım, bir
şeyler atıştırıp odamı terk ettim. O saatte resepsiyon açılmadığı için, bana
söylendiği üzere anahtarımı posta kutusunun içine attım. Önceki gün yaşanan kar
krizinden dolayı tramvayın çalışıp çalışmadığını bilmiyordum ama bir sorun
görünmüyordu ve az sonra istasyona giden tramvay geldi.
Elimde bir
miktar Hırvat parası kalmıştı, istasyonda Euro’ya çevirtirim diye düşünürken o
erken saatte döviz büfesinin kapalı olacağı hiç aklıma gelmemişti. Mecburen
Zagreb ve Ljubljana’dan geçip Almanya’ya kadar giden 6.50 trenine bindim.
Trenin yolcuları çoğunlukla Alman sırt çantalılardı. Koltuklara serilip
uyuyanlar arasında zor zar bir yer bulup oturdum. Ancak tren bir türlü kalkmak
bilmiyordu. Uzun bir rötarın ardından 7.30 gibi yola koyulduk ama beni de
endişe aldı. Uçağım öğle saatlerinde kalkacaktı ama yolda böyle beklenmedik
gecikmeler yaşanırsa havaalanına yetişmede sıkıntı çekebilirdim. Üstelik
Ljubljana’ya erken varırsam biraz daha gezerim diye plan yapmıştım.
Parlayan güneş ve karla kaplı vadiler... Görülmeye değer bir manzara. |
Üç gün önce
Zagreb’e gelirken geçtiğim yollardan geçiyordum ancak manzara değişmiş, her yer
kara bürünmüştü, güneş ise parıldıyordu. Kış manzarasının keyfi tren
yolculuklarında daha güzel çıkıyor.
Bu kez sınır
geçişinde fazla sorgu sual olmadı. Önceki seferlere göre daha kolay geçtim.
Ljubljana’ya vardığımda saat 10.00’a geliyordu, neredeyse 1 saat gecikmiştim.
İlk iş bavulumu bırakmak için kilitli dolapları buldum, ancak çalıştırmak için
3 Euro gerekiyordu ve yanımda yeterli bozuk para kalmamıştı. Hemen döviz
büfesini bulup elimdeki Kunaları Euro’ya çevirttim. Bavulumu dolaba
yerleştirince, istasyonun önündeki otobüs durağında havaalanına servis
düzenleyen Markun adlı şirketin minibüslerini aramaya başladım ancak kimsenin
bilgisi yoktu. Havaalanına giden normal otobüsün kalkmasına ise 1 saatten az
zaman kalmıştı. Aramayı kesip hızlı adımlarla şehir merkezine yollandım.
Yeğenim için bir hediye almam gerekiyordu. Hava önceki günlere göre daha iyiydi
ve tezgahlar açılmıştı. Pazar günü olduğu için insanlar şık giyinmiş kiliseye
gidiyorlardı ya da kiliseden çıkıyorlardı. Pazar rehavetine kapılmış insanlara
tezat oluşturan bir telaşla hediyemi alıp yine koşar adımlarla istasyona
döndüm. Kan ter içinde bavulumu alıp otobüse binince bir oh çektim.
Ljubljana'ya son bir bakış... |
Havaalanına
giden yaklaşık 45 dakika süren yolda, Ljubljana’ya karla kaplı ormanlar
arasından geçerek veda ederken, yaşadığım moral bozucu tersliklerin yanı sıra tanık
olduğum Noel keyfiyle aklımda kalacak bir seyahati tamamlamanın yorgunluğu
sinmişti üzerime.
Bitiş:
Gözüm arkada
kalmadı… Bir yolculuktan dönünce bunu söyleyeceğim aklıma gelmezdi. Ama bu
yolculuk gerçekten tuhaf bir deneyim oldu benim için. Yaşadığım aksilikler,
olumsuzluklar, kötü hava şartları bir araya gelince yolculuğun bittiğine
sevindim neredeyse.
Hoş anlar da
olmadı değil. Tüm o yılbaşı coşkusu, süslü, ışıl ışıl meydanlar, eğlenen
insanlar, birkaç ufak keşif, birkaç değişik lezzet… Bunlar da keyifli anlar
olarak hafızamda kalacak. Ancak şu da var ki gitgide bu yolculuklar birbirine
benzemeye başladı ve bir misyonu tamamlama bilincine dönüştü. Balkan rotasında
sonra doğru yaklaştıkça bıkkınlıkla karışık farklı bir şeyler arama hissi de baş
gösterdi bende. Yolu tamamlamak ya da yoldan çıkmak… Şimdilik yolumda gitmeye
devam edeceğim gibi görünüyor.
Ljublajana
ve Zagreb’e ya da Slovenya ve Hırvatistan’a gelince… Açıkçası beklentilerimden
fazlasını bulmadım. Balkanların en Balkan olmayanı derken yanılmadığımı
anladım. Slovenya daha çok Avusturya kimliğine sahip çıkarken, Hırvatistan’ın
kuzeyinde ise Macar etkisi hissediliyor. Sonuçta iki ülkede kendini Balkan olarak
tanımlamaktan kaçınıyor. Kendilerini diğer Balkan uluslarından ayrı tutuyor ve
görüyorlar. Özellikle Slovenya’da Balkan hissiyatı anlamında hiçbir şey yok.
Şunu anladım
ki bizim Balkan ruhu dediğimiz şeyin kaynağı kesinlikle Türk kültürünün
Balkanlardaki etkisi ve bunun Balkanlardan bir ayna gibi yansıyarak göz alıcı
bir şekilde yine bizi etkilemesi. Balkanlarda bizi çeken bizim orada kendimizi
bulmamız, oradan buraya taşıdıklarımızın kökenini yeniden keşfetmemiz. Bizden
bir şeyler bulamadığımız Slovenya gibi ülkeler ise cici, nezih, görülesi
coğrafyalar olarak kalacak ama Makedonya, Bosna gibi ruhumuzu cız ettirmeyecek.
Bakalım bir sonraki seyahatim ne kadar “Balkan” olacak ve ne kadar ruhumu
etkileyecek.
Sinan Bâli
24.05.2013, Hasanpaşa
KAYNAKÇA:
Wikitravel.org
Wikipedia.org
Lonely
Planet Western Balkans
In Your
Pocket – Zagreb
In Your
Pocket – Ljubljana
In Your
Pocket – Bled
In Your
Pocket – Rijeka
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder