16 Nisan 2013 Salı

BALKAN VAR BALKANLARDAN GAYRI - 1. Bölüm Ljubljana




Giriş:

Ucuz bilet bulsam Mars’a bile giderim… O kadar değil! Ama THY’nin uçak bileti kampanyasını görünce Balkan rotama devam etmek için iyi bir fırsat olduğunu düşündüm. Aslında kış aylarında Balkan ülkelerine gitmenin akıl kârı olmadığını biliyordum ama yine de bu fırsatı kaçırmak istemedim. Seçtiğim yer Balkanların en uç noktası sayılabilecek Slovenya idi.


Aslında Slovenya’nın ne kadar Balkanlara ait olduğu tartışılabilir. Ancak eski Yugoslavya’nın bir parçası olduğu için ister istemez projeme dahil ettiğim bir ülkeydi. Planlıma göre Ljubljana’ya uçacak, daha sonra Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’e geçecek, dönüşü yine Ljubljana’dan yapacaktım. 


Yolculuk konusunda birkaç endişem vardı. Öncelikle kış şartları… Soğuk olacaktı, büyük olasılıkla kar yağacaktı. Üstelik günlerin en kısa olduğu zamandı. Bu da program yapmayı olumsuz etkiliyordu. Ayrıca bir de vize problemi vardı. O dönem çalışmadığım için vize alabilir miyim diye düşünüyordum. 


Sonuçta birkaç ay öncesinden uçak biletini oldukça hesaplı bir fiyata aldım. Otel rezervasyonlarını hallettim. Gerekli gereksiz bir sürü evrakı toparlayıp Slovenya vizesini veren İstanbul’daki Macaristan Konsolosluğu’na başvurdum ve neyse ki sorunsuz bir şekilde 3 aylık Schengen vizesini aldım. Geriye havanın iyi olması için dua etmekten başka bir şey kalmıyordu. Balkanların en Balkan olmayan coğrafyasına olan 6 gün sürecek yolculuğum başlamak üzereydi.



03.12.2012 Pazartesi

Aksi bir başlangıç


Uçağımız öğleden sonra 2 gibi, çok gecikmeden Ljubjana’ya indiği için sevinmiştim. Kış günleri kısa olduğu için mümkün olduğunca çabuk şehre varmak, hava kararmadan gezmek istiyordum. Pasaport kontrolüne önlerde girdim, hatta maç için Slovenya’ya gelen basketbol takımının oyuncuları arasında kısa boyumla tuhaf görünüyordum. Görevli pasaportumu aldı, evirdi çevirdi, sorgu suale başladı. Otel rezervasyonu ve dönüş bileti belgelerini aldı. Sonra “şöyle kenarda bekle” dedi. Hayda! Sakin olmaya çalışıyordum ama bir endişe aldı beni. Belgelerimde hiçbir sorun yoktu. Herkes sorunsuz geçip gidiyordu. Ben niye bekliyordum peki?

Tüm yolcular geçtikten sonra görevli beni tekrar bankoya çağırdı. Yine evraklarımı inceleyip kalacağım otele telefon açıp teyit ettiğinde içimden “yok artık” anlamına gelecek tüm argo kelimeleri sayıyordum. Neyse sonunda geçiş iznini verdi de rahat bir nefes aldım.
Şimdi sırada şehre ulaşmak vardı. Daha önceden havaalanı ile şehir arasında işleyen servislerden birinde vakit kaybı olmasın diye (!) yer ayırtmıştım (9 €). Şoför elinde isim kartıyla ümidini kesmiş bir halde beni bekliyordu. Servis saati geçtiği için biraz beklememiz gerektiğini söyledi. Anlaşılan tek yolcuyla şehre gitmek istemiyordu. Bir süre havaalanının kafesinde oturduktan sonra sıkılıp dışarı çıktım. İşte o an Slovenya’nın keskin soğuğuyla tanıştım. İstanbul’u bıraktığımda hava mevsim normallerinin üzerindeydi. Burada ise sıfıra dayanmıştı. İki saat içinde yaklaşık 15 derecelik bir düşüş yaşadım. Umarım soğuktan çarpılmazdım. 


Minibüse oturup etrafı seyretmeye koyuldum. Berrak gökyüzünün mavisi, alçalan güneşin ışıkları ile parıldayan karlı dağların üzerinden yansıyordu. Eğer yaşadığım gecikme moralimi bozmamış olsaydı bu manzaradan daha çok keyif alabilirdim. Yaklaşık yarım saat sonra birkaç yolcu daha geldi ve servis hareket etti. 


Havaalanının bulunduğu karla kaplı ova akşam ışığında, biraz da pusun etkisiyle mistik bir havaya bürünmüştü. Ljubljana’nın çevresindeki yerleşimler Balkanlardan çok orta Avrupa izlerini taşıyordu. Yolculardan birini kente yakın kasabalardan birinde indirdik, daha sonra da her zaman olduğu gibi sanayi tesisleri ve kenar mahallelerden geçerek şehir merkezine vardık. Servis neyse ki herkesi kalacağı otelin önüne kadar götürüyordu, ancak beni otelime bıraktığında hava da kararmıştı. 


Ljubljana’da kalacağım Park Hotel çok katlı, modern bir binadaydı. Bir kısmı hostel olarak hizmet veriyordu ama ben oldukça hesaplı tek kişilik odalardan ayırtmıştım. Neyse ki burada sorun yaşamadan odama yerleştim. Odam gayet konforluydu ve Ljubljana Şatosunu görüyordu. 

Preseren Meydanı kutlamalar için gelen insanlarla dolmuştu.


Hemen üstüme daha kalın bir şeyler giyip vakit kaybetmeden sokağa fırladım. Noel arifesi olduğu için o gün şehirde Noel ışıklarını ve çamını yakma töreni vardı. Hz. İsa’nın doğumunun beklendiği, Advent denilen dört haftalık dönemin başlangıcıydı. Bir ay boyunca kentlerin ana meydanlarında sahneler kuruluyor, konserler veriliyor, Noel pazarlarında şekerler, süsler satılıyordu. 


Ara sokaklardan geçerek fazla uzak olmayan şehrin ana meydanı Prešeren Meydanı’na (Prešernov Trg)doğru yürüdüm. Meydana yaklaştıkça sokaklar da kalabalıklaşmaya başladı. Meydana vardığımda bir insan seliyle karşılaştım. Muhtemelen Ljubljana’nın büyük kısmı tören için buraya toplanmıştı. Neyse ki tören henüz başlamamıştı. Ama seyir için düzgün bir yer bulmak imkansızdı, özellikle de uzun boylu Slovenler yüzünden merkezde ne olduğunu göremiyordum. Bir ara Slovenlerin milli şairi France Prešeren’in meydanın ortasındaki heykelinin basamaklarına tırmanınca güvenlik görevlisi ters bir şekilde beni inmem için uyardı. Kalabalığın içinde ite kaka düzgün bir yer bulmak için meydanı dört döndüm. En güzel yer, heybetli pembe cephesiyle meydana hakim durumdaki Fransisken Kilisesi’nin (Frančiškanski Samostan) merdivenleriydi. Ama orası çoktan tutulmuştu. Meydanı çevreleyen, çoğu art nouveau stili binalarda oturanlar ise en şanslılarıydı. Olan biteni tepeden izleyebiliyorlardı. Ben de meydanda iyi bir yer bulamayınca, en azından daha ferah olan Üç Köprü’nün (Tromostovje) üzerinde konuşlandım. Kentin simgelerinden biri olan Ljubljanica Nehri üzerindeki köprü,  19. yüzyılda inşa edilmiş ana köprü ile 1930’lar inşa edilmiş iki yaya köprüsünden oluşuyordu. Kıvrımlı taş korkuluklar ve lamba direkleri köprünün işlevsel faydasına sanatsal bir incelik katıyordu.


Törenin başlaması gecikince köprünün diğer tarafındaki Turizm Ofisi’ne girip bir Urbana Card aldım. Bu kart sayesinde 1 ila 3 gün boyunca bütün müzelere bedava giriş ve toplu taşıma araçlarını ücretsiz kullanma hakkına sahip oluyorsunuz. 

Tören başlayınca sonra Preseren Meydanı rengarenk ışıklarla parıldadı.


Törenin başlamasını beklerken bir taraftan da şehrin ne kadar karanlık olduğunu düşünüyordum. Tepedeki şato, şu nehir boyundaki binalar ya da köprü aydınlatılsaydı fena mı olurdu; Ljubljana belediyesi tasarrufa gitti herhalde diye aklımdan geçirirken tören başladı. Önemli zatların konuşmasının ardından geri sayım başladı ve düğmeye basıldı. O anda çam ağacı, sokaklardaki süslü ışıklar, nehir boyundaki ağaçlar ve binalar, köprüler, kalenin bulunduğu tepe ve kale bir anda parıldadı. Manzara müthişti. Halkın coşkusu müthişti. Bütün şehir ışıl ışıl oldu. Böylece karanlığın hikmetini anladım. 


Meydanda opera sanatçıları ve çocuk korosu Noel şarkıları söylüyordu. Şehir büyük bir parti havasına girmişti. Herkes yiyecek içecek stantlarına hücum etmişti. Özellikle sıcak şarap ve biraya rağbet fazlaydı. İnsanların neşesi şehri kaplamıştı. Gerçekten şimdiye kadar Balkanlarda pek rastlamadığım bir manzara vardı. Balkanların vakarla karışık hüzünlü, neşeyle karışık romantik, biraz Doğu’ya ait girift ruh hali burada yerini Avrupalıların ölçülü, hesaplı neşesine bırakmıştı.

Şehrin sembolü olan ejderhalar Zmajski Most'ta şehri kötülüklere karşı koruyor.


Eğlencenin tadını en çok çıkaranlar her zaman olduğu gibi çocuklardı. Soğuğa kimsenin aldırdığı yoktu. Ben de Advent’in coşkusuna tanık olmak hem de şehri keşfetmek için kalabalığa karıştım. Nehir boyunda envai çeşit süslerin, hediyelik eşyaların, şeker ve çöreklerin satıldığı stantlar rengarenk bir manzara sunuyordu. Bir taraftan da yiyecek stantlarından iştah açıcı kokular yükseliyordu. Nehir üstündeki ufak bir köprüden ışıklar daha güzel görünüyordu. Burası bir dilek köprüsü olmalıydı ki korkuluklara kilitler takılmıştı. Nehrin diğer tarafından yola devam edip ünlü Ejder Köprüsü’ne (Zmajski Most) kadar yürüdüm. 1901’de açılan köprünün dört köşesinde yeşil ejderha heykelleri vardı. Ejderhaların şehri koruduğuna inanılıyordu. 


Köprüden yine eski şehir tarafına geçip Vodnikov Meydanı’nın kenarından yürümeye devam ettim. Gündüz bu meydanda bir pazar kuruluyordu. Dolnicarjeva sokağındaki kentin ana katedralinin çanları çalıyordu. Katedral olarak bilinen Aziz Nikolas Kilisesi (Stolnica Sv. Nikolaja) ilk bakışta sade ve ağırbaşlı bir görüntüye sahipti. Daha önce burada bulunan bir kilisenin üstüne 18. Yüzyılda inşa edilmişti. Yeşil kubbesi ve iki çan kulesi belli bir heybet katıyordu yapıya. Özellikle yan taraftaki bronz kapı üstündeki tasvirlerle dikkat çekiyordu. Hem biraz ısınmak hem de dinlenmek için usulca içeri girdim. Hafif aydınlatılmış kilisede akşam ayni yapılıyordu. Kilisenin içindeki Barok süslemeler solgun lambaların ışığında parıldıyordu. 


Kiliseden ayrılıp tekrar Üç Köprü’ye döndüm, buradan da eski şehrin ana meydanı olan Mestni Meydanı’na (Mestni Trg) çıktım. 1511’deki büyük bir depremde zarar gören bu meydan ve çevresindeki binalar daha sonra Barok üslupta yeniden inşa edilmiş. Eski Belediye Binası, Sanat Müzesi, Lichtenberg binası bu meydandaki dikkate değer yapılardı. Ayrıca meydanın devamındaki sokak da şık mağazalarıyla kentin cazibe merkezlerinden biriydi belli ki. Ara sokaklardan birine sapıp nehir kıyısına indim. Burası büyük bir sokak partisine dönmüştü. İnsanlar iki kıyıdaki barların ve kafelerin önlerini soğuğa aldırmadan ağzına kadar doldurmuştu. 
 
Eski şehrin ana meydanı olan Mestni Meydanı ve Ljubljana Kalesi ışıl ışıl



Kıyı boyunca yürüyüp kentin ana caddelerini birbirine bağlayan modern bir köprüden yine diğer tarafa geçip geldiğim yönde ilerledim bu kez. Bu tarafta da çeşitli stantlar kurulmuştu. İçimi ısıtmak için bir bardak kahve aldım. Aslında yavaştan acıkmaya başlamıştım. Ancak nehir boyunda daha çok barlar vardı, birkaç lokanta da biraz pahalı görünüyordu. Ara sokaklardan birine sapıp nehirden uzaklaştım. Şehir Müzesi’nin bulunduğu meydana çıkarken bir müzik mağazasına rastladım. Fazla düşünmeden girip koleksiyonum için Sloven geleneksel müziği albümlerinden aldım. Aslında bu ufak molalar bir yandan da ısınmak için bahaneydi. 


Zvezda Park'ın ruhları. 

O civarda bir lokanta bulamayınca Kongre Meydanı’na (Kongresni Trg) kadar yürüdüm. Doğal olarak Kongre Binasının ve çeşitli devlet dairelerinin bulunduğu bu meydanın ortasında Zvezda Park vardı. Burada da genci yaşlısı pek çok insan toplanmış eğleniyordu. Parktaki ağaçların dallarında sallanan ışıklandırılmış melek modelleri ilginç ama biraz da ürkünç bir hava katmıştı. Parkı boydan boya kat edip şehrin merkez caddelerinden biri sayılan Slovenska Cesta’yı geçtim ve Republike Meydanı’na çıktım. Gariptir, burada da bir protesto gösterisi vardı. Meydanın etrafı polis barikatıyla çevrilmişti, protestocular meydanın ortasında slogan atıyorlardı, halk da onları seyrediyordu. Ortamı görünce, bu tarz gösterilerin genelde şiddetle sonuçlandığı bir ülkeden gelen biri olarak ister istemez gerildim. Ancak pek olay çıkacakmış gibi görünmüyordu. Yine de fazla oyalanmadan meydanın kenarındaki alışveriş merkezinin altında, rehberlerde okuduğum bir pizzacıya gittim. Ancak ufak lokanta ağzına kadar doluydu. Buradan da elim ve karnım boş ayrılınca, tekrar nehir kıyısına dönmeye ve oradaki yemek stantlarını denemeye karar verdim. Ancak bunun geldiğimden beri yaşadığım aksiliklerin üzerine tuz biber ekeceğinden henüz haberim yoktu.

Bir grup ise o akşam protesto etmeyi seçmişti.


En kısa yoldan nehir kıyısına inip önünden birkaç kez geçtiğim, yanında oturacak bankların olduğu bir yemek standına yanaştım. Açlıktan mıdır, düşüncesizlikten midir nedir, o an bir basiretim bağlandı, çıkarsama yeteneğim dondu. Ne yaptığımın farkında olmadan bir porsiyon köfte ile meyve suyu istedim (10,5 €). Bunda ne var diyeceksiniz? İşte o an aklıma geldi ya da tam anlamıyla jeton düştü. Burada et ürünlerinin hammaddesi çoğunlukla domuz etiydi. Ama artık vazgeçmek için çok geçti, tezgahın başındaki tombul teyze bir de domuz sosislerinin yağını bir güzel köftelerin üzerine sıvamaz mı? Benim tadım kaçtı ama aldım ve kenara oturup köfteleri yemeye başladım. Bir taraftan da bu aymazlığıma söyleniyordum. Doğruya doğru köftelerin lezzeti fena değildi, köfteler hem iriydi hem de porsiyon ödediğim rakama göre bayağı büyüktü. Allah tarafından mıdır nedir, tam tabağı yarılamıştım ki uyduruk plastik çatalım kırıldı. Bunu bir işaret olarak alıp kalan köfteleri kedilere armağan ettim. Zaten iştahım da kaçmıştı. 


Seyahatim pek de iyi başlamamış, havaalanındaki muamele ve gecikmeler moralimi bozmuş, planlarımı aksatmıştı. Soğuk içime işlemişti. Üstüne üstlük bir de yemek konusundaki gafletim beni öfkelendirmişti. Aslında bir turist için nadir rastlanacak bir zamanda Ljubljana’daydım ve tüm Noel coşkusuna ilk elden tanık oluyordum. Ama ne şehrin parıltısı ne havaya yayılan Noel ruhu o an için moralimi düzeltmeye yetmedi. Köfte miydi mesele yoksa yanımda bu coşkuyu paylaşacak kimse olmaması mıydı? Bilmiyorum. Sonuçta bir müddet daha ortalarda dolanıp, bir paket kestane aldım ve ertesi günün daha iyi olmasını ümit ederek otele döndüm.

Ljubljana'dan ve Advent'ten manzaralar:

















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder