Giriş:
Ucuz bilet
bulsam Mars’a bile giderim… O kadar değil! Ama THY’nin uçak bileti kampanyasını
görünce Balkan rotama devam etmek için iyi bir fırsat olduğunu düşündüm.
Aslında kış aylarında Balkan ülkelerine gitmenin akıl kârı olmadığını
biliyordum ama yine de bu fırsatı kaçırmak istemedim. Seçtiğim yer Balkanların
en uç noktası sayılabilecek Slovenya idi.
Aslında
Slovenya’nın ne kadar Balkanlara ait olduğu tartışılabilir. Ancak eski
Yugoslavya’nın bir parçası olduğu için ister istemez projeme dahil ettiğim bir
ülkeydi. Planlıma göre Ljubljana’ya uçacak, daha sonra Hırvatistan’ın başkenti
Zagreb’e geçecek, dönüşü yine Ljubljana’dan yapacaktım.
Yolculuk
konusunda birkaç endişem vardı. Öncelikle kış şartları… Soğuk olacaktı, büyük
olasılıkla kar yağacaktı. Üstelik günlerin en kısa olduğu zamandı. Bu da
program yapmayı olumsuz etkiliyordu. Ayrıca bir de vize problemi vardı. O dönem
çalışmadığım için vize alabilir miyim diye düşünüyordum.
Sonuçta
birkaç ay öncesinden uçak biletini oldukça hesaplı bir fiyata aldım. Otel
rezervasyonlarını hallettim. Gerekli gereksiz bir sürü evrakı toparlayıp
Slovenya vizesini veren İstanbul’daki Macaristan Konsolosluğu’na başvurdum ve
neyse ki sorunsuz bir şekilde 3 aylık Schengen vizesini aldım. Geriye havanın
iyi olması için dua etmekten başka bir şey kalmıyordu. Balkanların en Balkan
olmayan coğrafyasına olan 6 gün sürecek yolculuğum başlamak üzereydi.
03.12.2012 Pazartesi
Aksi bir başlangıç
Uçağımız
öğleden sonra 2 gibi, çok gecikmeden Ljubjana’ya indiği için sevinmiştim. Kış
günleri kısa olduğu için mümkün olduğunca çabuk şehre varmak, hava kararmadan
gezmek istiyordum. Pasaport kontrolüne önlerde girdim, hatta maç için
Slovenya’ya gelen basketbol takımının oyuncuları arasında kısa boyumla tuhaf
görünüyordum. Görevli pasaportumu aldı, evirdi çevirdi, sorgu suale başladı.
Otel rezervasyonu ve dönüş bileti belgelerini aldı. Sonra “şöyle kenarda bekle”
dedi. Hayda! Sakin olmaya çalışıyordum ama bir endişe aldı beni. Belgelerimde
hiçbir sorun yoktu. Herkes sorunsuz geçip gidiyordu. Ben niye bekliyordum peki?
Tüm yolcular
geçtikten sonra görevli beni tekrar bankoya çağırdı. Yine evraklarımı inceleyip
kalacağım otele telefon açıp teyit ettiğinde içimden “yok artık” anlamına
gelecek tüm argo kelimeleri sayıyordum. Neyse sonunda geçiş iznini verdi de
rahat bir nefes aldım.
Şimdi sırada
şehre ulaşmak vardı. Daha önceden havaalanı ile şehir arasında işleyen
servislerden birinde vakit kaybı olmasın diye (!) yer ayırtmıştım (9 €). Şoför
elinde isim kartıyla ümidini kesmiş bir halde beni bekliyordu. Servis saati
geçtiği için biraz beklememiz gerektiğini söyledi. Anlaşılan tek yolcuyla şehre
gitmek istemiyordu. Bir süre havaalanının kafesinde oturduktan sonra sıkılıp
dışarı çıktım. İşte o an Slovenya’nın keskin soğuğuyla tanıştım. İstanbul’u
bıraktığımda hava mevsim normallerinin üzerindeydi. Burada ise sıfıra
dayanmıştı. İki saat içinde yaklaşık 15 derecelik bir düşüş yaşadım. Umarım soğuktan
çarpılmazdım.
Minibüse
oturup etrafı seyretmeye koyuldum. Berrak gökyüzünün mavisi, alçalan güneşin
ışıkları ile parıldayan karlı dağların üzerinden yansıyordu. Eğer yaşadığım
gecikme moralimi bozmamış olsaydı bu manzaradan daha çok keyif alabilirdim.
Yaklaşık yarım saat sonra birkaç yolcu daha geldi ve servis hareket etti.
Havaalanının
bulunduğu karla kaplı ova akşam ışığında, biraz da pusun etkisiyle mistik bir
havaya bürünmüştü. Ljubljana’nın çevresindeki yerleşimler Balkanlardan çok orta
Avrupa izlerini taşıyordu. Yolculardan birini kente yakın kasabalardan birinde indirdik,
daha sonra da her zaman olduğu gibi sanayi tesisleri ve kenar mahallelerden
geçerek şehir merkezine vardık. Servis neyse ki herkesi kalacağı otelin önüne
kadar götürüyordu, ancak beni otelime bıraktığında hava da kararmıştı.
Ljubljana’da
kalacağım Park Hotel çok katlı, modern bir binadaydı. Bir kısmı hostel olarak
hizmet veriyordu ama ben oldukça hesaplı tek kişilik odalardan ayırtmıştım.
Neyse ki burada sorun yaşamadan odama yerleştim. Odam gayet konforluydu ve
Ljubljana Şatosunu görüyordu.
Preseren Meydanı kutlamalar için gelen insanlarla dolmuştu. |
Hemen üstüme
daha kalın bir şeyler giyip vakit kaybetmeden sokağa fırladım. Noel arifesi
olduğu için o gün şehirde Noel ışıklarını ve çamını yakma töreni vardı. Hz.
İsa’nın doğumunun beklendiği, Advent denilen dört haftalık dönemin
başlangıcıydı. Bir ay boyunca kentlerin ana meydanlarında sahneler kuruluyor,
konserler veriliyor, Noel pazarlarında şekerler, süsler satılıyordu.
Ara
sokaklardan geçerek fazla uzak olmayan şehrin ana meydanı Prešeren Meydanı’na (Prešernov Trg)doğru yürüdüm. Meydana
yaklaştıkça sokaklar da kalabalıklaşmaya başladı. Meydana vardığımda bir insan
seliyle karşılaştım. Muhtemelen Ljubljana’nın büyük kısmı tören için buraya
toplanmıştı. Neyse ki tören henüz başlamamıştı. Ama seyir için düzgün bir yer
bulmak imkansızdı, özellikle de uzun boylu Slovenler yüzünden merkezde ne
olduğunu göremiyordum. Bir ara Slovenlerin milli şairi France Prešeren’in
meydanın ortasındaki heykelinin basamaklarına tırmanınca güvenlik görevlisi
ters bir şekilde beni inmem için uyardı. Kalabalığın içinde ite kaka düzgün bir
yer bulmak için meydanı dört döndüm. En güzel yer, heybetli pembe cephesiyle meydana
hakim durumdaki Fransisken Kilisesi’nin
(Frančiškanski Samostan) merdivenleriydi. Ama orası çoktan tutulmuştu. Meydanı
çevreleyen, çoğu art nouveau stili binalarda oturanlar ise en şanslılarıydı.
Olan biteni tepeden izleyebiliyorlardı. Ben de meydanda iyi bir yer
bulamayınca, en azından daha ferah olan Üç
Köprü’nün (Tromostovje) üzerinde konuşlandım. Kentin simgelerinden biri
olan Ljubljanica Nehri üzerindeki köprü,
19. yüzyılda inşa edilmiş ana köprü ile 1930’lar inşa edilmiş iki yaya
köprüsünden oluşuyordu. Kıvrımlı taş korkuluklar ve lamba direkleri köprünün
işlevsel faydasına sanatsal bir incelik katıyordu.
Törenin
başlaması gecikince köprünün diğer tarafındaki Turizm Ofisi’ne girip bir Urbana Card aldım. Bu kart sayesinde 1
ila 3 gün boyunca bütün müzelere bedava giriş ve toplu taşıma araçlarını
ücretsiz kullanma hakkına sahip oluyorsunuz.
Tören başlayınca sonra Preseren Meydanı rengarenk ışıklarla parıldadı. |
Törenin
başlamasını beklerken bir taraftan da şehrin ne kadar karanlık olduğunu
düşünüyordum. Tepedeki şato, şu nehir boyundaki binalar ya da köprü
aydınlatılsaydı fena mı olurdu; Ljubljana belediyesi tasarrufa gitti herhalde
diye aklımdan geçirirken tören başladı. Önemli zatların konuşmasının ardından
geri sayım başladı ve düğmeye basıldı. O anda çam ağacı, sokaklardaki süslü
ışıklar, nehir boyundaki ağaçlar ve binalar, köprüler, kalenin bulunduğu tepe
ve kale bir anda parıldadı. Manzara müthişti. Halkın coşkusu müthişti. Bütün
şehir ışıl ışıl oldu. Böylece karanlığın hikmetini anladım.
Meydanda
opera sanatçıları ve çocuk korosu Noel şarkıları söylüyordu. Şehir büyük bir
parti havasına girmişti. Herkes yiyecek içecek stantlarına hücum etmişti.
Özellikle sıcak şarap ve biraya rağbet fazlaydı. İnsanların neşesi şehri
kaplamıştı. Gerçekten şimdiye kadar Balkanlarda pek rastlamadığım bir manzara
vardı. Balkanların vakarla karışık hüzünlü, neşeyle karışık romantik, biraz
Doğu’ya ait girift ruh hali burada yerini Avrupalıların ölçülü, hesaplı
neşesine bırakmıştı.
Şehrin sembolü olan ejderhalar Zmajski Most'ta şehri kötülüklere karşı koruyor. |
Eğlencenin
tadını en çok çıkaranlar her zaman olduğu gibi çocuklardı. Soğuğa kimsenin
aldırdığı yoktu. Ben de Advent’in coşkusuna tanık olmak hem de şehri keşfetmek
için kalabalığa karıştım. Nehir boyunda envai çeşit süslerin, hediyelik
eşyaların, şeker ve çöreklerin satıldığı stantlar rengarenk bir manzara
sunuyordu. Bir taraftan da yiyecek stantlarından iştah açıcı kokular
yükseliyordu. Nehir üstündeki ufak bir köprüden ışıklar daha güzel görünüyordu.
Burası bir dilek köprüsü olmalıydı ki korkuluklara kilitler takılmıştı. Nehrin
diğer tarafından yola devam edip ünlü Ejder
Köprüsü’ne (Zmajski Most) kadar yürüdüm. 1901’de açılan köprünün dört
köşesinde yeşil ejderha heykelleri vardı. Ejderhaların şehri koruduğuna
inanılıyordu.
Köprüden
yine eski şehir tarafına geçip Vodnikov Meydanı’nın kenarından yürümeye devam
ettim. Gündüz bu meydanda bir pazar kuruluyordu. Dolnicarjeva sokağındaki
kentin ana katedralinin çanları çalıyordu. Katedral olarak bilinen Aziz Nikolas Kilisesi (Stolnica Sv.
Nikolaja) ilk bakışta sade ve ağırbaşlı bir görüntüye sahipti. Daha önce burada
bulunan bir kilisenin üstüne 18. Yüzyılda inşa edilmişti. Yeşil kubbesi ve iki
çan kulesi belli bir heybet katıyordu yapıya. Özellikle yan taraftaki bronz
kapı üstündeki tasvirlerle dikkat çekiyordu. Hem biraz ısınmak hem de dinlenmek
için usulca içeri girdim. Hafif aydınlatılmış kilisede akşam ayni yapılıyordu.
Kilisenin içindeki Barok süslemeler solgun lambaların ışığında parıldıyordu.
Kiliseden
ayrılıp tekrar Üç Köprü’ye döndüm, buradan da eski şehrin ana meydanı olan Mestni Meydanı’na (Mestni Trg) çıktım.
1511’deki büyük bir depremde zarar gören bu meydan ve çevresindeki binalar daha
sonra Barok üslupta yeniden inşa edilmiş. Eski Belediye Binası, Sanat Müzesi,
Lichtenberg binası bu meydandaki dikkate değer yapılardı. Ayrıca meydanın
devamındaki sokak da şık mağazalarıyla kentin cazibe merkezlerinden biriydi
belli ki. Ara sokaklardan birine sapıp nehir kıyısına indim. Burası büyük bir
sokak partisine dönmüştü. İnsanlar iki kıyıdaki barların ve kafelerin önlerini
soğuğa aldırmadan ağzına kadar doldurmuştu.
Kıyı boyunca
yürüyüp kentin ana caddelerini birbirine bağlayan modern bir köprüden yine
diğer tarafa geçip geldiğim yönde ilerledim bu kez. Bu tarafta da çeşitli
stantlar kurulmuştu. İçimi ısıtmak için bir bardak kahve aldım. Aslında
yavaştan acıkmaya başlamıştım. Ancak nehir boyunda daha çok barlar vardı,
birkaç lokanta da biraz pahalı görünüyordu. Ara sokaklardan birine sapıp
nehirden uzaklaştım. Şehir Müzesi’nin bulunduğu meydana çıkarken bir müzik
mağazasına rastladım. Fazla düşünmeden girip koleksiyonum için Sloven
geleneksel müziği albümlerinden aldım. Aslında bu ufak molalar bir yandan da
ısınmak için bahaneydi.
Zvezda Park'ın ruhları. |
O civarda
bir lokanta bulamayınca Kongre Meydanı’na (Kongresni Trg) kadar yürüdüm. Doğal
olarak Kongre Binasının ve çeşitli devlet dairelerinin bulunduğu bu meydanın
ortasında Zvezda Park vardı. Burada
da genci yaşlısı pek çok insan toplanmış eğleniyordu. Parktaki ağaçların
dallarında sallanan ışıklandırılmış melek modelleri ilginç ama biraz da ürkünç bir
hava katmıştı. Parkı boydan boya kat edip şehrin merkez caddelerinden biri
sayılan Slovenska Cesta’yı geçtim ve Republike Meydanı’na çıktım. Gariptir,
burada da bir protesto gösterisi vardı. Meydanın etrafı polis barikatıyla
çevrilmişti, protestocular meydanın ortasında slogan atıyorlardı, halk da
onları seyrediyordu. Ortamı görünce, bu tarz gösterilerin genelde şiddetle
sonuçlandığı bir ülkeden gelen biri olarak ister istemez gerildim. Ancak pek
olay çıkacakmış gibi görünmüyordu. Yine de fazla oyalanmadan meydanın
kenarındaki alışveriş merkezinin altında, rehberlerde okuduğum bir pizzacıya
gittim. Ancak ufak lokanta ağzına kadar doluydu. Buradan da elim ve karnım boş
ayrılınca, tekrar nehir kıyısına dönmeye ve oradaki yemek stantlarını denemeye
karar verdim. Ancak bunun geldiğimden beri yaşadığım aksiliklerin üzerine tuz
biber ekeceğinden henüz haberim yoktu.
Bir grup ise o akşam protesto etmeyi seçmişti. |
En kısa
yoldan nehir kıyısına inip önünden birkaç kez geçtiğim, yanında oturacak
bankların olduğu bir yemek standına yanaştım. Açlıktan mıdır, düşüncesizlikten
midir nedir, o an bir basiretim bağlandı, çıkarsama yeteneğim dondu. Ne
yaptığımın farkında olmadan bir porsiyon köfte ile meyve suyu istedim (10,5 €).
Bunda ne var diyeceksiniz? İşte o an aklıma geldi ya da tam anlamıyla jeton
düştü. Burada et ürünlerinin hammaddesi çoğunlukla domuz etiydi. Ama artık
vazgeçmek için çok geçti, tezgahın başındaki tombul teyze bir de domuz
sosislerinin yağını bir güzel köftelerin üzerine sıvamaz mı? Benim tadım kaçtı
ama aldım ve kenara oturup köfteleri yemeye başladım. Bir taraftan da bu
aymazlığıma söyleniyordum. Doğruya doğru köftelerin lezzeti fena değildi,
köfteler hem iriydi hem de porsiyon ödediğim rakama göre bayağı büyüktü. Allah
tarafından mıdır nedir, tam tabağı yarılamıştım ki uyduruk plastik çatalım kırıldı.
Bunu bir işaret olarak alıp kalan köfteleri kedilere armağan ettim. Zaten
iştahım da kaçmıştı.
Seyahatim pek
de iyi başlamamış, havaalanındaki muamele ve gecikmeler moralimi bozmuş,
planlarımı aksatmıştı. Soğuk içime işlemişti. Üstüne üstlük bir de yemek
konusundaki gafletim beni öfkelendirmişti. Aslında bir turist için nadir
rastlanacak bir zamanda Ljubljana’daydım ve tüm Noel coşkusuna ilk elden tanık
oluyordum. Ama ne şehrin parıltısı ne havaya yayılan Noel ruhu o an için
moralimi düzeltmeye yetmedi. Köfte miydi mesele yoksa yanımda bu coşkuyu
paylaşacak kimse olmaması mıydı? Bilmiyorum. Sonuçta bir müddet daha ortalarda
dolanıp, bir paket kestane aldım ve ertesi günün daha iyi olmasını ümit ederek
otele döndüm.
Ljubljana'dan ve Advent'ten manzaralar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder