22 Nisan 2013 Pazartesi

BALKAN VAR BALKANLARDAN GAYRI - 2. Bölüm Bled

04.12.2012 Salı

Tatlının üstündeki krema: Bled 



Sabah Bled’e gitmek için tren istasyonunun hemen yanındaki otobüs terminaline geldim. Açıkçası buraya terminal demek biraz güç. Yan yana park etmiş 20 kadar otobüs ve küçük prefabrik bir bina Slovenya’nın başkentinin merkez terminaliydi. Gişeden kalkmak üzere olan Bled otobüsüne bir bilet alıp koşarak otobüse bindim. Biraz sonra önceki gün havaalanından gelirken geçtiğim yolları geride bırakıp şehir dışına çıkmıştık.



Dışarısının soğuğu otobüsün içinde hissedilmiyordu. Bulutlu ama aydınlık, tertemiz bir hava vardı. Tepesi karlı dağlar turkuvaz mavisi bir gökyüzünün atında pırıl pırıl parlıyordu. 


Bled’den önce bir vadiye kurulmuş olan sanayi şehri Kranj’dan geçtik. Yamaca kurulmuş kat kat yükselen kent ve vadinin üstündeki kiliseler etkileyici bir görüntü sunmasına rağmen bende fazla gri, kasvetli bir şehir izlenimi yarattı.

Bled’e vardığımda saat henüz 10 değildi. Oldukça iyi yol almıştık. Diğer yolcularla birlikte Bled’in ana caddelerinden birindeki otobüs durağında indim. Elimdeki haritayı şöyle bir inceledikten sonra ilk olarak St Martin Kilisesi’ne gitmeye karar verdim. Ana yoldan ayrılıp kimseciklerin olmadığı ara sokaklardan geçerek ve karlı buzlu yollarda kaymamaya dikkat ederek kilisenin bulunduğu küçük açıklığa vardım. 



Alçak bir tepecik üzerindeki St. Martin Kilisesi sivri kulesiyle uzaktan fark ediliyor ama en ilginç tarafı içerideki fresklerde kullanılan üslup.
 Bled Şatosu’nun bulunduğu kayalığın hemen altındaki St Martin Kilisesi (St Martin’s Church), özellikle uzaktan, göl manzarasıyla birleşince iyi bir poz veriyordu. Yakından ise pek etkileyici bir görüntüsü yoktu. Neo-Gotik mimaride inşa edilen kilisenin duvar resimleri ilginçti. Klasik dini konular modern figürler kullanılarak resmedilmişti. Resimlerde 30’ların kılık kıyafetini ya da Mahşer Günü’nün modern bir uyarlamasını görmek mümkündü. Sanki bu resimler yakında gelecek olan propagandist resmin habercisi gibiydi.

Kilisenin az ilerisinde Bled Şatosu’na tırmanan patika yol vardı. Şatoya çıkan asfalt yol daha düzgün ama uzundu, burası ise dik ve yorucu gözüküyordu. Ancak biraz ilerleyince patikayı seçmekle doğru yaptığımı anladım. Kan ter içinde kalsam da ağaçların arasından gözüken muhteşem bir göl manzarasını seyrederek tırmanmak keyif vericiydi. 


Bled Şatosu'na çıkan kestirme patika dik olsa da normal yoldan daha güzel bir manzara sunduğu kesin.
Kaynaklarda ilk kez 1011 yılında geçen müzeye dönüştürülmüş Bled Şatosu (Blejski Grad), Slovenya’nın en eski şatosuydu. Bin yıllık tarihinde çeşitli eklemelerle bugünkü görünümünü almıştı. Şatoya girdiğimde avludaki kar ve buzu kürediklerini gördüm. Avlunun etrafında Bled Müzesi dışında, turistik işleve sahip bir şarap mahzeni, demirci atölyesi, Gutenberg matbaası, şifalı otların satıldığı eczane, eski şapel ve lokanta bulunuyordu. Müzede taş devrinden 20. yüzyıla kadar Bled ve çevresine ait eserler ve buluntular sergileniyordu. Ortaçağ’daki yaşamın tasvir edildiği bölüm ile yaşam döngüsünün anlatıldığı enstalasyonlar bana özellikle ilginç geldi.

 
Ortaçağ ruhu Bled Şatosu'nda yaşamaya devam ediyordu.

Bir diğer ilgimi çeken parça ise Alman Kralı 2. Henry’nin şato ve çevresini derebeylerine bağışladığı fermandı. Buna göre kral, şatoyu, arazisini, gölü, suyu, dağı, taşı, şatonun yanı başındaki ormanı derebeyinin kullanımına bırakıyordu. Orman arazilerini, sit alanlarını imara açan, madenlere tahsis eden, müteahhitlere dağıtanlar sayesinde günümüzde de tarih kendini tekrar ediyordu. İster istemez kişiye özel orman vaat eden reklamlar aklıma geldi. Ne de olsa Avrupa’nın derebeyleri varsa bizim de ağalarımız var.

Aslında Bled Şatosu’nun en görülmeye değer köşesi müzenin içinde değil, şatonun avlusunda. Daha doğrusu avludan görülen manzara. Yüksek bir kayalığın tepesindeki şatodan tüm Bled kenti ve Bled gölü kuşbakışı görülebiliyordu. Gri bulutlar karşıdaki karlı tepelerin üstünde dolaşırken gölün yüzeyi karanlık bir ayna gibi dümdüzdü. Gölün ortasındaki Bled Adası ise bu pürüzsüz yüzeyin üstündeki bir lekeyi andırıyordu. Adadaki Assumption Kilisesi (Church of the Assumption) 17. yüzyıldan kalmaydı ve görmeye değer freskleri bulunduğu söyleniyordu. 



Bled Gölü ve çevresi büyüleyici doğa manzaralarıyla Slovenya'nın en ilgi çeken bölgesi.

Şatoyu tamamlayınca vakit kazanmak için yine geldiğim patikadan aşağı indim. Hava yavaştan bulutlanmaya başlamıştı. Gölün ortasındaki adaya gitmekte kararsızdım. Assumption Kilisesi’ni ziyaret etmek ilginç olabilirdi ama adaya yolcu taşıyan kayıkçıların istediği fiyat en fazla yarım saat sürecek bir ziyaret için çok yüksek geldi bana (12€). Ayrıca hava bozacak gibiydi. Gölü turlayıp Bled’in ticari merkezi diyebileceğim otellerin, lokantaların olduğu bölgeye geldim. Burada benim ilgimi çeken Bled’e özgü bir tatlı olduğu söylenen, aslında tüm Orta Avrupa’da bilinen kremna rezina veya cremeschnitte idi. Bu tatlıyı en iyi yapan yerlerden biri de Bled’deki Park Otel’in pastanesiydi. 


Bled'e kadar gelmişken şato manzarasına karşı krema rezinanın tadına mutlaka bakılmalı.
Pastanede geleneksel bir hava vardı. Siyah önlüklü kibar bir garson kızdan çay ve meşhur kremna rezinalarından istedim (6€). Islak kekin üstünde vanilyalı krema tabakası, onun da üstünde kat kat milföy hamuru ve pudra şekeri olan bir tatlıydı. Lezzetinin özünde margarin yerine tereyağı kullanılması yatıyordu. Pastanenin geniş pencerelerinden gölün üzerine hafif hafif yağmaya aşlayan kar tanelerini seyrederken içimi sıcak bir dinginlik kapladı, sanki beni yıllar öncesinin asil zamanlarına taşıdı bu his, damağımı kaplayan ise yine asil bir lezzetti.

Tatlıyı da yedikten sonra kar hızını artırmadan Bled’den ayrılmaya karar verdim. Göl kıyısındaki parkın içinden geçerek otobüs durağına çıktım. 15-20 dakika sonra öğle otobüsü geldi. Burada bilet gişesi yoktu. Bileti şoförden satın aldım. Bled’e yaptığım yolculuk kısa ama keyifli ve tatmin edici oldu. Özellikle de tatlı kısmı.

Bled’den ayrılırken atıştırmaya başlayan kar, yolda hızlandı; Ljubljana’ya vardığımda ise her yer karla kaplanmıştı. Terminale varınca ilk iş bir otobüse atlayıp Opera binasına gitmek oldu. Daha günler öncesinden o akşamki La Boheme operasına bile rezerve ettirmiştim. Rezervasyon formunu gösterip biletimi aldım. 



Francesco Robba'nın eseri olan çeşmenin orijinali Ulusal Galeri'de, taklidi Belediye Binası'nın önünde sergileniyor.

Bu işi de hallettikten sonra, hazır hava da bozmuşken biraz müze ziyareti yapmaya karar verdim. Opera’ya pek de uzakta olmayan Ulusal Galeri’ye (Narodna Galerija) gittim. Galeri’de 13. yüzyıldan 20. yüzyılın ilk yarısına kadar Slovenya sanatına ait eserlerin yanı sıra Avrupa resmine ait örnekler de vardı. Rönesans dönemi İtalyan ve Flaman ressamların mitoloji, doğa ve günlük yaşam resimleri dışında çok da ilginç gelmedi bana. Daha önce başka müzelerde gördüğüm gibi burada da Türklerle savaşların resmedildiği tablolar bulunuyordu. Tabii Türklerin mağlubiyeti betimlenmişti. Müzenin geçici sergi bölümünde ise İspanya’daki bir koleksiyondan gelen 17. yüzyıla ait dini heykeller sergileniyordu. Kiliselerden toplanmış bu heykellerin en ilginç özelliği ahşap ve oldukça gerçekçi olmalarıydı.  
Hava karardıktan sonra, hele bir de kar yağıyorsa şehir gizemli bir çekiciliğe kavuşuyordu.

Ulusal Galeri’yi bir saat kadar gezdikten sonra nehrin bir üst sokağındaki Kent Müzesi’ne (Mestni Muzej Ljubljana) hızla yürüdüm. Akşam olmak üzereydi ve kış olduğu için müzeler erken kapanıyordu. Neyse ki kapanmadan yetiştim ama çok fazla da sürem kalmamıştı. Kent Müzesi, Ljubljana’nın tarih öncesi çağlardan günümüze uzanan öyküsünü bir seferde görmek için en doğru yerlerden biriydi. M.Ö. 4500 yıllarındaki ufak bir yerleşimden nasıl bir Ortaçağ kentine döndüğü, daha sonra da savaşlarla, işgallerle, imar çalışmalarıyla bugünkü halini nasıl aldığı belgelerle, eşyalarla, multimedya sunumlarıyla anlatılıyordu. Sergilemede kronolojik bir sıra izlenmediği için Rönesans dönemi ev eşyasının biraz ilerisinde sergilenen 60’lardan bir plak gibi küçük sürprizler de vardı. Benim ilgimi ise 2. kattaki şehircilik, günlük yaşam, komünizm gibi daha yakın döneme ait konuların sergilendiği bölüm çekti. Ne yazık ki süre darlığından bu ilginç müzeyi hakkıyla gezemedim.


Tiyatro binası çok büyük olmasa da klasik tiyatroların albenisini taşıyordu.

Otele dönerken yol üstünde gördüğüm bir lokantaya girdim. Bu sefer işimi sağlama alıp sebze çorbası ve tavuklu salata ısmarladım (11€). Açıkçası çok lezzetli olduğunu söyleyemem ama karnım doymuştu. Yemekten sonra çok da uzakta olmayan otelime döndüm, üstümü değiştirip operaya gittim. Belki biraz “snob” görünebilir ama Avrupa’da opera, klasik müzik konseri gibi etkinliklere zaman ayırmaya çalışıyorum. Sonuçta bu benim tercihim; bar, gece kulübü gibi mekanlardan pek hazzetmediğim gibi, buralara yalnız başına gitmek pek eğlenceli olmaz, hele benim gibi kolay sosyalleşemeyen insanlar için… Dolayısıyla kültürel etkinlikler akşamı geçirmek için en ideal yol bence. Hele bir de bu etkinliklerin düzenlendiği binalar tarihi eser ise. 1892 yılında inşa edilen Opera Binası, Neo-Rönesans cephesi ile dikkat çekiyordu. Uzun yıllar süren tadilat çalışmaları sonucunda opera perdelerini geçen yıl tekrar açabilmişti. Ne binanın kendisi ne de salon örneğin bir Prag Operası kadar gösterişli değildi. Koltuklar da pek rahat sayılmazdı. Benim yerim en üst balkondaydı. Opera başladığında dil meselesini hesaba katmadığımı anladım. Üst yazılar Slovence, eserin dili ise İtalyancaydı. Sonuçta ne söylendiğini pek anlamıyordum. Neyse ki 20. yüzyılın başında Paris’in avangart çevresinde geçen La Boheme’in konusu çok beylikti. Yine de sanatçıların performansları ve sahne düzenlemesi gayet iyiydi. Buna rağmen son perdede günün yorgunluğuyla gözlerimin kapanmasına engel olamadım. Operada sahneyi kaplayan kar, dışarıda Ljublajana sokaklarını kaplayan kar; Slovenya’da ikinci perde de böyle sona erdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder