17 Mayıs 2013 Cuma

BALKAN VAR BALKANLARDAN GAYRI - 4. Bölüm Zagreb

06.12.2012 Perşembe
Matrak bir şehir şu Zagreb


Ljublajana’dan ayrılıp Zagreb’e geçeceğim sabah erkenden kalkıp hazırlandım. Bir önceki gün yaşadığım gibi bir aksilik yaşayıp treni kaçırmak istemiyordum. Otobüsle filan uğraşmayıp tren istasyonuna taksi ile gittim. Şoför “5 Euro fiks” dedi, ben de mesafe çok uzak olmasa da pazarlığa kalkışmadım. İstasyona vardığımda trenin kalkmasına daha yarım saat vardı. Keskin sabah ayazında trenin yanaşacağı peronda beklerken şoförün verdiği 15 Euro para üstünün cebimde olmadığını fark ettim. Taksiden inerken aceleyle cebime sıkıştırmıştım, yine cebimde olan beremi çıkartırken de muhtemelen parayı düşürmüştüm. Peronda yürüdüğüm yerlere bakındım ama para yoktu. Perona gelen dik merdivenleri inip çıkmayı da elimdeki ağır bavulla gözüm kesmedi. Zaten geçtiğim yerlere dönüp baksaydım bile parayı bulabileceğimden emin değildim; biri çoktan almıştır diye düşündüm. Bu yolculukta başıma gelen son talihsizlik olması ümidiyle trene bindim. Bu tren Zürih’ten gelip Belgrat’a gidiyordu. Ljubljana-Zagreb arası ise iki buçuk saat sürüyordu.

Dolu olduğunu gördüğüm kompartımanlar yerine koltuklara geçtim. Ama burada da yer bulmak oldukça güçtü. Biletlerde koltuk numarası yoktu. Gece boyunca binen, çoğu da sırt çantalı gençlerden oluşan yolcular koltuklara boylu boyunca uzanmış uyuyorlardı. Neyse uygun bir koltuk bulup bavulumu da iki koltuk arasına yerleştirerek oturdum. 



Manzarayı seyretmek Ljubljana ile Zagreb arasındaki tren yolculuğunun en keyfli yanı.
Tren Ljubljana’dan çıktıktan sonra uyumayı beceremeyince ben de manzaranın keyfini çıkarmaya başladım. Gökyüzü kapalı ve hava soğuktu ama dağların tepesi hariç kar yoktu. Tren kâh ormanların kenarından, kâh yeşilliğini koruyan ovalardan, kâh Sava Nehri’nin aktığı vadilerden geçiyordu. Sık çam ormanları, tepesi karlı ağaçlar, ahşap orman kulübeleri veya nehir kıyısındaki köyler sanki kocaman bir manzara resminin parçaları gibiydi.

Tren önce sınırın Slovenya tarafında durdu. Sınır görevlileri kibarca herkesin pasaportlarını alıp ellerindeki portatif cihazla kontrol etmeye başladılar. Sıra bana geldiğinde nedense pasaport okutma işlemi bir türlü tamamlanamadı. Görevli başka bir meslektaşını çağırdı, onun cihazında da aynı sorun yaşandı. Artık neyse o sorun? Sonunca üçüncü görevli geldi. Kibarca parmak izimi almaları gerektiğini söyleyip cihazı bana uzattı. Karşı gelmedim ama ufak sensöre başparmağımı bastırırken parmak izlerimin konsoloslukta alınmış olduğunu söyledim. Kadın görevli pek de aldırmadan “Öyle mi?” deyip pasaportu biraz daha inceledikten sonra mührü bastı. Sonuçta sınırı geçmiştim ama Slovenya’ya hem girerken hem çıkarken yaşadığım sıkıntılar tadımı kaçırmıştı.

Bir de Hırvatistan tarafında kontrolden geçecektik. Hırvatistan bizden henüz vize istemiyordu ama görevli yine de vizeyi inceledi, klasik nerede kalacaksın, ne kadar kalacaksın sorularını sorup mührü bastı. Bu kez kontrol daha rahat olmuştu ama bir kere daha anlamıştım ki sırf bu pasaport kontrolleri bile Türklerin turistlikten gezginliğe geçmesinde caydırıcı rol oynuyordu. 


Glavni Kolodvor, 120 yıldır Zagreb'in merkez istasyonu.
Tren 10.30 gibi, yani belirtilen saatte Zagreb Glavni Kolodvor istasyonuna girdi. Belgrad’a devam eden yolcuları uğurlayıp istasyonda biraz para bozdurdum. Malum Hırvatistan’da Kuna (KN) geçiyordu. Her ne kadar düşük kur ve kesilen vergi nedeniyle istasyonda döviz bozdurmak pek akıllıca olmasa da taksi için paraya ihtiyacım vardı. Kalacağım otel merkeze çok uzak olmasa da yürüyerek uzun sürecek bir mesafedeydi. Taksi için 70 KN biraz pahalı geldi ama tramvay ağını öğrenince bunu telafi ederim diye düşündüm.

Villa Zrina daha çok pansiyona benzeyen küçük bir oteldi. Geveze bir resepsiyonist kız beni karşıladı. Odalar bir avlunun etrafında toplanmıştı ve birbirleriyle pek ilişkisi yoktu. Odam oldukça küçük ve basitçe döşenmişti. Açıkçası Ljubjana’da kaldığım Park Hotel bunun yanında bayağı lüks kalmıştı. Odama yerleşip Zagreb’i keşfetmek için sokağa çıktığımda saat 12.00'ydi.

Taksiye ödediğim parayı telafi etmek için tramvaya binmek yerine şehir merkezine yürümeyi tercih ettim. Tramvay yolunu izleyerek yaklaşık 15 dakika sonra tren istasyonunun bulunduğu Kral Tomislav Meydanı’na (Trg Kralja Tomislava) geldim. Burası Zagreb’in ana meydanlarından biriydi ve pek çok tramvay hattı burada kesişiyordu. İstasyonun tam karşısında, meydandan başlayan parkın başında Kral Tomislav Heykeli, trenle Zagreb’e gelenleri karşılıyordu. Kral Tomislav, 10. yüzyılda Hırvat krallığını kuran kişi olarak tarihe geçmiş. 



Önde Kral Tomislav Heykeli, arkada ise Sanat Pavyonu Zagreb'in merkezine damgasını vuran iki anıt.
Parkın yanı sıra yürümeye başladım. Burada aslında birbiriyle bağlantılı üç ayrı park şehrin ortasında geniş bir yeşil alan oluşturmuştu. Parkların iki yanındaki caddelerde neo-klasik mimari hakimdi. Ayrıca parkların ortasında sanatseverlerin es geçmemesi gereken iki önemli bina bulunuyordu. İlki olan Sanat Pavyonu (Umjetnički Paviljon) Avrupa’nın ilk demir prefabrik binalarından biriydi. Aslında 1896’da Budapeşte’deki Milenyum Fuarı için inşa edilen yapı daha sonra Zagreb’e taşınmış. 1898’de açılan yapı o günden bu yana hem Hırvat hem de önde gelen Avrupalı sanatçıların sergilerine yer vermiş.

Diğeri ise Stossmayer Galerisi (Strossmayerova Galerija Starih Majstora) idi. Piskopos Josip Stossmayer’in sanat koleksiyonunu bağışlamasıyla kurulmuş. Başta İtalyanlar olmak üzere Avrupa’nın eski üstatlarından oluşan ve 14. yüzyıldan günümüze uzanan koleksiyonda bugün 4 binden fazla eser bulunuyor.

Galeri ziyaretlerini fırsat bulursam başka bir zaman yapmayı düşünerek yolumun üzerindeki üçüncü park olan Zrinjevac Parkına girdim. Aslında girdim demek pek doğru değil çünkü burada parkı yoldan ayıran bir duvar, korkuluk, çit gibi bir şey yoktu. Yeşil alan, kaldırım ve yol bütünleşmişti adeta. Parkın ortasındaki kameriye konserler için düzenlenmişti. Parkın ortasındaki yolun iki yanında da yine Noel tezgahları kurulmuş, yiyecek-içecekten süs eşyalarına kadar pek çok şey satılıyordu. 


Pek çok Avrupa şehrinde olduğu gibi Zagreb'de de parklar kent yaşamının vazgeçilmezi.
Yürürken havada bir gariplik sezdim. Bana yabancı gelen bir his: Sessizlik. Öğle saati olmasına rağmen ortada tuhaf bir sessizlik ya da daha doğrusu sükunet vardı. Bas bas bağıranlar, susmayan araba kornaları, sirenler, iş makinelerinin gürültüsü, yani bir şehirde duymaya alıştığımız, neredeyse özümsediğimiz o ses cümbüşü burada yoktu. İlk bakışta anlamlandıramadığım o garipliğin nedeni buydu.

Neyse ki yoluma devam edip çıktığım Ban Jelacic Meydanı’nda (Trg Bana Josipa Jelačića) bu his biraz dağıldı. Burası tam anlamıyla şehrin kalbinin attığı yerdi. Meydanın ortasında büyük bir Advent sahnesi ve çadırı kurulmuştu. İkisinin arasında ise meydana ismini veren Ban Josip Jelacic’in at üstünde, kılıcını ileri uzatmış, düşmana saldırmaya hazır bir heykeli vardı. Tito zamanında kaldırılan bu heykel, yeni Hırvatistan’da milliyetçi duyguları canlandırması için yeniden meydana konulmuştu. Macar neo-klasik mimarisinin yer yer modern betonarmeye teslim olduğu meydanda lokantalar, kafeler, her tür mağazalar vardı. Buradaki hareket beni biraz kendime getirdi. Meydanın köşesindeki Turizm Ofisine gidip 3 gün boyunca müzelere indirimli girmemi ve toplu taşımayı bedava kullanmamı sağlayacak Zagreb Card ile şehirdeki etkinlikleri gösteren bir broşür aldım. Daha sonra da meydanı boydan boya geçip karnımı doyuracak bir yer aramaya başladım.
 

Ban Jelacic Meydanı gün boyunca Zagreb'in en hareketli noktalarından biri.
Meydanın diğer ucunda çiçekçilerin toplandığı dar sokaktan geçip Dolac Pazarı’na çıktım. Burası Zagreb’de sebze-meyvenin satıldığı büyükçe bir pazar alanıydı. Pazara çıkan merdivenlerde Rubelj Grill adlı bir lokanta görmüştüm. Trafiği fazla olan, hızlı yemek yiyebileceğim bir yere benzediği için fazla düşünmeden girdim. Fileto tavuk, patates kızartması ve portakal suyundan oluşan öğle yemeğimi hızla yiyip şehir turuma devam ettim (55 KN).

Tekrar Ban Jelacic Meydanı’na dönüp tramvay yolunu izleyerek Zagreb’in en prestijli caddelerinden biri olan Ilıca Caddesi boyunca yürümeye başladım. Yine çoğunluğu neo-klasik mimariye sahip binaların arasında uzanan bu cadde bankalar, lüks mağazalar ve kafelerle dikkati çekiyordu. Cadde boyunca yüz-iki yüz yıllık binaların arasına sıkışmış nispeten yeni binalar ise büyüklerinin görkemine ve deneyimine hürmet ederek çıkıntılık yapmıyor, caddenin tarihi dokusuna zarar vermiyorlardı.

Ilıca Caddesi’ne açılan Tomiceva Sokağı’nda eski Zagreb’in bulunduğu tepeye çıkan füniküleri buldum. Bizim Tünel’e benzeyen ama açıktan giden bu araçla 5 dakika sonra Zagreb kentinin kurulduğu iki tepeden bir olan Gradec’e zahmetsizce varmıştım. 


Ilıca Caddesi hem tarihi binaları hem de mağazalarıyla kentin en gösterişli caddelerinden biri.
 Zagreb’in tarih sahnesine çıkışı 1094 yıllarına dayanıyor. Aslında şehir iki ayrı yerleşimden oluşuyor: daha çok halkın yerleştiği Gradec ile şu anda katedralin bulunduğu, yöneticilerin ve din adamlarının toplandığı Kaptol Tepesi. 1094’te Kral Ladislas, Kaptol’de Zagreb Piskoposluğunu kuruyor. Karşı tepede ise müstahkem mevkii olarak Gradec oluşuyor. Her iki yerleşim de 13. yüzyılda Tatar akınlarına, daha sonra da Osmanlı’nın akınlarına maruz kalıyor. Her iki şehrin savunması için inşa edilen yüksek duvarların kalıntılarını bugün de görmek mümkün. 17. ve 18. yüzyıllarda Barok etkisiyle şehrin görüntüsü değişiyor. Ahşap binaların yerini gösterişli kiliseler, saraylar, manastırlar alıyor. Şehir büyüyüp tepelerden ovaya doğru yayılmaya başlıyor. İki yerleşimin birleşmesi ise 1851’de Ban Josip Jelacic tarafından gerçekleştiriyor. 19. yüzyıl boyunca Zagreb okullarla, hastanelerle, parklarla Avrupai bir görünüm kazanıyor. 1880’deki büyük bir depremden sonra kentin yenilenmesi hızlanıyor. 20. yüzyılın başında kent merkezi neredeyse bugünkü görünümünü alıyor. 1950’lerden itibaren şehir Sava Nehri’nin kıyılarına ve ötesine doğru genişliyor. Güneye doğru yayılan ticari ve endüstriyel bölgeler modern Zagreb’i oluşturuyor.

Benim modern Zagreb’le pek işim olmadığı için keşfime Gradec tepesindeki Yukarı Şehir ya da yerel ismiyle Gornji Grad’dan devam ettim. Fünikülerden inince bulutlu bir gökyüzünün altında 100 yıl önceki Zagreb’in bir bölümü ile uzakta ufku kaplayan yüksek binalarıyla modern Zagreb’i gördüm. Diğer tarafta ise kentin simgelerinden biri olan 13. yüzyılda inşa edilmiş Lotrščak Kulesi (Kula Lotrščak) vardı. Efsaneye göre her öğle vakti kuleden ateşlenen toplardan biri, şehri kuşatan Türklerin kampındaki horozu vurunca Türkler de korkup geri çekilmişler. Bana göre ise Türkler, kendileri dururken horozu düşman belleyen Zagreblilere alınıp geri çekilmiş olabilirler. Kulenin önünden geçen Stossmayer Yolu özellikle yazın ressamlar, müzisyenler, sokak sanatçılarıyla renklenen bir yermiş. Kış ortası olduğu için pek hareket yoktu. 



Zagreb'i yukarıdan görmek için Gradec Tepesi ideal bir nokta.
Kulenin yanından yoluma devam edip eski kentin içlerine doğru ilerledim. Çok merak ettiğim Kırık Kalpler Müzesi’ni şimdilik es geçip Jezuitski Meydanı’na çıktım. Bu ufak meydanda 17. yüzyılda inşa edilmiş sade bir cepheye sahip Cizvit St. Catherine Kilisesi ve Cizvit manastırının yerini alan, prestijli sergilere ev sahipliği yapan Klovićevi Dvori Galerisi (Galerija Klovićevi Dvori) bulunuyordu.

Biraz daha ilerleyince eski kentin merkezi sayılan St. Mark Meydanı’na ulaştım. Hırvatistan Parlamentosu’nun da bulunduğu bu meydandaki en dikkat çekici yapı St. Mark Kilisesi (Crkva sv. Marka) idi. Renkli kiremitlerle Hırvatistan ve Zagreb armalarının çatısına çizildiği 13. yüzyıla tarihlenen yapı Romanesk mimarinin mirasını taşıyor. Ancak yıllar boyunca geçirdiği restorasyonlarla özgün pek bir yanı kalmamış. Örneğin süslü çatısı 1880’de yapılmış. 



St. Mark Kilisesi'nin renkli çatısı ilk bakışta dikkat çekiyor.
Meydana çıkan sokaklardan biri Dante’nin torunun torunu olduğunu söyleyen bir eczacı tarafından açılan şehrin ilk eczanesinin bulunduğu Ortaçağ izleri taşıyan Kamenita Sokağı vardı. Ancak ben o yöne gitmek yerine kilisenin arkasına dolaşıp Demetrova Caddesi boyunca eski kentin diğer ucuna yürüdüm. Üç yolun birleştiği Ilirski Meydanı’nda karşıma yine bir kule ve ağaçların arasında Romanesk tarza sahip ufak, zarif bir sunak çıktı. Burası bir anlamda şehre nokta koyuyordu. Ötesinde kenar mahalleler başlıyordu. Ben de geri dönüp biraz ilerideki Şehir Müzesi’ni gezmeye karar verdim.

Zagreb Şehir Müzesi’nin (Muzej Grada Zagreba) girişini bulmak kolay olmadı. Önce başka bir binanın kapısını çalınca müzenin geride kaldığını söylediler. Söyledikleri yere bakınca bir avlunun girişinde kocaman bir lokanta tabelası vardı. Ancak avluya girince orasının müze olduğunu anladım. 1907 yılında eski bir manastıra ait binalarda kurulan müze Roma döneminden bugüne kadar şehrin kültürel, ekonomik, politik ve sanatsal tarihçesini sergiliyordu. Bodrumdaki arkeolojik buluntularla başlayan müze dönemlere ve konulara göre şehrin yanı sıra Hırvatistan’ın da gelişimini ve dönüşümünü gösteriyordu. Açıkçası pek çok kent müzesinden farklı değildi. Benim en çok ilgimi çeken, Zagreb’deki sinema-TV kültürüne ayrılan köşe oldu. Burada orijinal bir animasyon film seti vardı. 





Tkalčićeva Caddesi belki de Zagreb'de en fazla Balkan havası taşıyan yer.
Müzeden çıktığımda güneş batmak üzeredeydi. Zaten bulutlu olan hava yüzünden şehrin üstüne loş ama hoş bir hava çökmüştü. Müzenin yanındaki merdivenlerden Tkalčićeva Caddesi’ne inerek Gornji Grad’ı terk ettim. Barları, lokantaları, galerileri ile ünlü Tkalčićeva Caddesi bir anlamda nabzı en hızlı atan bohem yerlerinden biriydi. Çoğu bara veya lokantaya dönüştürülmüş eski evler Orta Avrupa sivil mimarisinin yanı sıra biraz da Balkan havası taşıyordu. Henüz vakit erken olduğu ve muhtemelen hava çok soğuk olduğu için kafeler boştu ve sokaktaki hareketlilik daha çok işten eve dönenlerden kaynaklanıyordu.

Caddeyi boylu boyunca kat edip Dolac pazarına çıktım. Gündüzün hareketliliğinden eser kalmamıştı. Tezgahlar toplanmış, yerler çer çöp içindeydi. Temizlik görevlileri meydanı temizliyorlardı. Buradan bir U dönüşü yapıp bu kez de Kaptol tepesine çıktım. Gerçi tepe dediğime bakmayın burası yollar ve binalarla şehirle bütünleştiği için sadece kot farkı olan bir mahalle gibiydi. Merdivenleri çıkınca neredeyse şehir merkezinde her taraftan görülen Zagreb Katedrali’nin (Katedrala Marijina Uznesenja) bulunduğu meydana çıktım. Katedral, şehir üzerinde hakimiyetini kurmak istermişçesine gökyüzüne uzanan iki Gotik kulesiyle Zagreb’in en belirgin anıt yapılarından biriydi. Gerçi kulelerinden biri tadilatta olduğu için iskelelerle çevrelenmişti ama yine de heybetli ve arkaik imajını koruyordu. 


Gotik mimarinin güzel bir örneği olan Zagreb Katedrali şehrin neredeyse her yerinden görünüyor.

Katedralin kökeni 1093’e kadar gidiyormuş. Orijinali Romanesk tarzda olan kilise 13. yüzyılda Tatar akınlarıyla ağır hasar almış. Daha sonraki dönemlerde ise yangınlarla zarar görmüş. 1880’deki büyük deprem de son darbeyi vurmuş. Ancak yine de yıllar boyunca süren tamirat ve restorasyonlar sayesinde katedral bütün ihtişamıyla ayakta kalmayı başarmış. Göğü gelen kuleleri ise 1800’lerin sonunda neo-Gotik tarzda inşa edilmiş. Katedralin çevresinde piskoposun ikametgahı ve yönetim binaları da bulunuyormuş. Ayrıca Türk akınlarına karşı bölgeyi korumak için inşa edilen surların bir kısmı ayakta kalmayı başarmış. 

Dini açıdan büyük önem taşıyan Katedral'de konser gibi etkinlikler de düzenleniyor.
Katedralin heykellerle ve dal-çiçek motifleriyle süslü taç kapısından içeri girdiğimde azımsanmayacak sayıda ziyaretçisi olduğunu gördüm. Turistler içerideki Romanesk ve Gotik bezemeleri, fresk ve vitrayları incelerken, yerliler de mum yakıp dua ediyorlardı.

Katedralde yeterli kadar vakit geçirdiğime kanaat getirip dışarı çıktığımda artık hava kararmaya başlamıştı. Elimdeki rehbere baktığımda Naif Sanat Müzesi’nin saat 18.00’e kadar açık olduğunu gördüm. Saat yarım saatim kalmıştı ve müze Gornji Grad’daydı. En kestirme yolu belirleyip hızla yürümeye başladım. Dar sokaklardan geçerken birden karşıma çok ilginç bir köşe çıktı. Binaların altındaki bu geçidin bir tarafında Meryem Ana’ya ayrılmış bir mumların yandığı bir mihrap vardı. İlk anda yolun köşesinde insanların sessizce ibadet ettiği bu mistik mekana anlam verememiştim. Daha sonra burasının Gornji Grad’ın girişlerinden biri olan ünlü Taş Kapı (Kamenita Vrata) olduğunu öğrendim. 1731 yılında şehrin büyük kısmını kül eden büyük yangından sadece buradaki Meryem Ana ikonası kurtulmuştu. O nedenle insanlar burada dua ederek dileklerinin kabul edileceğine inanıyorlardı. 


Yolun ortasındaki bu ufak mabet ilk bakışta garip gelebilir, ama Zagrebliler için büyük dini anlamı var.
Naif Sanat Müzesi’ne (Hrvatski Muzej Naivne Umjetnosti) vardığımda henüz kapanmamış olduğunu görmek beni sevindirdi. 1952’de kurulan müze dünyadaki ilk naif sanat müzesi olarak kabul ediliyor. Müzenin sergisinde Hırvat naif sanatçıların eserlerini 80 kadar eserini görmek mümkün. Özellikle komünist dönemde etkili olan bu tarza sahip eserlerde, üretim ilişkileri, kırsal yaşam, insan psikolojisi gibi konulara yer verilmiş. Benim gördüğüm resimlerde ilgimi çeken şey, resmedilen naif figürlerin arkasında saklı gerçekçilik oldu. İşlenen temalar, figürlerin ifadeleri insanların psikolojisini ve toplumsal olguları çarpıcı bir şekilde aktarıyordu.

Fünikülere binip aşağı indiğimde füniküler istasyonunun olduğu dar sokağın parti havasona büründüğünü gördüm. Sağlı sollu kafelerden dışarı yayılan hareketli caz melodilerine sokaktaki yiyecek içecek stantlarının önündeki neşeli insanların kahkahaları ekleniyordu. Bu şen şakrak havanın bana naklettiği keyifle adımlarımı hızlandırarak Ilıca Caddesi’nde yürümeye başladım. Şimdiki hedefim Zagreb’in kültür-sanat hayatının yoğunlaştığı Mareşal Tito Meydanı’ydı. Ilıca Caddesi’nden Frankopanska Caddesi’ne saptım. Burada butiklerin yanı sıra kitapçılar, müzik mağazaları da bulunuyordu. Caddenin ilerisindeki Mareşal Tito Meydanı’nın (Trg Marsala Tita) çevresinde ise Ulusal Tiyatro, El Sanatları Müzesi, büyük Mimara Müzesi, Dram Sanatları Akademisi, Etnografya Müzesi, Devlet Arşivleri gibi pek çok kurum yer alıyordu.

Akşam olduğu için bu binaları sadece dışarıdan görmekle yetinecektim. Ulusal Tiyatro (Hrvatsko Narodno Kazalište) Avrupa’nın pek çok şehrinde görülen anıtsal tiyatro binalarında biriydi. Viyanalı mimarlar tarafından yapımı 1895’te tamamlanan bina neo-barok tarzdaydı. Binanın hemen önünde Yaşam Kaynağı adlı ilginç bir heykel de vardı. 


Şu bir gerçek ki Avrupa'da anıtsal yapıları koruyarak kullanma bilinci bizim asla sahip olmadığımız boyutta.
Tiyatro binasının karşı sırasında ise El Sanatları Müzesi (Muzej za umjetnost i obrt) bulunuyordu. 1880 yılında kurulan müzede mobilyadan halıya, resimden oyuncağa, saatten giyime özellikle sanayileşme öncesi el yapımı pek çok eşya sergileniyordu. Özellikle Hırvat aristokrasisinin bağışlarıyla zenginleşen koleksiyon yüzyıllar boyunca değişen yaşam tarzlarını gösteriyordu. İlk başta pek üzerinde durmadığım bu müze ilerleyen günlerde benim için bazı sürprizler saklıyor olacaktı.

Biraz ileride ise Zagreb’in, belki de tüm Hırvatistan’ın en saygın ve önemli müzelerinden biri olan Mimara Müzesi (Muzej Mimara) yer alıyordu. Neo-Rönesans bir sarayın içinde 1987 yılında açılan müze farklı kültürlere ait 3750’den fazla sanat eseri barındırıyordu ve çoğu Ante Topić Mimara adlı koleksiyoncunun bağışıydı. Müze koleksiyonunda Roma İmparatorluğundan, antik Mısır ve Yunan medeniyetlerinden, Uzak Doğu’dan arkeolojik ve sanatsal eserlerin yanı sıra Rafael, Rembrandt, Goya gibi önemli sanatçıların eserleri de vardı. Mutlaka görülecekler listemde yer alan müzeye ne yazık ki uzaktan bakmakla yetindim.

Zagreb turumu Mimara Müzesi’nin karşısında noktalayıp acıkan karnımı doyurmak, üşüyen ayaklarımı ısıtmak için bir tramvaya atlayıp Ban Jelacic Meydanı’na döndüm. Açıkçası yemeği ucuza getirmek istiyordum, o yüzden meydana yakın hızlı yemek lokantalarından biri olan Fries Factory’ye girdim. Burası insanların daha çok yolda yürürken yiyebileceği tavuk, köfte, pizza gibi yiyecekleri ergonomik paketlerde sunuyordu. Ben tavuk kroket ve portakal suyundan oluşan menümü (27 KN) alıp üst kata çıktım. 



Noel kutlamaları için kurulan büyük sahne, Ban Jelacic Meydanı'nı bir konser alanına dönüştürmüştü.
Yemeğin ardından Ban Jelacic Meydanı’na çıkan sokaklardaki Noel pazarlarını dolaşmaya başladım. Rengarenk şekerler, yılbaşı süsleri hem göze çok hoş görünüyordu hem de insanın için çocuksu bir keyif yayıyordu. Gülüp eğlenen insanların arasında olmaktı aslında keyfimi artıran. Gerçi böyle anlarda insan yanında bu keyfi paylaşacak birilerini arıyor. Bulamayınca da biraz hüzünleniyor. Ben de Türkiye’deki arkadaşlarımdan birini aradım iki çift laf etmek için.

Tekrar meydana döndüğümde büyük sahnede halk dansları gösterisi vardı. Genci yaşlısı sahnenin etrafında durmuş tempo tutuyor, şarkılara eşlik ediyordu, hatta kimisi kol kola girip dans ediyordu. Benzeri gösteriler şehrin farklı noktalarında kurulan sahnelerde Yılbaşı’na kadar devam edecekti. Gösterileri seyrederken stantlardan birinde satılan bir hamur işi dikkatimi çekti. Bizim lokmanın hemen hemen aynısı olan bu yiyecek şerbetli değildi, ancak marmelat, çikolata sosu gibi şeylerle tatlandırılıyordu.

Bir süre daha gösterileri izledikten sonra tramvaya binip otelime döndüm. Bu topraklara geldiğimden beri yaşadığım aksilikler neyse ki Zagreb’de peşimi bırakmış gibiydi. Zagreb, Ljubljana’ya kıyasla daha mütevazı bir şehirdi. Slovenlerin kendilerini daha Avrupalı saymalarından kaynaklanan burnu havada, kibirli havası burada pek fazla hissedilmiyordu. Yine de Zagreb bir Balkan ruhu taşımaktan çok uzaktaydı.













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder