19 Aralık 2012 Çarşamba

KAFASI KARIŞIK KARTALIN YUVASI, ARNAVUTLUK


Giriş:


Balkan diyarlarına ilk seyahatimin üstünden üç yıl geçti. İlk başta sadece atalarımdan birinin mezarını ziyaret etmek istiyordum. Ne de olsa kökenlerim Rumeli’ye dayanıyordu ve Balkanlar bir şekilde beni cezp ediyordu. Seyahatin hesaplı olması, vize gerekmemesi de önemli bir etkendi. Ama zamanla bu çekim daha büyük bir isteğe dönüştü. Farklı bir boyut kazandı ve giderek tüm Balkan ülkelerini kapsayacak bir proje haline geldi.


Bir heves olarak başlayan, ancak zamanla kafamda sınırları çizilen bir rotaya dönüşen projenin miladı da Arnavutluk planları yapmaya başlamam sayılabilir. Daha önce iyi kötü kendi kökenlerimle ilgili yerleri seçmeye çalışırken, Arnavutluk seyahatime temel olacak hiçbir kişisel neden yok. Neden Arnavutluk sorusuna cevap vermem zor. Belki de vize istenmemesi ve geriye kalan Balkan ülkelerine göre daha hesaplı görünmesi…


Belki de bu seyahatten başlayarak, atalarımın tarihine yaptığım yolculuk kendi kişisel tarihime dönüşecek ve Balkanlara dair deneyimlerim başka gezginlere ışık tutacak. Belki bir hayal, belki de bir heves… Ne olursa olsun, ne kadar sürerse sürsün kafamdaki Balkan rotasını tamamlamaya kararlıyım. Bunun için de Arnavutluk’la yoluma devam edeceğim.




5 Eylül 2012, Çarşamba

Tedirgin edici bir başlangıç


Balkanlardaki en kendine özgü ülkelerden biri Arnavutluk herhalde. Arnavutların kimliğini şekillendiren nedir deseler pek çok şey sayılabilir. Muhteşem doğasına şekil veren yüksek dağları, biraz da bu sert coğrafyadan kaynaklanan Arnavut inadı, dilleri, yemeklerinin lezzeti, milliyetçilikleri ve bağımsızlık arzuları, çok uzun süre dünyadan kopuk yaşamaları…


Arnavutluk’un ya da kendi deyimleriyle Shqipëria’nın tarihi daha önce gezdiğim diğer Balkan ülkelerinden biraz daha farklı. En azından eski Yugoslavya’yı oluşturanlardan. Bir kere burada Slav kültürünün etkilerine daha az rastlanıyor. Arnavutların kökeni Avrupa’nın en eski kavmi olarak bilinen Pelasglar ve İliryalılara dayanıyor. Bugünkü Arnavutluk topraklarının üzerinde tarih öncesi çağlardan itibaren yerleşim görülüyor. M.Ö. 30. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun bu topraklardaki egemenliği başlıyor. Roma İmparatorluğu ikiye bölününce Arnavutluk toprakları Bizans tarafında kalıyor. 6.-7. yüzyıllarda Slav akınları başlıyor ve Ortaçağ’da Sırp Krallığı’nın hakimiyeti altına giriyor. Osmanlı Devleti’nin 14. yüzyılda Balkanlarda başlayan akınları, yüzyıl sonunda Arnavutluk topraklarına erişiyor ve 500 yıl sürecek Osmanlı egemenliği başlıyor.


Ancak bağımsızlıklarına düşkün olan Arnavutlar çeşitli zamanlarda Osmanlı’ya karşı ayaklanıyor ve karşı koyuyorlar. Bu direnişlerin en büyüklerinden biri, Arnavutların milli kahramanı ve milli birliğin kurucusu sayılan İskender Bey tarafından idare ediliyor. 1443’te başlayan direniş 1468’de İskender Bey’in ölümüne kadar sürüyor. Daha sonra da isyanlar çıksa da 19. yüzyılın sonuna kadar Arnavutluk toprakları Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı kalıyor. Ancak Müslümanlık kabul görse de hiçbir zaman Arnavut kimliğinin önüne geçemiyor. Arnavut olmayı hep birinci sırada tutuyorlar. Ancak Osmanlı diliyle, kültürüyle, yaşam tarzıyla, mimarisiyle Arnavutluk’ta önemli izler bırakıyor; Arnavutlar da Osmanlı İmparatorluğu’nda yüksek mevkilere geliyorlar, ayrıca yemek kültürüne de büyük katkıda bulunuyor.


Balkan Savaşı ile birlikte Arnavutlar 28 Kasım 1912’de Vlora’da bağımsızlıklarını ilan ediyor. 1. Dünya Savaşı sırasında İtalyan işgaline uğrayan Arnavutluk, İtalyan kültürünün bugün bile devam eden etkisi altında kalıyor. 1920’de tekrar bağımsızlıklarına kavuşuyorlar ama 1920’de Arnavutluk Cumhuriyeti’ni kuran Ahmet Zogu, 1925’te kendini kral ilan ediyor. 2. Dünya Savaşı sırasında yine önce İtalyan, daha sonra da Almanlar ülkeyi işgal ediyor ve bu sefer direnişi komünist cephe gösteriyor ve savaşın ardından Enver Hoca’nın totaliter yönetimi başlıyor. Bu dönem belki de Arnavutluk’un en dışa kapalı, baskıcı ve karanlık dönemlerinden biri. Enver Hoca önce Stalin’e yakın dururken daha sonra Varşova Paktı’ndan ayrılıyor, Mao’ya ve Çin’deki kültür devrimine öykünüyor. Din yasaklanıyor, ibadet yerleri kapatılıyor, dışarıyla ilişkiler kesiliyor, ülke 50 yıllık bir yalnızlığa ve fakirliğe sürükleniyor. 1985’te Enver Hoca’nın ölümünden sonra bu baskı dönemi 6 yıl kadar daha sürüyor. 31 Mart 1991’deki ilk büyük çok partili seçim gerçekleşiyor ancak yine de Arnavutluk’ta ne ekonomik anlamda ne de demokratik anlamda bir gelişme gözlenmiyor. Malum, 90’lı yıllarda Balkanlar ikinci kez büyük bir yangınla tutuştu. Arnavutluk’un da bitaraf olması imkansızdı. Direkt olarak savaşa girmediyse de NATO üslerine ev sahipliği ederek, Kosovalı mültecileri kabul ederek ve Kosova’nın kurulmasını destekleyerek savaşta yerini aldı. Şu anda nispeten sakin günler yaşanıyor Arnavutluk’ta. Ekonomik kriz ve işsizlik her yerde olduğu gibi burada da büyük problem. Pek çok Arnavut yurtdışına göçmenin yollarını arıyor ki Avrupa da yasa dışı işlerin büyük bölümü Arnavutların elinde. Balkanlar bir türlü huzura kavuşmuyor, bu bereketli toprakların dikenleri eksik olmuyor.


THY’nin akşam uçağıyla Tiran’a indiğimde çoktan hava kararmıştı. Uçak yolcularının çoğu transit koridoruna sapınca pasaport işlemlerinde fazla kuyruk oluşmamasına sevinmiştim. Ama acele etmişim. Hızlı görünen pasaport kontrolü bana geldiğinde işler karıştı. Suratından bıkkın olduğu anlaşılan memure bana “neden geldin, nerede kalacaksın, ne kadar kalacaksın, kime geldin” gibi soruları ardı ardına sormaya başladı. İlk kez bu kadar yoğun bir sorgulamaya tabi tutulduğum için biraz afallamıştım. Özellikle geliş nedenimi “gezmek” olarak belirtmem ona hiç tatmin edici gelmemişti, hatta suratında “gezmek mi, Arnavutluk’a gezmeye gelinir mi?” gibi bir ifade vardı. En sonunda yanındaki Türkçe bilen memur benimle ilgilenmeye başladı. Bütün evraklarımı eksiksiz göstermeme rağmen ümitsizliğe kapılmış, geldiğim uçakla geri gönderileceğim diye düşünmeye başlamıştım. Bir süre daha evraklarımı inceledikten sonra memure zoraki bir “welcome” ile damgayı bastı. Hemen çantamı alıp havaalanını terk etmeden önce biraz da para bozdurdum. Arnavutluk’un para birimi Lek ve 1 Euro yaklaşık 138 Lek.


Ne yazık ki o saatte şehre gitmek için taksiden başka seçenek kalmamıştı. Havaalanı otobüsleri sabah 6’dan akşam 6’ya kadar çalışıyordu ve kalacağım hostel de nakil aracı talebimi cevapsız bırakmıştı. Mecburen sabit fiyat olan 3000 Lek’i kabul ettim ve bu tüm Arnavutluk seyahatim boyunca tek seferde ödediğim en büyük rakam oldu (otel ücreti hariç, onu Euro olarak ödedim). Şoföre hostelin bulunduğu Dibres Caddesini ya da Arnavutça söylenişiyle Rruga Dibres’i tarif ettim. Her ne kadar ücrette anlaşmışsak da alakasız yerlerde beni indirmesin ya da turist tuzaklarından birine kurban gitmeyeyim diye, sanki 40 kere Tiran’a gelmişim gibi “Skenderbeg Meydanı’nın yakınında, hani Tirana International Hotel var ya, onun hemen yanı” filan diyerek adama hosteli tarif ettim. Tarım arazileri ve sanayi mahallelerinin arasından geçen yarım saatlik bir yolculuktan sonra şehrin ışıklı ve kalabalık caddelerine ulaştık. Taksiyi bir caddenin köşesinde durduran şoför, “Otel az ileride” dedi. Neyse ki Tirana International Hotel heybetli binasını görmüştüm. Gerçekten de birkaç metre yürüdükten sonra 6 gün boyunca kalacağım Star Hostel’in kapısından içeri girdim.


Küçük bir bankodan oluşan resepsiyon pek fazla ümit vermese de, resepsiyondaki genç güler yüzle beni karşıladı ve iki katlı binanın üst katındaki odama kadar eşlik etti. Geniş sayılabilecek oda, sıradan döşenmiş olmakla birlikte ihtiyacım olan hemen her şeye sahipti. İki tane büyük yatak, bir masa ve sandalyeler, eşyalarımı koyabileceğim bir sürü çekmece ve dolap, bir de LCD televizyon… En iyisi de banyo odanın içindeydi. Üstelik şimdiye kadar kaldığım benzeri odalar içinde en temizlerinden biriydi. Açıkçası burası hostelden çok, 2 yıldızlı bir oteli andırıyordu.


Vakit, odaya kapanmak için çok erken ama kapsamlı bir keşif için geçti. Uçakta yemek yediğim için de pek aç değildim ama bir yerlerde oturup soğuk bir şeyler içebilirdim. Çabucak odaya yerleşip zaman kaybetmeden dışarı çıktım. Hem şehirde ısınma turu atarım hem de Tiran’ın gece hayatını şöyle bir koklarım diye düşünüm. 

İskenderbey Meydanı’nın orta yerinde, doğal olarak İskender Bey’e ait büyük bir heykel var.



Otelden çıkıp birkaç adım yürüyünce kendimi Tiran’ın merkezi sayılan İskenderbey Meydanı’nda (Sheshi Skenderbej) buldum. Büyük meydanın ortasında atının üstünde İskender Bey’in mağrur bir heykeli vardı. Meydanın ucunda Ulusal Tarih Müzesi, yan tarafta opera binası, biraz ilerisinde Ethem Bey Camii ve karşılıklı olarak hükümet binaları meydanı çevreliyordu. Ortalık beklediğimden hareketliydi. Yazı aratmayan bir eylül akşamında insanlar, çoluk çocuk, genç yaşlı sokağa çıkmış piyasa ya da onların deyimiyle jiro yapıyorlardı. Ben de aralarına karışıp bulvardan aşağı doğru yürümeye başladım.


Bulvar boyunca ışıklandırılmış resmi binaları incelerken bir taraftan da sağdan soldan gelebilecek laf atmalara karşın elimden geldiğince turist gibi davranmamaya çalışıyordum. Hatta fotoğraf makinemi bile henüz kılıfından çıkarmamıştım. Ama kimsenin bana ya da orada olabilecek herhangi bir turiste aldırdığı yoktu. Ortamı beklediğimden daha rahat bulduğum için ben de biraz gevşedim. Solumda trafiğe kapalı bir sokağı pek hareketli görünce adımlarımın yönünü değiştirdim. Gerçekten de eski kale surlarının bir bölümünün olduğu Murat Toptani Sokağı sağlı sollu kafe-barlarla cıvıl cıvıldı. Hatta bir kafenin önündeki ızgara köfteci sokağın çekim merkezi olmuştu. Tezgahtan yükselen kokulara karşı nefsime hakim olmaya çalışarak yürümeye devam ettim.


Sokağın sonunda kalabalığın yürüyüş yönünü takip ederek, zemini tuhaf yeşil lambalarla ışıklandırılmış bir parktan geçerek Lena Nehri’nin kıyısına çıktım. Nehir dediysem öyle gürül gürül akan bir nehir değil, daha çok keskin idrar kokusu yayan dar bir kanal. Köprüyü geçip bu seferde kanala paralel yürüyerek ana bulvara geri döndüm. Henüz vakit çok geç olmadığından caddelerde hareket devam ediyordu. Ben de Deshmoret e Kombit Bulvarı’nda yürümeye devam ettim. Merkezden biraz uzaklaştığımı düşününce küçük bir parkta oturup yanımdaki haritayı incelemeye başladım, bir taraftan da biraz ilerideki gürültücü gençleri göz ucuyla izliyordum. İçimden umarım turist olduğumu anlayıp musallat olmazlar diye geçiriyordum. Ama boşuna tedirgin olduğumu anladım, anlatılanların tersine Tiran gayet güvenliydi. Artık iyice rahatlamış olarak Blloku Mahallesinin sokaklarına daldım. Sanki tarihe nispet yaparmışçasına, bir zamanlar sadece komünist parti üyelerinin girebildiği, halka yasak olan bu mahalle, şimdi barlar, gece kulüpleri ve lüks otellerle Tiran’ın başlıca eğlence merkezi olmuş. Ben de iyice gevşemiş olarak gözüme kestirdiğim bir kafenin sokağa bakan masalarından birine kuruldum. Buzlu kahvemi içerken izlediğim insanlar bana hiç de yabancı gelmedi. İstanbul’un kalburüstü herhangi bir semtindeki manzaralardan farksızdı. İnsanlar şık ve rahattı, hatta kadınlar giyim kuşam açısından fazlaca rahattı ki bunun Arnavut kadınlarının genel tercihi olduğunu yakında anlayacaktım.




Taiwan Center ilginç bir mimariye sahip ve gece ışıklandırmasıyla daha hoş görünüyor.



Artık dönme zamanının geldiğine hükmedince, yine Blloku’nun sokaklarından kanala geldim. Önündeki fıskiyelerden yayılan ışıkla aydınlanan ve aykırı mimarisiyle göze çarpan Taiwan Center’ın da bulunduğu Rinia Parkı’nın içinden geçip yine bulvara çıktım. Bu arada parkın çıkışında sotaya yatmış dilenci çocuklardan biri, elimdeki fotoğraf makinesini – ki artık rahatladığım için kılıfından çıkarmıştım – görünce elime yapıştı. Zoraki el ele geçirdiğimiz bir 5 metreden sonra baktı ki benden bir şey çıkmayacak elimi bırakıp geri döndü. Tiran’daki ilk akşamımın tek vukuatı da bu oldu. Yine Skenderbeg Meydanı’ndan geçerek hostele döndüğümde hepi topu 2 saat geçmişti ve ben Tiran’ın merkezini neredeyse tamamen turlamıştım.



6 Eylül 2012, Perşembe

Kısası uzunu, hepi topu bir Tiran turu


Gökyüzü açık, güneş parlıyor, hava sıcak… Tiran’ı dolaşmak için ideal bir gün. İnternetteki hava durumu yağmur uyarısı vermişti ama havada bulut bile yok. İlk iş resepsiyondaki gence kahvaltıyı nerede yiyeceğimi sordum. Oda fiyatına kahvaltı dahildi ama yemek salonu gibi bir yer görmemiştim. Genç, beni yandaki lokantaya götürdü, garsona otelin müşterisi olduğumu söyleyip gitti. Ben de bir masaya oturup kahvaltımı beklerken menüye şöyle bir göz attım. Arnavutluk’ta yemek meselesi gayet kolay. Yemek isimlerinin çoğu Türkçeye benziyor, sadece yazılış farkı var: Qofte, tas qebap, pilaf, byrek, patellxhan gibi… Az sonra bol yağlı bir omlet, bir parça sosis, birer dilim domatesle salatalık geldi. Besleyici görünüyordu, ben de yanına “caj” istedim. Benim gibi kahvaltı yapmaya gelen müşterilerin tercihi “pace” çorbası veya pilav oluyordu.


Kahvaltının ardından, hemen toparlanıp büyük Tiran turuma başlamak üzere hostelden ayrıldım. Aslında ne kadar büyük bir tur olabileceğini kestiremiyordum. Bir gece önceki yürüyüşümde Tiran’ın merkezini oldukça kısa sürede tamamlamıştım ama birkaç müze gezisi, fotoğraf molaları vs. derken yine de bayağı zaman harcayabilirdim.


Tiran sonradan olma bir şehir. Osmanlı zamanında burası İşkodra eyaletine bağlı bir köymüş. Her ne kadar arkeolojik kazılar burasının çok eski bir yerleşim olduğunu ve ticaret yolları üzerinde bulunduğunu gösterse de şehir haline gelmesi İşkodra valisi Süleyman Paşa’nın 1614’teki imar çalışmalarına dayanıyor. Paşa, şehrin çekirdeğini oluşturacak cami, hamam ve fırını kurmuş. Toptani ailesinin 19. yüzyıl başındaki idaresinde şehir biraz gelişme göstermiş. Başkent olması da 1920 yılında yapılan Lushnja Kongresi’ne dayanıyor. Daha sonra şehrin imarında Mussolini döneminin İtalyan mimarları aktif rol oynamış. Bu dönemin etkileri şehir merkezinde hissediliyor.  




Merkezi bir konumdaki İskenderbey Meydanı tura başlamak için ideal bir mekan.



Turuma Tiran’ın merkezi sayılan İskenderbey Meydanı’ndan (Sheshi Skënderbej) başladım. Oldukça geniş bu meydanın ortasında taştan bir kaide üstünde, Arnavutların milli kahramanı ve Arnavutluk’un kurucusu sayılan İskender Bey’e ait bir heykel vardı. 1968’de dikilen bu heykelin benzerlerini Balkanlarda Arnavutların yaşadığı her yerde görmek mümkün. Zamanında bu meydanda devasa bir Enver Hoca heykeli de varmış ancak 1991’de yıkılmış. Meydanın başında Ulusal Tarih Müzesi yer alıyordu, ancak henüz açılmadığı için müze gezisini sonraya bıraktım. Meydanın solunda büyük bir opera binası, az ilerisinde Arnavutluk’taki en eski binalardan Ethem Bey Camii ve Saat Kulesi, meydanın aşağındaysa ise 1930’larda Kral Zog zamanında inşa edilmiş, dönemin İtalyan mimarisinin etkilerini taşıyan hükümet binaları ve belediye binası vardı. Meydanın devamında, 1930’larda İtalyanlarca açılan Dëshmorët e Kombit Bulvarının üstündeki diğer hükümet binalarında da faşist ve komünist mimarinin etkileri görülüyordu.



Ethem Bey Camii ve yanındaki saat kulesi Tiran’da Osmanlı’dan kalan başlıca yapılar.



Tiran’da Osmanlı’dan kalan en önemli eser ve Enver Hoca döneminin dini yapılara yönelik hışmından zarar almadan kurtulan ender binalardan biri olan Ethem Bey Camii’ne (Xhamia e Et’hem Beut) doğru yürüdüm. Yapımına 1793’te başlanan cami, 1823 yılında Ethem Bey tarafından tamamlanmış. Caminin kapısı kapalı olduğu için arkasındaki Saat Kulesi’ne (Kulla e sahatit) yöneldim. İnşasına 1822’de başlanan 35 metrelik kule uzun süre Tiran’ın en yüksek yapısı kabul edilmiş. Zamanında burada bir pazar yeri varken, günbatımında kulenin gölgesi caminin üstüne düşünce pazarcılar tezgahlarını toplamaya başlarmış. Kapıdaki görevli beni ve çıksak mı çıkmasak mı diye düşünen yaşlı İtalyan çifti kuleye soktu. 90 basamağı oflaya puflaya tırmandık. Kuleden hemen hemen tüm Tiran ve uzaktaki Dajti Dağı rahatlıkla görülebiliyordu. Kuleden bakınca Tiran’ın çok da büyük olmayan, biraz düzensiz yapılaşmış bir başkent olduğunu anlaşılıyordu. Ancak her köşedeki inşaat vinçleri ve pıtrak gibi yükselen binalara karşın yeşil alanlar da göze çarpıyordu, bu da betonun boğuculuğunu bir nebze olsun önlüyordu. Kuleden inince hemen yanındaki küçük yapıdaki etnografya sergisini de gezdik. Arnavutluk’a ait yöresel giysiler, müzik aletleri, elişleri sergileniyordu.





Ethem Bey Camii’nin duvar resimleri Osmanlı’nın başkentine olan özlemi yansıtıyor.



Tekrar Ethem Bey Camii’ne döndüğümde kapının hâlâ kapalı olduğunu gördüm. Caminin önünde tezgahını açmakta olan yaşlı bir amca, aç kapıyı gir dedi. Baktı kapı açılmıyor, geldi yanıma kapıyı çalmaya başladı. İçeriden biri kapıyı açıp beni içeri aldığında başka turistlerin de olduğunu gördüm. Demek ki biraz ısrarcı olmak gerekiyormuş, neredeyse caminin içini göremeden devam edecektim. Bu da büyük kayıp olurdu. Dışarıdan sade görünen ama revaklı girişindeki süsleri dikkat çeken Ethem Bey Camii, ilk bakışta klasik Osmanlı camilerinin özelliklerini taşıyordu ama içerisi Balkanlarda sık rastlanan duvar resimleri ile rengarenk bezenmişti. Kırmızı, yeşil ve sarının ağırlıkla kullanıldığı duvar bezemelerinde çiçek, yaprak motiflerinin yanı sıra manzara resimleri de dikkat çekiyordu. Özellikle son cemaat yerinin duvarlarındaki fresklerde, payitahta olan özlem anıtsal cami ve saray resimlerinde kendini gösteriyordu. Cami, Enver Hoca’nın hışmından müze haline getirilerek kurtulmuş; 1991 yılında 10 bin kişilik bir Müslüman topluluğu izinsiz olarak camide namaz kılmış, güvenlik güçleri ise buna tepki göstermemiş. Bu olay, komünizmin Arnavutluk’taki sonunu getirmiş ve din özgürlüğünün tekrar kazanılmasını sağlamış.


Meydanda sabah trafiği artmıştı, güneş de sıcaklığını iyice hissettiriyordu. Güneşten korunmak için ellerinde renkli Japon şemsiyeleri ile yürüyen teyzeler Arnavutluk’ta görmeyi beklemediğim bir manzaraydı. Ben de sarıya boyalı hükümet binalarının yanı sıra bulvardan aşağı yürümeye devam ettim ve sıcakla birlikte yaydığı koku daha da artmış olan Lena Nehri’ni geçtim.


Karşıma çıkan ilk yapılardan biri, 1988 yılında Enver Hoca anısına inşa edilen ve kızı tarafından tasarlanmış olan anıt-müze Piramit (Piramida) oldu. Ancak ne anıtlık ne müzelik bir hali kalmamıştı. Bazı rehber kitaplarda içinde kültür merkezi ve disko olduğu söylenen yapı bir mezbelelikti. Basamakları moloz kaplı, camları kırılmış, plakaları dağılmış, duvarları grafitti kaplı bir harabe… Oradan geçen bir hanım, Piramit’i işaret ederek “bu da böyle kaldı burada, yıkamadılar gitti” gibi bir şeyler söyledi. Anladım ki halkın Enver Hoca’yı hatırlatan hiçbir şeye tahammülü yok.




Enver Hoca adına yapılan Piramit şimdilerde harabeyi andırıyor.



Bulvar üzerinde yürümeye devam edince, sırasıyla Başbakanlık Konutu, Güzel Sanatlar Akademisi ve Kongre Binası’nı geçip Tiran Politeknik Üniversitesi’nin binalarının çevrelediği Rahibe Teresa Meydanı’na (Sheshi Nënë Tereza) vardım ve Tiran bitti! Yani neredeyse… Tiran’da görülecek belli başlı binalar İskender Bey Meydanı ile Rahibe Teresa Meydanı arasındaki bulvar ve ona çıkan birkaç cadde üzerindeydi. Tabii bu aks üzerinde henüz gezmediğim müzeler ve girmediğim sokaklar vardı, zaten bir gezgin için bu kadarı asla yeterli olamazdı.


Geldiğim yoldan dönmektense, üniversite binalarının arasından geçerek az ilerideki Qemal Stefa Stadyumu’nun önüne çıktım ve ara sokaklardan şehrin ana caddelerinden biri olan Rruga Elbasanit’e doğru yürüdüm. Bu mahallede binaların görüntüsü daha modernleşti ve daha ticari olmaya başladı. 30 dereceyi aşan sıcakta bende asfalttan mamul bir çöl etkisi bırakan Nene Tereza Meydanı’ndan sonra, iki yanı ağaçlıklı bu sokaklarda yürümek de vaha etkisi yapmıştı. Az sonra Elbasan’a giden araçların da kalktığı Elbasan Caddesi’ne vardım. Yapmayı planladığım Elbasan yolculuğu için bu caddede bir keşif yapmak istemiştim. Tekrar Lena Nehri’ne paralel uzanan Bajram Curri Bulvarı’na çıktığımda az ilerideki European Trade Center’ın (ETC) içindeki Galeria Alışveriş Merkezi’nde ufak bir mola verdim. Daha çok giyim kuşam üzerine mağazaların bulunduğu AVM’de İtalyan süpermarket zinciri Conad’ın da bir şubesi vardı. Tiran’ın pek çok yerinde bulunan bu Conad’lar günlük alışveriş için ideal marketler.


Bu molanın ardından nehir boyundaki eski Dericiler Köprüsü’nü bulmak için Bayram Curri Bulvarı boyunca yürümeye başladım. Ancak birkaç yüz metre yürümeme rağmen nehrin üstünde hiç öyle rehber kitaplara girecek kadar anıtsal nitelik taşıyan bir taş köprü göremedim. Nehrin üstünde gördüklerim de modern, betonarme köprülerdi. Gerisin geri dönüp Fan S Noli Meydanı’ndan nehrin diğer kıyısındaki Zhan Dark Bulvarı’na geçtim. Elimdeki rehber ve haritaya bir daha dikkatle bakınca köprünün nehrin üstünde olmayabileceğini anladım. Ben Üsküp ya da Saraybosna’daki gibi bir taş köprü hayal ederken, meydanın az ilerisinde, binaların arasında sıkışmış kalmış tarihi Dericiler Köprüsü’nü (Ura e Tabakëve) gördüm. Herhalde kanal çalışmaları sırasında dere yatağı kuruduğundan, artık çöplük gibi kullanılan bir alan üzerinde iki caddeyi birbirine bağlıyordu. İsmini, muhtemelen zamanında bu mahallede bulunan dericilerden almıştı. 19. yüzyılda yapıldığı söylenen bu iki gözlü köprü Tiran’a gelen önemli ticaret yollarını bağlıyormuş, ancak bugün restore edilmiş olmasına rağmen, asıl işlevini yerine getirememesinden midir nedir, çok boynu bükük öksüz bir hali vardı. Ben de bu kadar aradıktan sonra adet yerini bulsun diye kızgın güneşin parlattığı taşları üzerinden bir taraftan diğerine geçtim.




Altından artık su akmayan Dericiler Köprüsü pek mahzun görünüyor.



Vakit öğleye yaklaşıyordu ve uzun süredir yürüdüğüm için bir molayı hak etmiştim. Fan S Noli Meydanı’nın kıyısındaki kafe-çay bahçesi-restoran karışımı mekanda, ağaçlar altında sabah keyfi yapan Tiranlıların arasına karışıp kendime soğuk bir gazoz söyledim. Etrafı ve insanları gözlemlerken Tiranlıların ne kadar rahat olduğunu gördüm. Hayır, ekonomik anlamda bir rahatlık değil. Hallerinde, tavırlarında bir rahatlık vardı. Benim alıştığım büyük şehir yaşamının hengamesi içinde stresten, yorgunluktan, kafasındaki bin bir düşünce ve planla zıvanadan çıkmak üzere olan insan tipine Tiran’da pek rastlamadım. Burada da kendi ölçeğinde bir curcuna, belki bizim alıştığımızdan daha yoğun bir yaşam kavgası devam ediyor ama bizim gibi yaşama sille tokat girişmiyorlar, sanki daha oluruna bırakmışlık var. Belki de sıcaktan bir rehavet çökmüştü insanların üstüne ama sevdim bu ruh halini. Aksilikleriyle ünlü Arnavutları, bu kadar “relaks” göreceğimi tahmin etmiyordum.


Turumun bir sonraki aşamasına Fan S Noli Meydanı’ndan yukarı çıkan Presidenti George W Bush Caddesi’nden devam ettim. Mola verdiğim kafenin hemen yanında ilginç mimariye sahip bir bina vardı. Elimdeki rehberde ne olduğu yazmadığı için tam olarak ne olduğunu anlayamadım ama duvarındaki plakada sanırım ya Nazi işgali ya da komünist parti zamanında “ortadan kaybedilen” insanların isimleri vardı. Buranın zamanında gizli servisin bir gözaltı ve sorgulama merkezi olabileceğini düşündüm. Tam karşısında da Parlamento Binası yer alıyordu. Yanındaki parkla neredeyse iç içe geçmiş olan parlamento tuhaf biçimde mütevazı ve halka yakın duruyordu. Etrafında yüksek duvarlar, korumalar, trafiğe kapalı alanlar yoktu. Komünist dönemin yasaklarla dolu yönetiminden sonra fazlasıyla erişilebilir bir havası vardı.




Abdi Toptani Sokağı’nda Balkan sivil mimarisinin klasik örneklerinden biri.



Yoluma eski Tiran’ın merkezinde yer alan Abdi Toptani ve Murat Toptani sokaklarıyla devam ettim. Bu iki sokakta eski evler ve Tiran kalesinin kalıntıları olmalıydı. İlk önce girdiğim Abdi Toptani’de daha çok iş yerleri vardı, hatta merak edip girdiğim bir pasajda tur şirketleri toplanmıştı. Buradan İstanbul’a ve komşu ülkelerdeki şehirlere otobüs bileti bulmak mümkündü. Sokakta tarihi Tiran evi anlamında restore edilip lokantaya çevrilmiş bir konak vardı; bir de sokağın sonunda yine tek katlı uzun kagir bir yapı vardı ki konut olarak mı kullanılıyordu yoksa bir devlet kurumuna mı aitti tam anlayamadım. Ancak 18. yüzyıla tarihlendiği söylenen yapılar klasik Osmanlı-Balkan mimarisinin izlerini taşıyordu.





Murat Toptani Sokağı’ndaki kale kalıntıları



Paralelindeki Murat Toptani Sokağı ise bir gece önce canlılığından etkilenip girdiğim sokaktı. Gündüz hali gece halinden daha sakin görünüyordu. Sokağın başında Bizans dönemi kalıntısı olan, 6. yüzyılda imparator 1. Justinian tarafından inşa edilmiş Justinian Kalesi’nin (Kalaja) surlarından kalanlar bulunuyordu. Bizans’a giden Via Egnetia üzerinde olan bu kaleden günümüze 6 metre yüksekliğindeki duvar dışında pek bir şey kalmamış. Duvardaki iki ahşap kapıdan bir tanesi bir avluya açılıyordu. Avlunun bir tarafında biraz bakımsız büyük bir kagir bina, diğer tarafında da küçük bir otel vardı. Kapalı olan diğer kapı ise sanırım kalenin kalıntılarına açılıyordu ama geçmek mümkün olmadı.




Ulusal Sanat Galerisi özellikle komünist dönem eserleriyle ilgi çekici.



Sokağın Dëshmorët e Kombit Bulvarı ile kesiştiği köşede yer alan Ulusal Sanat Galerisi (Galeria Kombëtare e Arteve) Tiran turumun kesinlikle en ilgi çekici noktalarından biri oldu. 19. yüzyıldan günümüze 4 binden fazla eser sergilenen galeride geçici sergiler de düzenleniyor. Giriş katında Helidon Haliti adlı sürrealist ressamın sergisi vardı. Canlı renklerin kullanıldığı tablolarda böcek figürleri ve rüya sahneleri öne çıkıyordu. Daimi sergi ise 19. yüzyıl sonu klasik dönem ressamları ile başlıyordu; portreler, günlük hayattan sahneler ve tabii İskender Bey’in kahramanlıkları başlıca temalardı. Üst katta ise 1. ve 2. Dünya Savaşı dönemine ait direniş ve kahramanlık temalarıyla birlikte yavaş yavaş sosyalizmin sanatsal etkileri de hissediliyordu. Savaş sonrası dönemde ise komünizmin ve Enver Hoca diktasının yoğun etkileri tabloların daha çok komünist propaganda afişlerine dönüşmesine yol açmıştı. Yükselen fabrikalar, dönen çarklar, iş makineleri, üretimde kadın ve erkeğin bir arada çalışması ve tabii ki kapitalist tehdide karşı birlik başlıca temalardı. Sanatın propaganda malzemesine dönüşümünü açıkça ortaya koyduğu ve afiş estetiğinin güzel örneklerine yer verdiği için bence galerideki en ilgi çekici bölüm burasıydı. Bu bölümde beni en etkileyen eser birkaç küçük çocuğun resmedildiği tablo oldu. Üzerinde asker üniforması olan oğlan çocuğu yere tebeşirle bir silah resmi çiziyor, bir başka oğlan çocuğu ile fırfırlı etekleri, elinde bebekleri ve “Ayşecik” kitabı olan iki kız çocuğu da onu izliyordu. Kızların birinin omzunda ise oyuncak bir tüfek vardı. Ne kadar acı ki militarizm daha çocuk yaştan aşılanıyordu. Serginin son katında ise Enver Hoca sonrası döneme ait modern sanat eserleri vardı. Bazıları bana biraz özenti geldi, ama zaten oldum olası modern sanata ısınamadım.


Galeri turunun ardından yolun karşısındaki Rinia Park’ta biraz dinlenip günün geri kalanında ne yapacağımı planladım. Ulusal Tarih Müzesi haricinde Tiran’da görülecek pek bir şey kalmamıştı. Hava da bulutlanmaya başlamıştı. Şehrin tam ortasında orta büyüklükte bir park olan Rinia Park ya da Türkçesiyle Gençlik Parkı 10 yıl kadar önce tam bir mezbelelikmiş, parkın olduğu alandaki kulübelerde her türlü şey satılırmış ama kentsel dönüşüm çalışmaları sırasında o kulübeler yıkılıp park haline getirilmiş. Bizimkinden çok farklı bir kentsel dönüşüm anlayışı… Şimdi Rinia Park gündüz ve gece popüler bir dinlence ve eğlence alanı. Parkın içindeki garip bir mimariye sahip Taiwan Kompleksi de lokanta, kafe, bowling salonu ve kumarhanesiyle Tiranlıların tercih ettiği mekanlardan biri. Bu arada Tiran’da – diğer şehirlerde de – adım başı bir kumarhane var. Ekonomik durum bu kadar kötü olunca insanlar umudu kumarda buluyorlar doğal olarak, bu da boş hayallerle pompalanan sömürüyü getiriyor.


Sırada Myslim Shiri Caddesi vardı. Sık ağaçlarla kaplı bu cadde, ünlü markaların satıldığı şık mağazaları, butikleri, kafeleri ile Tiran’ın en popüler caddelerinden biriydi. Gerçekten de caddede ellerinde alışveriş poşetleri olan kadınlar çoğunluktaydı. Ancak butiklerin yanı sıra kaldırıma tezgah açmış sebze meyve satanlar da bizim Nişantaşı veya Bağdat Caddesinde rastlayamayacağımız bir manzara sunuyordu. Bu arada beklenen yağmur başladı, neyse ki cadde boyunca uzanan ağaçların sık yaprakları yağmur damlalarını büyük ölçüde önlüyordu. Yağmur şiddetini biraz artırınca gördüğüm ilk lokantaya girdim. Zaten karnım da iyice acıkmıştı. Burası Zgara adlı ufak bir köfteciydi, gerçi ismi başka bir şey de olabilir ama önünde kocaman Zgara yazıyordu. Cadde üzerindeki diğer mekanlardan daha hesaplı görünmüştü gözüme. Tezgahın başındaki şef kaç köfte istediğimi sordu, ben bir porsiyon istedim, “kaç tane yani” diyerek köftelerden birini gösterdi, ben de “koy 6 tane” dedim. Yanına da tarator dedikleri peynirli, sarımsaklı yoğurtlu bir sos tavsiye etti. Mükellef bir öğle yemeği değildi ama gayet doyurucu ve lezzetliydi. Üstelik gerçekten çok hesaplıydı. Meşrubatla birlikte 310 Lek (yaklaşık 5 TL) verdim.


Ben köfteciden ayrıldığımda yağmur dinmişti. Cadde üzerindeki bir hediyelik dükkanına uğradım. Tezgahtar kadın Türk olduğumu öğrenince “Türklerle Arnavutlar kardeş” dedi. Kardeşiz, kardeşiz de her fırsatta “Ooo İskender Bey Türklere ne biçim direndi, Osmanlı’yı kovduk, Avrupa’nın fethini biz önledik” diye övünmekten de geri durmuyorlar. Yine de kardeş yerine konmak güzel. Geçmiş geçmişte kaldı. Ben de gülümseyerek yoluma devam ettim.


Myslym Shiri’nin sonundan Muhamet Gjollesha Caddesine sapıp, bir başka ana cadde olan Rruga e Kavajes’in kesiştiği noktada az önce bahsettiğim dostluk-kardeşliğin simgesi olan bir meydana çıktım: Sheshi Musfata Qemal Ataturku. Gerçi bunu belirten bir işarete rastlamadım, hatta elimdeki başka bir haritada 21 Dhjetori Meydanı olarak belirtiliyordu, ancak meydanda çeşitli Türk firmalarına ait tabelalar ve bir Türk koleji vardı. Tiran’da bazı sokak ve meydan isimleri değiştiği için güncel bir harita bulundurmakta fayda var. Meydanın az ilerisinde çeşitli seyahat acenteleri ve Yunanistan’a giden otobüsler vardı. Tiran’da belli bir otogar yok. O yüzden otobüsler ve minibüsler şehrin farklı noktalarından kalkıyor. Bu da özellikle şehirlerarası yolculuk etmek isteyenlerin kafasını karıştırıyor. Örneğin Berat’a giden minibüslerin buradan kalktığını okumuştum ama seyahat acentelerinde çalışanlar bundan habersizdi.




Tiran Mozaiği, şehirdeki en eski arkeolojik buluntu.



Meydanın ilerisinden ara sokaklara sapıp Tiran Mozaiği (Mozaiku i Tiranës) denen arkeolojik kalıntıyı aramaya başladım. Ara sokaklarda biraz dolandıktan sonra tabelaların da yardımıyla Naim Frasheri Sokağı’nda mozaiği buldum. M.Ö. 3. yüzyıla ait bir Roma villasının tabanını oluşturan bu mozaik Tiran’da bulunmuş en eski kalıntı. 1972 yılında, önceleri burada olan bir Bizans kilisesinin kazılarında keşfedilmiş. Küçük açıkhava müzesindeki mozaiklerde çeşitli geometrik şekillerle kuş ve balık figürleri var. Ayrıca Bizans kilisesinden çıkan mezar taşları da sergileniyor.


Ara sokaklardan tekrar Kavajes Caddesi’ne çıktım. Bu cadde üzerinde Doğa Bilimleri Müzesi de yer alıyordu ama ilgimi çekmediği için es geçtim. Sabahtan beri yürüyen bacaklarım artık isyan sinyalleri veriyordu. Turumun son noktası olan Ulusal Tarih Müzesi’ne doğru yorgun ama kararlı adımlarla yürüdüm.




Ulusal Tarih Müzesi, geniş koleksiyonuyla Arnavutluk tarihini günümüze kadar sergiliyor.



İskender Bey Meydanı’nın ucunda, cephesindeki “Albania” adlı büyük mozaikle dikkat çeken Ulusal Tarih Müzesi (Muzeu Historik Kombëtar) Arnavutluk’un en önemli ve büyük müzelerinden biri. 1981 yılında açılan müzede paleolitik çağdan günümüze 4 binden fazla nesneye ev sahipliği yapıyor. 90’lı yıllarda pek çok parça çalınmış olsa da ülkenin pek çok yerinden getirilmiş arkeolojik eserler ve bazı eşsiz parçalarla zengin ve etkileyici bir koleksiyona sahip. Ben müzeye girdiğimde Amerikalı veya İngiliz bir turist grubu da tura yeni başlamıştı. Peşlerine takılıp rehberin anlattıklarına kulak misafiri olmaya çalıştım. Antik çağ bölümünde İliryalıların Slavlarla ilgisi olmadığını, Slavların bu coğrafyaya kuzeyden geldiklerini, Arnavutların ya da Arberlerin ise İliryalıların soyundan gelip ezelden beri burada yaşadıklarını tekrarladı. Orta çağ bölümünde ise tabii ki İskender Bey ve onun kahramanlıklarına, Osmanlı’ya karşı direnişine büyük bir yer verilmişti. Hatta Osmanlı’nın Arnavutluk’taki varlığına ait belge ve bilgiler neredeyse yok denecek kadar azdı. Daha sonraki pavyonlarda tabii ki milliyetçilik ve bağımsızlık mücadelesi ile Osmanlı’dan ayrılıp Arnavutluk devletinin kuruluşuna dair belgeler yer alıyordu. Burada rehber, mücadelenin sadece top tüfekle olmadığını, eğitim, basın, edebiyat gibi alanlarda da yürütüldüğünü ve asıl galibiyetin bu sayede kazanıldığını altını çizerek belirtti. Milliyetçilik mücadelesinde özellikle aydın kişilikleriyle öne çıkan Frasheri kardeşler ilgimi çekti. Yine ilginçtir ki Sami Frasheri, bizim edebiyat derslerinde okuduğumuz, ilk Türkçe roman olan “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” ile ilk Türkçe ansiklopedi “Kamus-ül A’lâm”ın yazarı Şemsettin Sami’den başkası değildi. Ayrıca Ali Sami Yen’in de babası imiş. Tabii rehber bu bilgileri vermedi, belki bilmediğinden belki de görmezden geldiği için.


Bunlar dışında müzede krallık dönemine, 2. Dünya Savaşı’ndaki direnişe, komünizme geçişe ait bölümler de yer alıyordu. Rahibe Teresa için de özel bir köşe ayrılmıştı. Ancak komünist döneme ayrılan bölüm, toplama kamplarına, işkencelere, muhaliflerin veya ülkeden kaçmak isteyenlerin nasıl idam edildiğine dair belge, fotoğraf ve eşyalarla en dehşet verici bölümü oluşturuyordu.


Müze gezisiyle birlikte yaklaşık 8 saat süren Tiran turumun sonuna geldim. Bu kadar vakit harcamaya değer miydi? Aslında pek değil. Tüm tur içinde sadece müze gezileri benim için gerçekten ufuk açıcı ve etkileyici olmuştu. Bunlar dışında tüm Tiran belki de birkaç saatte gezilebilirdi, hele altınızda otomobil varsa. Ancak bir şehir sadece tarihi yapılardan, müzelerden, parklardan oluşmaz. Farklı kültürel ve sosyal etkenleri dikkate alarak bir şehrin ruhuna değebilirsiniz. Bunlardan biri de yemek!


Hostele dönüp birkaç saat bitap düşen bacaklarımı dinlendirdikten sonra akşam yemeği için dışarı çıktım. Tiran’daki ilk akşamımda kendime Arnavutluk mutfağına özgü bir şeyler ısmarlayayım dedim. Ama önce hava iyice kararmadan gündüz es geçtiğim bir iki yeri görmek istiyordum.


Ethem Bey Camii’nin arkasındaki Kaplan Paşa Türbesi (Tyrbe e Kapllan Pasha) ne yazık ki restorasyonda olduğu için paravan arkasında kalmıştı. Yaklaşık 200 yıllık türbeyi görmek mümkün olmadı. Ben de az ilerideki meydanın ortasındaki İsimsiz Partizan Heykeli’ne yöneldim. Sosyalist dönemin klasik figürlerinden biri olan bu heykel, ilginç kol hareketiyle pek de alıngan turistlere göre değildi.




İsimsiz Partizan Heykeli 2. Dünya Savaşı’nda ölenler anısına dikilmiş.



Meydanın karşısındaki kiosklarda envai çeşit hediyelik eşya satılıyordu. Yine meydana açılan Luigj Gurakugi Caddesi üzerinde birkaç hediyelik dükkanı vardı. Ama beni ilgilendiren ufak bir müzik mağazası oldu. Koleksiyonuma eklemek için birkaç folklorik müzik CD’si aldıktan sonra akşam yemeği için bir yer aramaya başladım.


Blloku mahallesindeki Era adlı lokantanın çok ucuz olmasa da Arnavut mutfağı konusunda iyi olduğunu okumuştum. Yine kokusundan hiçbir şey kaybetmemiş Lena Nehri’ni geçip Blloku’ya doğru yürüdüm. Blloku zamanında komünist parti önde gelenlerinin oturduğu ve halkın girmesi yasak olan bir bölgeymiş. Bugün ise oldukça neşeli bir yer. Tiran’ın kalbur üstü gece kulüpleri, barlar, eğlence mekanları bu bölgede toplanmış. Ne tezat!


Bayağı bir yürüdükten sonra Era’yı buldum. Gerçekten şık, düzgün bir lokantaydı. Elemanlar da gayet düzgün İngilizce konuşuyordu. Zaten lokantadaki müşteri profilinden turistik bir yer olduğu belliydi. Biraz tuzluya mal olacağını anlamıştım ama başka yer aramak için fazlasıyla acıkmıştım. Bir salatayla Tiran’a özgü bir yemek olan etli “fergese” söyledim. Arnavut mutfağı gerçekten çok zengin ve Türk mutfağıyla pek çok ortak noktası var. Elbasan tava ve Arnavut ciğeri bizim en çok bildiklerimiz ama bunların yanı sıra çeşitli güveç yemekleri, börekler, sakatat yemekleri ve tabi ki köfte önemli bir yere sahip.




Fergese, Arnavutluk’un geleneksel ama daha çok soğuk havalara uygun bir yemeği.



Daha önce hiç yemediğimden sürprizle karşılaşmasam dediğim fergese’mi beklerken koca bir kase salatayı yarılamıştım. Az sonra güveç içinde, fokur fokur kaynayan fergese önüme geldi. Daha sıvı bir beşamel sosu içinde et ve lor peyniri olan, boy yağlı, biraz acılı ama gerçekten lezzetli olan bir yemekti. Ancak garsonun uyarısına rağmen, üçüncü kaşığı biraz derine daldırıp ağzıma atınca damağımı yakıp yutağımdan mideme düşen bir ateş topu hissettim. Sonrası malum. Yemeğin lezzetini almak mümkün olmadı. Ayrıca 30 derece sıcakta, böyle ağır ve sıcak bir yemek hiç doğru bir seçim olmamıştı. Nitekim boncuk boncuk terler dökmeye başlayınca güvecin yarısında kaşığı bıraktım. Fergese’nin kesinlikle kışın ve aç karnına yenmesi gereken bir yemek olduğunu anladım. Arnavut mutfağı biraz yağlı ve ağır gelebilir. Ancak kesinlikle çok lezzetli. Hesap beklediğim kadar yüksek gelmedi. Bahşişle birlikte 940 Lek ödedim (yaklaşık 20 TL).


Neyse ki yediklerimi sindirmek için hostele kadar uzunca bir yol vardı. Yol üstünde Rinia Park’taki Tayvan Kompleksi’nin terasında oturup bir maden suyu ısmarladım ve fıskiyeli büyük havuzun üstündeki ışık oyunlarını seyrederek günümü noktaladım.



7 Eylül 2012, Cuma

Bisikletlerin Kenti İşkodra



Güne omletli kahvaltıya başladıktan sonra, Arnavutluk’ta ziyaret etmek istediğim ikinci şehir olan İşkodra’yı planıma aldım. Burayı gezi açısından Tiran’dan daha umut verici buluyordum. Ne de olsa çok daha köklü bir kentti. Tarihsel ve kültürel birikimi daha fazlaydı ve görülmesi gereken daha çok yer olduğunu düşünüyordum.


M.Ö. 4. yüzyıla dayanan geçmişi ile İşkodra, Kuzey Arnavutluk’un en büyük şehri. Ticaret yolları üzerinde olduğu için tarihte İliryalıların en önemli başkentlerinden biri olmuş; M.Ö. 168’de Roma, M.S. 1040’ta ise Sırp hakimiyetine girmiş. 1479’da Osmanlıların eline geçinceye kadar birkaç kez el değiştirmiş. 17. yüzyıldan itibaren kentte ticari ve kültürel anlamda ilerleme başlamış ve İşkodra Paşalığı haline gelmiş. 1757-1831 yılları arasında kenti yöneten Buşatlı ailesi bir anlamda kendi hakimiyetini de kurmuş. Hatta Buşatlı Mahmut Paşa birkaç kez Osmanlı’ya karşı bağımsızlık kurmayı denemiş. Balkan Savaşı’nda büyük rol oynayan kenti Osmanlı Devleti 1913’te kaybetmiş. Daha sonra bir dönem Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun eline geçse de yine Arnavutluk’a devredilmiş. İşkodra, Arnavutluk’ta pek çok ilki gerçekleştirmiş. Buşatlı’lar burada çok büyük bir kütüphane kurmuşlar. Arnavutluk’un ilk fotoğraf sanatçısı Pietro Marubi burada yaşamış. İlk işçi grevi, ilk 1 Mayıs kutlaması ve ilk futbol maçı İşkodra’yı özel kılan diğer ilkler. Şehir pek çok ressam, şair ve müzisyen yetiştirmiş.


Arnavutluk’ta bir şehirden diğerine gitmek oldukça çetrefilli bir iş olduğu için İşkodra’ya gidiş beni düşündürüyordu. Daha doğrusu dönüş… Çünkü şehirlerarası otobüs seferleri genelde akşam olmadan sona eriyordu. Bu da tur programımı oldukça kısıtlıyordu. Rehberlerde İşkodra otobüslerinin tren istasyonunun yanından kalktığı yazıyordu. Gerçekten de oraya vardığımda bir otobüs kalkmak üzereydi, hemen atladım. Zaten bilet gişesi filan olmadığı için ücret otobüste ödeniyordu. Otobüsün Anadolu’daki şehirlerarası otobüslerden pek farkı yoktu, konforlu sayılmazdı ama birkaç saatlik yolculukta konfor arayan kim!


Şehrin içinde bolca dur-kalk yaptıktan ve yolcu topladıktan sonra, ufak sanayi mahallelerinden geçerek şehir dışına çıktık. Yolculuğumuz, sanayi ve tarımın yan yana yapıldığı ovada kuzeye doğru devam ederken, sağ tarafımızda da Arnavutluk’un yüksek dağları yola eşlik ediyordu. Tepelerin arasında bazen füze rampasına benzeyen tuhaf sanayi tesisleri göze çarpıyordu. Yol boyunca bazen birkaç metre arayla bırakılmış çiçek demetleri ve küçük mezar taşları trafik canavarının burada da boş durmadığını gösteriyordu. Ara ara çeşitli kentlere uğrayıp yolcu indirip bindirerek yaklaşık iki buçuk saat sonra İşkodra’ya vardık. O kadar çok yerde durduk ki, İşkodra’ya vardığımızı nasıl anlayacağım diye düşünürken şehrin girişindeki büyük bir bisiklet heykelini görünce geldiğimizi anladım.




İşkodra’da bisiklet, otomobilden bile daha popüler bir araç.



İşkodra’da bisikletlerin hakimiyeti var. Otobüs bizi kent meydanında indirdiğinde bunu iyice anladım. Genci yaşlısı, kadını erkeği, hemen herkes bisiklete biniyordu. Hatta kadınlar etek giymelerine rağmen hiç aldırış etmeden, rahatça pedallara basıyordu.


Şehirdeki pek çok görülmeye değer mekan bu meydanın etrafındaydı ancak ben oyalanmadan şehir dışındaki Rozafa Kalesi’ne (Kalaja) gitmek için bir taksi tuttum. Şoförle gidiş dönüş 1000 Lek’e anlaştık. Yaklaşık 10 dakika sonra, 135 metre yükseklikteki kayalık bir tepenin üstüne kurulmuş Rozafa Kalesi’nin kalıntılarına vardık. Burada 4 bin yıl öncesinde yerleşimin olduğu belirlenmiş, kale ise İliryalılar döneminde inşa edilmiş. Zaferler kazanmış İlirya kraliçesi Teuta, Romalılara karşı verdiği mücadele sırasında kalede yerleşmiş. Kale bugünkü görüntüsünü 14. yüzyılda almış. Venedik ve Osmanlı döneminde çeşitli defalar tamir görmüş. 8 hektarlık bir alanı kaplayan kalenin surlarının uzunluğu 880 metreyi buluyor. Kale 1479’da Kanuni Sultan Süleyman tarafından çetin bir mücadele sonucunda ele geçirilmiş.




Bir zamanlar eski İşkodra’nın merkezinde olan Kurşunlu Cami, artık kullanılmıyor.



Taksi tepeye çıkan virajlı yoldan ilerledikçe oldukça büyük bir kent olan İşkodra ve Drina Nehri’nin suladığı ova da ayaklar altına seriliyordu. Tepenin altında, ovanın ortasında 1773 yılında Buşatlı Mehmet Paşa tarafından yaptırılan Kurşunlu Cami’nin (Xhamia e Plumbit) kubbesinin parıltısı öğle güneşi altında göz kamaştırıyordu. Zamanında İşkodra’nın merkezi sayılan bu bölge devamlı Drina Nehri’nin suları altında kalınca şehir bugünkü yerine taşınmış, görkemli cami ise kaderine terk edilmiş. Hatta gördüğüm bazı fotoğraflarda suların ortasında kalan cami ilginç bir görüntü oluşturuyordu, ancak benim şansıma etraf gayet kuruydu. Kurşunlu Cami’nin minaresi de Arnavutluk’taki pek çok cami de olduğu gibi yıkıktı. Ancak bu sefer yıkıma rejim değil, yıldırım sebep olmuş.


Kaleye varınca taksi şoförüyle 1 saat sonra buluşmayı kararlaştırıp kalenin ana kapısından girdim. Kalede turistler dışında, fotoğraf çektirmek için gelmiş bir gelinle damat da vardı. Kalenin surları sağlam görünse de kalenin içindeki pek çok tarihi bina zaman içinde yıkıntıya dönüşmüş. Mevcut yapıların çoğu Venedik ve Osmanlı döneminden kalma. İlk avlu daha çok savunma amaçlı hizmet veriyormuş. Geniş bir alana yayılan 2. avludaki 1319 tarihli Saint Stephen Kilisesi (Kisha e Shën Stephanit) formunu nispeten koruyan yapılardan biri. Roma-Gotik mimariye sahip, Venedik izleri de görülen kilise fetihten sonra camiye dönüştürülmüş. Oldukça heybetli görünen binadan sadece duvarlar ve bazı sütunlar kalmış, bir de minaresinin kaidesi. Civardaki sarnıçların ve binaların yerlerini ise geride kalan taşlar ve yıkık duvarlardan kestiriliyor.




Buna Nehri, Kale’nin altından geçip kentin kenarından İşkodra Gölü’ne akıyor.



3. avludaki binalar ve surlar daha iyi durumdaydı. Burada eski Venedik komutanlık binası Kale Müzesi’ne, Osmanlı cephaneliği de lokantaya dönüştürülmüştü. Kalenin surlarından bakınca manzara müthişti. Bir tarafta Buna Nehri’nin kıyısına kurulmuş İşkodra’nın binaları görülüyordu. İleride Balkanların en büyük gölü olan İşkodra Gölü’nün mavi suları parıldıyordu. Diğer tarafta Drina ve Buna Nehirleri kalenin altında birleşiyor, Buna deltasını oluşturarak göle dökülüyorlardı. Arkada ise Drina Nehri’nin suladığı yemyeşil, bereketli bir ova alabildiğine uzanıyordu. Tam tepede parlayan güneş, yaza nazire yaparcasına ortalığı ısıtınca hem ovanın hem gölün üstünü pus kaplamıştı.


Şoförün bana verdiği süre dolmadan Kale Müzesini de gezmek istedim. Müze için ayrı bilet alınması pek hoşuma gitmedi gerçi. Müzenin koleksiyonu pek zengin sayılmasa da Bronz Çağı’ndan geçen yüzyıla kadar geniş bir zaman dilimini kapsıyor. Arkeolojik buluntular, günlük eşyalar, silahlar gibi pek çok nesne sergileniyor. Tabii Arnavutların Osmanlı’ya karşı verdiği mücadeleye büyük bir yer ayrılmış. Sergilenen belgeler arasında Balkan Savaşlarına dair karikatürlere ait küçük bir bölüm de vardı. Bazılarına göz attım, tabii karikatürlerin çoğu Osmanlı’yı hicvediyordu.




Kale’ye ismini veren Rozafa’nın acıklı öyküsü bir gravürde resmedilmiş.



Müzenin girişinde kaleye ismini veren Rozafa’nın hazin öyküsünü sembolize eden bir gravür de yer alıyordu. Efsaneye göre, 3 kardeş bu kaleyi inşa etmeye başlar, ancak gündüz diktikleri duvar gece yıkılır. Bir türlü kaleyi tamamlayamazlar. Bir gün yaşlı bir adam onlara kaleyi ayakta tutmak için yapmaları gerekeni söyler. Ertesi gün kardeşlerden hangisinin eşi yemek getirirse, onu canlı canlı kalenin duvarlarına gömmeleri gerekmektedir. Kardeşler eşlerine bunu söylememeye karar verir, ancak ağabeyler sözlerinde durmaz ve eşlerine durum anlatır. Ertesi gün en küçük kardeşin eşi Rozafa yemekleri getirir. Kadın diri diri gömülmeyi kabul eder ancak bir şartı vardır: Bebeğini görebilmek için sağ gözü, ona sarılmak için sağ kolu ve onu emzirebilmek için de sağ göğsü dışarıda kalmalıdır. Rozafa duvarlara gömüldükten sonra kalenin duvarları yıkılmaz. Her yağmurda kaleden aşağı akan su kireç taşlarının etkisiyle beyaz bir renk alır ve halk arasında bu “Rozafa’nın sütü” olarak kabul görür.


Müzeyi de gezdikten sonra hızlı adımlarla kalenin kapısına yürüdüm. Beni bekleyen taksiye binip gerisin geri şehre döndüm. Şoför beni aldığı 5 Kahraman Meydanı’nda (Sheshi 5 Herontje e Vigut) indirdi. Burası İşkodra’nın merkez meydanıydı. Eskiden meydanın ortasında 2. Dünya Savaşı sırasında kahramanlık gösteren 5 partizanın heykeli varmış, ancak yıkılarak yerine ortasında tuhaf metal tüpler olan bir havuz yapılmış. Anlaşılan 5 kahramanın kendileri gitmiş, isimleri kalmış yadigâr.




5 Kahraman Meydanı, kentin en merkezi noktalarından biri.



Meydanın bir ucunda Radio Shkodra vardı ki dönüş otobüsleri bunun önünden kalkıyordu. Biraz ilerisinde anıtsal bir yapı sayılabilecek Migjeni Tiyatrosu yer alıyordu. Neo-klasik mimariden izler taşıyan 1955 tarihli tiyatro adını, Arnavutluk’un önemli şairlerinden Millosh Gjergj Nikollës’in takma isminden almıştı. Meydanın diğer tarafında ise büyük Ebu Bekir Camii ve kentin eski otellerinden Rozafa Hotel göze çarpıyordu. Meydanın ucundaki ağaçlık bir alanın arasındaki saat kulesi İngiliz’in Saati (Sahati i Ingilizit) ise boyunca ağaçlar nedeniyle zar zor fark ediliyordu. 1868’de inşa edilen kulenin adı, bitişik evde yaşayan İngiliz misyoner Lord Paget’tan geliyormuş. Zamanında kulenin üzerinde doğal olarak bir saat de varmış, ama Enver Hoca’nın emriyle Grijokaster’deki kaleye nakledilmiş. Civardaki evlerden yüksek kaldığı dönemde yangın gözetleme kulesi olarak da kullanılırmış ama artık altındaki lokantaya dekor hizmeti görüyor. Ayrıca yine kulenin yanındaki binalardan biri komünizm döneminde kentin ilk soruşturma bürosu olarak tarihin karanlık sayfalarında yerini almış.




Gjuhadol Mahallesi, restore edilmiş binaları, lokantaları, galerileriyle bir cazibe merkezi.



Ben meydandan yoluma devam ettim ve Al-Zamil Camii olarak da bilinen Ebu Bekir Camii’ni sonraya bırakıp 13 Djhetori Caddesi’ne saptım. Trafiğe kapalı olan bu cadde restore edilmiş 100 yıllık taş binalarıyla bana biraz Manastır’daki Şirok Caddesi’ni hatırlattı. Yine eski bir binaya yerleşmiş olan Colloseo Hotel’den başlayıp ilerideki Branko Kadija Sokağı’nı takip ederek Katolik Katedrali’ne kadar olan Gjuhadol Mahallesi sıra sıra lokantaları, kafeleri, sanat galerileri, dükkanlarıyla İşkodra’nın en popüler ve turistik bölgesi.


Bu caddeye daha sonra dönmek üzere sağdaki dar sokaklardan birine sapıp, Ortodoks Kilisesi’nin (Kisha Ortodokse) olduğu ufak meydana çıktım. 2000 yılında inşa edilen kilisenin çan kulesi b,nadan ayrıydı. Nedense içine girmeyip asıl merak ettiğim Marubi Fotoğraf Koleksiyonu’nu (Fototeka Kombetare Marubi) aramaya koyuldum. İtalyan asıllı bir Arnavut olan Pietro Marubi, ülkenin ilk fotoğraf sanatçısı olarak biliniyor. 1850’lerde İşkodra’ya yerleşen sanatçı dönemin hatırı sayılır kişilerinin portrelerini çektiği bir stüdyo açıyor, ancak önemli olayları da karelerinde belgeliyor. Marubi tarafından 1958 yılında çekilen bir asilzadeye ait fotoğraf, Balkanlarda çekilen ilk fotoğraf olarak kabul ediliyor. Daha sonra oğlu ve torunları da kendi izinden gidiyor. 1970 yılında Gegë Marubi, cam baskılardan oluşan zengin fotoğraf arşivini devlete bağışlayarak Balkanların en geniş fotoğraf koleksiyonlarından birinin oluşmasına önayak oluyor.




Marubi Fotoğraf Koleksiyonu, Arnavutluk’ta bir döneme ışık tutuyor.



Elimde adresi olmasına rağmen ara sokaklarda bir türlü galeriyi bulamıyordum. Döne dolaşa yine 5 Kahraman Meydanı’nda buldum kendimi. Gerisin geri dönüp galerinin olması gerektiği sokakları iyice taradım ama binaların üstünde ne bir işaret ne bir tabela vardı. En sonunda gezgin yiğitliğini bir kenara bırakıp birine sormaya karar verdim. Adamın gösterdiği apartmanın olabileceğine pek ihtimal vermedim ama cam kapının üstündeki kağıtta açılış kapanış saatleri yazdığına göre burası olabilirdi. Aynalı cam kapıyı itip içeri girdiğimde şöyle bir manzarayla karşılaştım: halı kaplı bir hol, iki tarafına ağır kadife perdelerin bağlandığı bir kapı, kapının ilerisinde bir kumarhane salonu ve kapının önünde iki çam yarması… Bir anlık şaşkınlığımı atlatınca, adamlardan birinin “Buyur birader, kime bakmıştın?” tarzındaki sorusuna “Ehi ehi, Marubi, foto, sanat, kem küm…” gibi bir cevap verdim. Adamlar yan tarafı işaret edince hürmetle selam vererek kapıdan çıktım. Arnavut mafyasıyla ilk ve son münasebetimi bu şekilde atlatarak yan binanın otoparkı sandığım yerden geçerek apartmanlar arasına sıkışmış küçük bir avluya çıktım. Duvardaki ufak tabela Marubi Galerisi’ni müjdeliyordu. Güzel Sanatlar Fakültesi’ne bağlı olan binaya girince açıkçası biraz hayal kırıklığı yaşadım. Bir koridorun duvarına yan yana asılmış bir dizi fotoğraf vardı. Özensiz bir sergilemeye kurban giden koleksiyonun zenginliği tartışılabilir ama belgesel değeri kesinlikle tartışılamaz. 19. yüzyılın ortalarından başlayarak yaklaşık 100 yılı kapsayan bir zaman diliminde Arnavutluk’taki günlük yaşam, giyim kuşam, bağımsızlık mücadelesi, kent tarihi, önemli kişilikler siyah beyaz fotoğraflardan yansıyordu.


Marubi Koleksiyonu’nu bulmak için girdiğim zahmete değmiş miydi? Evet, ama bence daha iyi bir sergileme, daha fazla içerik serginin değerini ve keyfini kesinlikle artırabilirdi. İşkodra turuma bir ara verip güzel bir yemek yemenin zamanı gelmişti. Ebu Bekir Camii’nden Cuma namazından çıkanların arasına karışıp tekrar Gjuhadol Mahallesi’ne döndüm. Buradaki kafe-restoranlar fazla turistik görünüyordu, belki fiyat olarak değil ama menü olarak. Açıkçası pizza, şnitzel ya da ızgara köfte yemek istemiyordum. Cadde üzerinde ufak bir esnaf lokantası gözüme ilişti, daldım içeri. Gerçekten de 4-5 masanın ancak sığdığı lokantada caddede kalabalık yapan turistlerden ziyade esnaf takımı vardı. Menü pek zengin değildi ama saat öğleyi biraz geçtiği için olabilir; tas kebabı ile yoğurt sipariş ettim. Tas kebabı alıştığımdan daha sulu geldi ama lezzetliydi (270 Lek).





İşkodra’da yeni restore edilen ve sırasını bekleyen iki bina.



Yemeğin ardından Djuhadol Mahallesi turuma Branko Kadia Sokağı’ndan devam ettim. Bu sokakta da kimisi restore edilmiş kimisi henüz restore edilmekte olan 100 yıllık taş binalar kentsel dönüşüm faaliyetlerinin hızla yürütüldüğünü belli ediyordu. Bu rengarenk badanalı, geçmiş zamanın kokusunun ve duygusunu günümüze taşıyan yapılar acaba turizme mi hizmet ediyordu, yoksa turizme mi kurban ediliyordu? Bunu sormaktan alamadım kendimi. Dönüşüm belki nezih ve gözü okşayan bir semt manzarası sunarken belki de yıllardır semtin ruhuna sinen alışkanlıkların, yaşanmışlıkların ve kişilerin yok olmasına neden olacaktı. Hiçbir değişim bedelsiz değil ne yazık ki. Arnavutluk da bunu en iyi kanıtlarından biri.


Sokağın sonunda, İskender Bey Caddesi üzerinde – ki başka bir kaynakta Eidt Durham Caddesi olarak geçiyordu – heybetli duruşu ve yüksek çan kulesi ile Katolik Katedrali (Kisha e Madhe) karşıma çıktı. İnşası 1856-1898 arasında 40 yılı bulan bu büyük kilise, 60’lı yıllarda spor salonuna dönüştürülmüş. 1991’de restore edilip katedral kimliği iade edilmiş. Dışarıdan hissettirdiği azamete karşın katedralin içi oldukça sadeydi. En dikkat çekici yeri ahşa tavandaki süslemelerdi. Duvarlardaki Hz. İsa’nın yaşamına ait tablolar ise neredeyse resimli kitap estetiğine yaklaşan bir naiflikte yapılmıştı.




Katolik Katedrali heybetli görüntüsüne rağmen oldukça sade bir dekorasyona sahip.



Katedralin bulunduğu caddeyi takip edip uzun bir süre yürüdükten sonra İsa Boletini Heykeli’nin bulunduğu Sheshi i Perashit’e vardım. Bu pala bıyıklı, gergin göğüslü, belindeki silahlarla her an saldırmaya hazır iri yarı kabadayı heykeli Arnavutların ünlü dikbaşlılığının sanki bir timsaliydi. Bağımsızlık mücadelesinde önce Osmanlı’ya, sonra Karadağlı ve Sırplara kafa tutan bu savaşçı vurularak hayatını kaybetmiş.




İşkodra’yı savunan kumandan Hasan Rıza Paşa ufak bir anıtla yâd edilmiş.



Bu noktada yönümü değiştirip merkeze dönmeye karar verdim. Daut Boriçi Caddesi’nden ortasında park olan bir meydana çıktım. Rengarenk çiçeklerin ve büyük bir havuzun olduğu parkın az ilerisinde elimdeki rehberde vilayet binası olduğu yazan Avusturya üslubunda bir bina vardı; karşısındaki klasik Balkan üslubundaki zarif konak ise lise binasıydı ve Osmanlı döneminde karargah hizmeti görmüştü. Ancak burada bizim için bu iki binadan daha önemli bir sürprizle karşılaştım. Park ile yanındaki büyük otelin arasındaki dar bir alanda İşkodra savunması kahramanı Hasan Rıza Paşa’ya ait ufak bir anıt yer alıyordu. Rehber kitaplarda bahsi geçmeyen bu anıtta, Hasan Rıza Paşa’dan “eski toprak savaşçı” olarak bahsediliyordu. Balkan Savaşı sırasında tüm Balkanlar elden çıkmasına rağmen İşkodra’yı terk etmemiş ve sonuna kadar savunmuş bu kumandan mirlivalığa terfi ettirilmesine rağmen haber alamadan şehit düşmüş. Kitabede yazdığına göre 30 Ocak 1913’te suikasta kurban eden paşanın cenazesine, kendisine duydukları saygı nedeniyle tüm İşkodralılar katılmış. Bunları okurken, belki bir gün biri çıkıp, uyduruk kahramanların sığ milliyetçilikle yüceltildiği diziler yerine Hasan Rıza Paşa gibi gerçek bir kahramanın hikayesini anlatır diye düşündüm.





Ebu Bekir Camii, Balkanlardaki geleneksel Osmanlı mimarisine zıt bir sadeliğe sahip.



Bir sonraki durağım parlak kubbesiyle, çifte minaresiyle ve azametiyle muhtemelen Katolik Katedrali’nden aşağı kalmaması için inşa edilen Ebu Bekir Camii idi. Caminin banisi olan Arap şeyhi Zamil Abdullah’dan dolayı Al-Zamil olarak da adlandırılan cami, 1995’te inşa edilmiş. Ben gittiğimde caminin kapıları kapalıydı. O sırada dışarı çıkmakta olan imam önce beni içeri almak istemedi, ama Türk olduğumu öğrenince gülerek buyur etti. Duvarlardaki ve kubbenin altındaki geniş pencereler sayesinde caminin içi aydınlık ve ferahtı. Duvarların yalınlığı ve açık renkler caminin içindeki sükuneti artırıyordu. İmamı fazla bekletmemek için oyalanmadan teşekkür edip çıktım. Demek ki yüzyıl sonra bile bu topraklarda Türk olmak bazı kapıları açıyordu.


Tekrar başladığım yere, yani 5 Kahraman Meydanı’na döndüğümde saat 3’e gelmek üzereydi. Radio Shkodra’nın önünde bekleyen Tiran otobüsünün muavinine otobüsün ne zaman kalkacağını sordum. Otobüsün birazdan kalkacağını, son otobüsün ise saat 4’te olduğunu söyledi. Kalan bir saatte az ilerideki Tarih Müzesi’ni (Muzeu Historik) gezmeye karar verdim. Biraz aramadan sonra Oso Kuka Sokağı’ndaki eski bir konaktaki müzeyi buldum ancak kötü bir sürprizle karşılaştım. Müze cuma günleri erken saatte kapanıyordu.


Otobüse yetişebilirim umuduyla gerisin geri koşturmaya başladım. Nefes nefese meydana ulaştığımda otobüs kalkmak üzereydi. Muavin ters bir bakışla beni içeri aldı ama otobüs ağzına kadar doluydu. Millet merdivenlerde oturuyor, koridorda ayakta duruyordu. O sırada en arka sırada oturan bir hanım abla, pencere kenarındaki küçük kızını kucağına alarak bana el etti. Baktım benden başka kimse aldırış etmiyor, ben de ayakta duran kızlara rağmen centilmenliği bir kenara bırakıp arkaya doğru seğirttim. Centilmenliği infaz ettim belki ama o an nezaket gösterip insanlara dert anlatmak ayakta yolculuk etmekten daha zor gelmişti bana.


İşkodra’nın 15 kilometre kadar ilerisinde bir tepenin üstünde gelirken fark etmediğim ortaçağdan kalma Drishti Kalesi’nin yanından geçerek kenti geride bıraktım. Açıkçası İşkodra’ya bir tam gün ayırmak, hatta geceleme vardı planlarımda. Rozafa Kalesi’nden gölün üzerinde batan güneşi seyretmek, çevredeki dağ köylerini veya göl kıyısındaki balıkçı köylerini ziyaret etmek, Buna deltasındaki parkta dolaşmak bir güne sığdırılamayacak aktivitelerdi ama yazık ki ne altımda rahatça dolaşabileceğim bir otomobil ne de bu kadar şeyi yapabilecek zamanım vardı.


Yine 2,5 saati bulan bir yolculuk sonunda Tiran’a ve otelime vardım. Yorucu bir gün olmuştu ama odaya kapanmak için çok erkendi. Elimdeki rehberlere bakınca Dajti Express’in tanıtımını gördüm. Bu, Tiran’ın sırtını dayadığı Dajti Dağı’nın tepesine çıkartan bir teleferikti. Eğer acele edersem günbatımını tepede yakalayabilirdim.


Otelin önündeki taksinin şoförü beni teleferik istasyonuna kadar 700 Lek’e götürmeyi kabul etti. Cevahir Bey, aynı zamanda otelin işletmecisinin de kardeşiydi ve çok hoşsohbet bir adamdı. Yol boyunca Türkiye’deki akrabalarından, Arnavutluk’taki yaşamdan bahsetti.




Teleferikten günbatımı manzarası



Dajti Express’in (Teleferik) alt istasyonuna vardığımızda güneş iyice kızıllaşmıştı. Hemen gidiş dönüş bileti alıp ilk vagona atladım. 1230 metrelik tepeye çıkmak 15 dakikayı buluyordu. Şehir altımda yavaş yavaş ufaldıkça tuhaf bir heyecan ve keyif içimi sardı. Evlerin çatıları giderek seyrekleşip yerini ormanlık alanlara bıraktı. Ne yazık ki kimi yerde yangınlar kimi yerde de inşaatlarla hızla ilerleyen betonlaşma ormanı tehdit etmeye başlamıştı. Bağlantı direklerinden geçen vagonların sallantısı nedeniyle diğer vagonlardakilerin çığlıkları gergin kablolar sayesinde bana kadar ulaşıyordu. Tepeye doğru yaklaştıkça teleferiğin açısı da iyice dikleşti. Nihayet kayalıkları aşıp tepedeki istasyona vardık. Burada otel ve seyir kulesinin olduğu bir turistik tesis vardı. Ben hemen kendimi dışarı atıp güneşin batışını yakalamak istiyordum. Ama güneş şehrin üstündeki pus içinde kaybolmuştu. Aşağıdaki sıcağın aksine Dajti Dağı’nın tepesi oldukça serindi. Burası özellikle hafta sonları Tiranlıların gözde rekreasyon mekanlarından olmalıydı. Etrafta doğaseverler için trekking yolları, piknik alanları, çeşitli lokanta ve konaklama tesisleri vardı. Madem günbatımını kaçırdım bari Tiran’ın gece ışıklarını göreyim diyerek biraz oyalandım. Etraf gayet ıssızdı, ben de bu sessizliğin tadını çıkardım. Gökyüzünün pembeden mora, oradan maviye çalan renkleri arasında yavaş yavaş şehrin ışıkları yanmaya başladı. Hava da iyice serinlemeye başlamıştı, dönüş için istasyona geldiğimde teleferik seferlerine kısa bir ara verdiklerini söylediler. Yaklaşık yarım saatlik bir bekleyişten sonra aşağıya inmeye başladım ama bu kez karanlıkta hiçbir şey görmek mümkün olmuyordu. İstasyonda beklerken çıkarttığım kazağımı tekrar giymeye üşenmiştim, “aman sen de, 5 dakikalık yolda ne olacak” diye düşünüyordum. Ama yanılmışım. Vagonun açıklıklarından sızan rüzgar seyahatimin geri kalanında beni yalnız bırakmayacak bir soğuk algınlığını da içeri taşıyormuş meğer.




Dajti Dağı’nın tepesinden Tiran’ın gece ışıkları.



Aşağıya indiğimde hiç hesaba katmadığım başka bir sorunla karşı karşıya kaldım. Ziyaretçileri daha aşağıdaki bir otobüs durağına taşıyan servis dolmadığı için kalkmıyordu. Diğer ziyaretçiler de birer ikişer kendi araçlarına binip gidiyorlardı. Cevahir Bey gelirken bana dönüş yolunu tarif etmişti ama karanlıkta yanlış bir yerlere sapmaya cesaret edemiyordum, çünkü şehir merkezinden oldukça uzaktaydım. Neyse biraz bekledikten sonra şoför istasyonda çalışan bir bayanla beni durağa götürmeye karar verdi. Az sonra da şehir merkezine giden otobüslerden birindeydim. Yazılanların aksine otobüsün öyle yankesici yuvası gibi bir hali yoktu, belki çok kalabalık otobüslerde biraz daha temkinli olmak da yarar vardı, ama bu zaten bizim alıştığımız bir şey. Tiran’da otobüs biletleri otobüsün içindeki bir görevli tarafından veriliyor, o yüzden bilet gişesi arama derdi yok.


Ethem Bey Camii’nin yakınındaki merkez durağa vardığımızda karnımın iyice acıktığını, vaktin de iyice geç olmaya başladığını fark ettim. Artık öyle mükellef yemek yiyebileceğim bir mekan aramak yerine daha önce gördüğüm bir fast-food lokantasına giriverdim. Kolonat lokantaları, ünlü Amerikan fast-food zincirinin Arnavutluk’a özgü kopyaları idi. Aslında yıllarıdır Amerikan fast-food lokantalarını protesto ediyordum ve oralardan ağzıma bir şey koymuyordum, ama Kolonat’ı onlara inat olsun diye seçtim. Üstelik Kolonat’ta hamburger dışında pizza ve börek gibi yiyeceklerle, alkollü içecekler de satılıyordu. Farklı yorumlar alan oranın spesiyali İskenderbey Burger, bizim İskender kebabın yanına bile yaklaşmasa da Amerikan orijinallerinden aşağı kalmıyordu ve karnımı doyurmaya yetti de arttı. Tiran’da yoğun bir günün sonuna daha gelmiştim, ertesi gün ise çok merak ettiğim Berat sıradaydı.



8 Eylül 2012, Cumartesi

Bin pencereli kent Berat



Bugün belki de Arnavutluk’taki en ilginç şehirlerden biri olan Berat’ı ziyaret edecektim. UNESCO Dünya Mirası’na dahil olan şehrin benim açımdan özel yanı ise Kreshnik’le buluşacak olmamdı. Dayım aracılığıyla tanıştığım Kreshnik, yıllar önce Türkiye’de bulunmuş, burada çalışmış, evlenip çocuk sahibi olmuş, daha sonra ise vatanına dönmüştü. Arnavutluk’a gelmeden önce internetten irtibat kurduğumda, beni ısrarla Berat’a davet etmişti. Zaten gezi rotama dahil olan Berat’ta bir tanıdık bulmak beni gerçekten sevindirmişti. Hatta Kreshnik, beni alması için bir şoför arkadaşını da yollayacaktı.


Kahvaltıdan sonra Kreshnik’in bana tarif ettiği gibi arkadaşıyla buluştuk, ancak ne İngilizce ne Türkçe biliyordu. Bana isminin Pilum olduğunu söyledi, en azından ben öyle anladım. Dolmuşa dönüştürülmüş yeni bir minivanın ön koltuğuna oturdum ve Berat’a doğru yola çıktık. Ancak biraz sonra araç bir otoparka girdi, daha doğrusu Berat’a giden diğer dolmuşların durağına. Anlaşılan dostumuz benden başka yolcuları da almaya niyetliydi. Diğer şoförlerle, muhtemelen öne geçme meselesi yüzünden ufak bir tartışmaya giriştilerse de pek bir şey fark etmedi, araç az sonra koltukları doldurmuş, Berat yoluna çıkmıştı.


2 saatten uzun süren yolda önce Arnavutluk’un önemli bir liman ve sayfiye kenti olan Durres’e uğradık. Bana biraz Yalova gibi kentleri anımsatan Durres, büyük beton binaları, yolla sahil şeridinin arasına girmiş apartmanları nedeniyle insanları cezbeden sayfiye şehirlerinden olmaktan çok uzaktı. Bir ara gezi programıma dahil etmeyi düşündüğüm şehrin manzarasını görünce buna değmeyeceğine karar verdim. Aslında tarihi açıdan önemli bir şehir olmasına ve görülmeye değer çeşitli anıtlar barındırmasına rağmen bana hiç çekici gelmedi.




Enver Hoca döneminin yadigârı beton bunker’lar en alakasız yerlerde karşınıza çıkabilir.



Durres’ten sonra kıyıdan uzaklaşarak Arnavutluk’un içlerine doğru ilerlemeye başladık. Tarım alanlarının ya da çayırların ortasında görmeyi merakla beklediğim ünlü beton sığınaklar da tek tük seçilebiliyordu. Beton mantarlara benzetilen bu sığınaklar ya da “bunker”lar Enver Hoca döneminin dış dünyaya olan paranoyasının bir ürünüydü. Her an her yerden saldırı bekleyen yöneticiler ülkenin her tarafından tahrip edilmesi neredeyse imkansız olan bu sığınaklardan yaptırmışlardı. Bunlar o kadar dayanıklıydı ki anlatılanlara göre inşa eden mühendis sığınağın içine girmiş ve tank ateşinden sonra yara almadan çıkmış. En alakasız yerlerde bile görülen 5 tonluk bu sığınakların kaldırılması çok maliyetli olduğu için kendi hallerine bırakılmışlar. Bugün ise hayvanlara barınak, umumi tuvalet ve gençlerin gözden ırak buluşma mekanları olarak hizmet görüyorlar.


Berat’ın tarihi M.Ö. 6. yüzyıla kadar gidiyor. M.Ö. 3. yüzyılda İliryalıların burada Antipatria adlı bir kale-kent kurmuşlar ancak Roma İmparatorluğu’na karşı koyamamışlar. İmparatorluk ikiye bölününce bu bölge Bizans’ın batı sınırında sürekli el değiştirmiş. Slav akınlarının sonucunda şehir Bulgarların eline geçmiş ve Beligrad, yani beyaz şehir adını almış. Berat ismi de buradan geliyor. 1345’te şehir Sırpların, 1417’de ise Osmanlı’nın eline geçmiş. 18. ve 19. yüzyıllarda Berat, Osmanlı hakimiyeti altındaki Arnavutluk’un en canlı ve önemli şehirlerinden biri olmuş, özellikle de ağaç oymacılık konusunda bir merkez haline gelmiş. Arnavut milliyetçiliğinin önemli bir merkezi olan Berat, 1944’te bir süreliğine başkentlik görevi de üstlenmiş.




Berat, özgün mimarisi ve sarp bir tepenin üstündeki kalesiyle görülmeyi hak eden bir kent.



Berat’a yaklaştığımızda aracımız bir servis istasyonuna yanaşıp durdu. Şoför, Kreshnik’in beni burada beklediğini söyledi, nitekim sadece fotoğraftan tanıdığım Kreshnik güler yüzle ve güzel bir Türkçe ile beni karşıladı. Selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra, Kreshnik’in Mercedes’ine binip Berat Kalesi’ne doğru yola çıktık.


Osum Nehri’nin kıyısında, şehre hakim kayalık bir tepede kurulmuş olan Berat Kalesi’nin (Kalasa) içinde, İşkodra Kalesi’nin aksine hâlâ yaşam sürüyordu. M.Ö. 200’lerde Romalıların yıktığı kale Bizans döneminde çeşitli kereler onarılmış. Kale içi Osmanlı döneminde bile daha çok Hıristiyanların yaşadığı bir yer olmuş, burada pek çok kilise yer almasına rağmen sadece garnizonun ihtiyacını karşılamak üzere bir tek cami inşa edilmesi bunu gösteriyor.




Kale içinin sokakları geçmişin seslerini fısıldıyor ziyaretçilerin kulaklarına.



Kalenin ana kapısından içeri girdiğimizde Berat’ı ziyaret etmenin neden şart olduğunu anladım. Kitle turizminin bir sonucu olarak, evlerin duvarlarına asılmış çeşit çeşit el işlerini ve hediyelik eşyaları görmezden gelince, alt katları yığma taş, üst katları kâgir üstüne beyaz badanalı, geniş saçaklı evler tarihin yaşayan parçalarıydı. Yüzyılların dokusunu günümüze taşıyan Berat evlerinin çoğu restore edilmiş veya halen edilmekteydi. Aslına ne kadar uygundu bu evler bilemiyorum ama o ana kadar Arnavutluk’ta gördüğüm en estetik ve özgün dokuyla karşılaşmıştım.  Dar, Arnavut kaldırımı yollardan, asma yapraklarının gölgelendirdiği sokaklardan geçerek ilk durağımız olan Onufri Müzesi’ne (Muzeu Kombetar Onufri) ilerledik. 16. yüzyılda yaşamış olan Onufri, Arnavutluk’un en önemli ressamlarından biri. İkonalarındaki gerçekçiliği ve yüz ifadeleriyle öne çıkmış bir sanatçı, bir de kendisiyle özdeşleşen kırmızı renkle. Kırmızının bu canlı ve parlak tonunu onun yetiştirdiği sanatçılar bile elde etmeyi başaramamış. Müze, yılda sadece bir kez ayin düzenlenen Azize Meryem Kilisesi’nin (Kisha Fjetja e Shën Mërisë) içinde yer alıyordu. 1797 tarihli kilise aslında 10. yüzyıldan kalma bir katedralin üstüne inşa edilmişti. Kiliseye girince karşımıza altın varaklı ince bir ahşap işçiliğinin örneği olan ikonastasis çıktı. Johan Cetiri’ye atfedilen bu ahşap duvar, üstündeki ikonalar bir yana oymalarıyla insanı şaşkına çeviriyordu. Nasıl bir ustalığa ve nasıl bir sabra sahip olmak gerekirdi bu süslemeleri ortaya çıkarmak için? Müzenin diğer salonlarında Onufri ile birlikte başka ressamların da ikonalarını ve çeşitli dini objeleri kapsayan yaklaşık 170 parçalık bir koleksiyon sergileniyordu. Ressamı bilinmeyen bir tablo özellikle ilgimi çekti; yaşam pınarının resmedildiği bu tablon arka planında hem kilise kulesi hem de cami minaresi birlikte yer almaktaydı. İki dinin bir arada yaşandığı bu coğrafyada bunu resmedecek bir ressam gerçekten sağduyulu biri olmalıydı. O zamana kadar Türklere ya da İslam’a hoşgörüyle yaklaşan böyle bir eser görmemiştim açıkçası.




Paha biçilmez ve büyük ustalıkla yapılmış eserlere sahip Onufri Müzesi mutlaka görülmeli.



Müze gezisinin ardından dar sokaklardan geçerek kalenin üst kısımlarına doğru yol aldık. Şehri gören bir açıklığa geldiğimizde Berat’ın hiç de küçük bir şehir olmadığını fark ettim. Eski Berat, Kale mahallesi, hemen Kale’nin yamacından aşağı doğru uzanan Mangalemi mahallesi ve Osum Nehri’nin diğer kıyısındaki Gorica mahallesinden oluşuyordu. Bunların ötesinde de daha yeni mahalleler ve büyüyen, ovaya yayılan bir Berat vardı. Nitekim Kale’nin bulunduğu tepenin diğer tarafını da betonarme apartmanlar işgal ediyordu. Bulunduğumuz noktadan aşağıya bakınca Mangalemi ve Gorica’nın kırmızı kiremitli damları ile şehrin içindeki Kurşun Camii ve Ortodoks Kilisesi görülüyordu. İlk bakışta dikkati çeken kubbeli beyaz binanın ne olduğunu sorduğumda, Amerikalıların yaptırdığı özel üniversite olduğunu öğrendim, nitekim mimarisi Amerika’daki parlamento binasına öykünmüştü. Hemen altımızda yarın yamacına dikilmiş olan ufak kırmızı kilise ise Aziz Mikael Şapeli (Kisha e Shen Mëhillit) idi, zarif ve görünüşte iyi korunmuş bir kilise olmasına rağmen kaleden oraya inmenin bir yolu yok gibiydi.


Kalenin diğer tarafında minaresi yarı yarıya yıkılmış, sadece dış duvarları ayakta kalmış Kızıl Cami (Xhamia e Kuqe) önümüze çıktı. 15. yüzyıldan kalma bu yapı Berat’ın ilk camisiydi. Biraz ilerleyince eski akropolise ulaştık. Meydanın bir köşesinde sadece duvarlarının bir kısmı ayakta olan Beyaz Cami görülüyordu. Akropolisin diğer tarafından inince oldukça iyi durumda görünen ama ziyarete kapalı Kutsal Üçleme Kilisesi (Kisha Shen Triades) karşımıza çıktı. Penceresinden gördüğüm kadarıyla içeride hâlâ ibadet yapılıyordu ama kapıları kilitliydi.




Artık sadece minaresinin bir kısmı ayakta olan Kızıl Camii.



Kaleyi gezerken Kreshnik bana Berat’ın iki yanındaki Tomorr ve Shpirag dağlarının nasıl oluştuğuna dair bir efsane anlattı. Söylenceye göre Tomorr ve Shpirag adlı iki kardeş dev varmış. Bunlar aynı kıza aşık olunca aralarında kavga başlamış. Tomorr’un elinde bir kılıç, Shpirag’da ise bir gürz varmış. Birbirlerine vurdukça Shpirag’ın üstünde çizikler, Tomorr’un üstünde yarıklar oluşmuş. Bunu gören kızın gözlerinden akan yaşlar da Osum Nehri’ni meydana getirmiş. Shpirag’ın çizgileri çok belirgin, hatta bir dönem bu çizgilerin arasında büyük harflerle “ENVER” yazılıymış, şimdi ise onun yerine Enver Hoca’yı dönemini asla yeniden yaşamamak istercesine “NEVER” yazıyor.


Kalenin çevresini turlayıp, bir de Arnavutlara özgü burun yapısıyla dikkati çeken Konstantin heykelinde hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra yavaş yavaş kalenin çıkışına doğru yürüdük. Kaleden ayrılmadan önce biraz hediyelik alışverişi yapmayı da ihmal etmedim. Kreshnik sayesinde elişi örtüleri biraz daha indirimli alabildim.


Vakit öğleyi bulmuştu. Masraftan kaçınmasını söylememe rağmen Kreshnik yemek için Berat’taki en iyi lokantalardan biri olan Mangalemi’ye gitmek için ısrar ediyordu, ancak yemekten önce bana bir iki yer daha göstermek istiyordu. Kaleden aşağı inince ilk olarak Halveti Tekkesi’ni (Teqe e Helvetive) ziyaret ettik. İlk kez 15. yüzyılda inşa edildiği tahmin edilen tekkeyi, 1782’de Ahmet Kurt Paşa tekrar inşa ettirmiş. Tekkenin yanında dervişlerin kaldığı bir han da bulunuyor. Belli ki hem tekke hem de han yakın zamanda elden geçmiş. Tekkenin içine girdiğimizde en dikkat çeken altın yaldızlı tavan ve vitraylı pencerelerdi. Ayrıca kapılardaki ahşap işçiliği de göze çarpıyordu ancak beyaz badanalı duvarlar oldukça sade görünüyordu.





Dışarıdan pek iddialı görünmeyen Sultan Camii’nin içindeki ahşap işçiliği dikkat çekiyor.



Tekke ziyaretinden sonra biraz önce kapalı olan Sultan Camii’ne (Xhamia Mbret) girmeyi başardık. 16. yüzyıla tarihlenen bu cami, Arnavutluk’taki en eski camilerden biriydi. Caminin tavanındaki ve kadınlar mahfilindeki ahşap işçiliği, tekkedekini gölgede bırakıyordu. Özellikle mavi ve kırmızı renklerinin bu kadar baskın kullanılması dikkatimi çekmişti. Enver Hoca döneminde tahribata uğrayan bu dini yapıların restorasyon sırasında aslına ne kadar sadık kalınarak yapıldığını kestirmek güç. Camiyi gezerken Berat müftüsü Murat Hoca ile de tanıştık. Güleç yüzlü, neşeli, hoşsohbet bir adamdı. Bizi uğurlarken ilginç bir şey söyledi. Gezmek de sevaptır dedi. Nedeni ise, anladığım kadarıyla, gezgin insanın da gittiği yere dinini, inancını götürmesi idi. Ne de olsa gezgin dervişlerin, Bektaşi erenlerinin bu toprakların kültüründe büyük yeri var.


Artık yemek için Berat’ın en otantik lokantalarından biri olan Mangalemi Restoran’a gidebilirdik. Tipik bir Berat evinden dönüştürülmüş ve geleneksel şekilde dekore edilmiş bu restoran aynı zamanda butik oteldi ve fazlasıyla turistikti, ancak yeni tanıştığım arkadaşım Arnavutların misafirperverliğini göstermek ve yöresel lezzetleri tattırmak konusunda ısrarcıydı. Önce domatesli börek ve pispili denilen ıspanaklı börek geldi. Özellikle domatesli börek hem farklı hem de lezzetliydi. Daha sonra gelen karışık et tabağının detaylarına girmiyorum ama etin gerçek lezzetini orada aldım diyebilirim. Özellikle role dedikleri kaburga sarması çok özel bir lezzetti. Yemeğin üstüne gelen dondurulmuş kek ya da tiramisu gibi bir şekli olan kasata isimli tatlı ise benim için yeni bir lezzet deneyimiydi. Kabalık edip yemeğin fiyatını sormadım ama böyle mükemmel bir sofranın bizim standartlarımıza göre oldukça hesaplı olduğunu anladım.



Arnavut mutfağında böreğin özel bir yeri var, et yemeklerinin ise tadına doyulmuyor.



Yemekten sonra ilk iş Tiran’a dönecek minibüslerin saatini öğrenmek oldu. Kreshnik illa akşam da kal diyordu ama hem daha fazla rahatsızlık vermek istemiyordum hem de ertesi günkü programım için Tiran’a dönmem daha mantıklıydı. Ancak son otobüs saat 4’te kalkacağı için şehrin geri kalanını gezmek için çok fazla zaman kalmıyordu. Yine de kalan 1 saati değerlendirmek için önce şehir meydanındaki Ortodoks Kilisesi’ne (Kisha Ortodokse) girdik. Burası yeni bir yapıydı ve dikkat çekici bir ikonastasise sahipti. Belki Onufri Müzesi’ndeki tarihi ikonastasisle kıyaslamak doğru olmazdı ama yine de günümüz şartlarında bu eseri ortaya çıkaran zanaatkârın el emeğinin hakkını vermek gerekiyordu.


Şehir meydanında birde Kurşun Camii’ne (Xhamia e Plumbit) uğradık. 1555 tarihli bu yapı kubbesini örten kurşun kaplamadan dolayı bu ismi almıştı, tıpkı İşkodra’daki gibi… Şöyle bir girip çıktık, zaten içeride de görmeye değer fazla bir şey yoktu.




Berat’ın eski evleri bakmaya doyulmayan bir manzara sunuyor.



Son durağımız olan Mangalemi ve Gorica mahallelerini birleştiren köprüye geldik. Buradan Berat’ın kartpostallara konu olan manzarasını görmek ve neden “1000 pencereli kent” denildiğini anlamak mümkündü. Kayalığın yamacında, sanki bir bütünmüş gibi kat kat yükselen evler sıra sıra pencereleriyle, cumbalarıyla, kırmızı kiremitleriyle yıllar öncesinin güzelliğini sergilemeye devam ediyordu. Köprünün üstünde durup uzun uzun bu manzarayı seyretmek isterdim ancak minibüs köprüye varmış, benim için kornasını çalıyordu.


Ayrılmadan önce müzmin bir bekar olarak Bekar Camii’ni de (Xhami e Beqareve) ziyaret etmek istiyordum ama vakit yetmedi. 19. yüzyılda inşa edilen nispeten yeni bu cami, özellikle dış duvarlarını süsleyen desenlerle dikkat çekiyordu. Söylendiğine göre, cami eskiden esnafın dükkanlarında çalışan bıçkın delikanlılar için inşa edilmiş. Biz de ne bıçkınlık ne delikanlılık kalmadığı için belki de gitmemek daha hayırlı olmuştur.


Dönüş için bindiğim minibüs, sabahki kadar rahat değildi, yol asfalt olmasına rağmen tangır tungur gidiyorduk. Geldiğim yollardan geri dönerken, tarlaları, çiftlikleri, irili ufaklı yerleşimleri ve tabii “bunker”ları arkamızda bırakarak Durres’e vardık. Tekrar alıcı gözle bakmama rağmen, bu sayfiye kentine ısınamadım.


Tiran’a vardığımda saat 6’ya geliyordu ve yoğun bir trafik vardı. Minibüs şehrin merkezine biraz uzak bir yerde yolcularını indirdi. Kreshnik, minibüsün muavinini beni taksiye bindirmesi için tembihlemişti. Taksici bey amca konuşkan çıktı. 10 dakikalık yol boyunca ikide birde koluma vurup “Arnavutluk’ta hayat zor, burada çok bum bum oluyor, Türkiye büyük ülke” deyip durdu. İskenderbey Meydanı’nda inip otele kapağı attım. Biraz dinlendikten sonra akşam yemeğini yemek için her sabah kahvaltı ettiğim lokantaya indim. Resepsiyondaki çocuklar birkaç kez orada da yemek yemem konusunda ısrarcı olmuşlardı, ben de onları kırmak istemedim. Zaten öğlenki ziyafetten sonra nerede yersem yiyeyim bana çok yavan gelecekti.


Yemeğin üstüne şöyle biraz turladıktan sonra otele döndüm. Zaten yapacak fazla bir şey yoktu. Üstüne üstlük önceki akşam Dajti Dağı’nda kaptığım şifanın etkileri görülmeye başlamıştı.



9 Eylül 2012, Pazar

Ne işim var Elbasan’da?



Tıkanık bir burun ve dolu bir genizle uyandım. Nasıl beceriyorum bunu? Her seyahatte nasıl nezle oluyorum? Cevabı açık: kendime bakmayı beceremiyorum. Neyse ki tedarikli geziyorum hep, yanımda bir sürü ilaç bulunduruyorum, ama bir kere hasta olduktan sonra ne o ilaçlar işe yarıyor ne de bende keyif kalıyor. Elbasan’a gitmeyi planladığım pazar sabahına işte böyle moralsiz başladım.


Kahvaltının ardından Elbasan’a giden minibüslerin kalktığı Rruga Elbasanit’e yollandım. Çok fazla aramama gerek kalmadı, muavinler yolun karşısındaki minibüslerden birine bindirdiler. Çok fazla beklemeden minibüs doldu ve yola çıktık. Şehir dışına çıkınca yol kıvrılmaya ve rakım yükselmeye başladı. Dağların yamacındaki ormanlardan, dik uçurumların kenarlarından geçiyorduk. Solumuzda sıra sıra dağlar uzanıyordu. Daha önce okuduğum yorumlarda bu yolun çok virajlı, çok kötü olduğu söyleniyor ve uzun yoldan gidilmesi tavsiye ediliyordu. Ancak bu kesinlikle bir kayıp olurdu. Yol virajlıydı ama bu manzaraya değerdi doğrusu.




Elbasan yolunda Arnavutluk’un hırçın doğasına bir miktar tanık olunabilir.



Elbasan, Arnavutluk’un 3. büyük şehri olarak geçiyor. Şehir oldukça eski olmakla birlikte, Fatih Sultan Mehmet’in 1466’daki seferi sırasında şehrin kimliği daha belirginleşmiş. Kruja’yı fethedemeyen Fatih burada konaklamış ve buraya “İl-basan” ismini vermiş. Büyük bir kalenin inşa ettirilmesinin ardından Osmanlı’nın sancağı haline gelmiş. Bu dönemde doğal olarak şehir gelişmiş ve Arnavutluk’ta İslam’ın merkezlerinden biri haline gelmiş. Ancak pek çok kilise de inşa edilmiş. Sonuçta Elbasan’da kozmopolit bir yapı oluşmuş. 2. Dünya Savaşı sırasında şehir bayağı tahrip edilmiş, sonrasında ise komünizmin idealleri doğrultusunda bir endüstri şehri haline gelmiş.


Yaklaşık 45 dakika süren yolculuğun sonunda çıktığımız tepelerden aşağı inerken, endüstrileşmenin ve komünizmin kalıntıları devasa fabrikalar olarak karşımızda belirdi. Neredeyse ovayı kaplayan şehrin kıyısında, kahverengi, paslı, metalik endüstri tesisleri göğe yükselen bacalarıyla, masif yapılarıyla post-apokaliptik bir filmin dekorunu andırıyordu. Sanki tesislerin çoğu da atıl vaziyette duruyordu. Bir an Tiran’daki Güzel Sanatlar Müzesi’nin Komünizm salonundaki tabloları hatırladım. Enver Hoca’nın idealize ettiği sanayileşmenin eskimiş, pas tutmuş bir canlandırmasıydı sanki karşımdaki manzara.




Elbasan’a girerken endüstriyel binaların kirli görüntüsü karşılıyor bizi.

Minibüs şehre girip çarşı meydanı gibi bir yerde durdu. Kaleye gidecektim ben deyince, yolculardan biri ileriyi işaret etti ama gösterdiği yerde kale filan görmüyordum. Daldım çarşının içine ben de. İşin fenası bu sefer elimde harita da yoktu. Sadece uydu haritasından aklımda kalanlar vardı. Sağa sola bakınırken beni İtalyan zanneden bir esnafa kaleyi sordum, o da tam aksi yönü işaret etti. Biraz ilerleyince geniş bir caddenin üzerindeki Elbasan Kalesi’nin surlarını gördüm. Fatih’in inşa ettirdiği surlar ayaktaydı ama çevresindeki hendek doldurulup çimenle kaplanmıştı. Eski Elbasan bu surların içerisindeydi. Saat Kulesi ise restorasyonda olduğu için baştan aşağı koyu renk bir brandayla kaplanmıştı. İçini görmek mümkün değildi. Surların önündeki bir panoda şehir planı dikkatimi çekti. Faydalı olur diye hemen fotoğrafladım. Nitekim gezim boyunca bana yön bulmada yardımcı olacak tek kaynak bu resim oldu.




Elbasan Kalesi, kentin eski mahallelerini çepeçevre sarıyor.



Yolun diğer tarafından turist bürosu gözüme çarptı. Belki bir harita bulurum diye o tarafa seğirttim ama maalesef kapalıydı. Turist bürosunun biraz ilerisinde bir arkeolojik kazı alanı vardı. Yolun kenarında eski bir bazilika ve bedesten kalıntılarına ait bir kazıydı bu. Fazla oyalanmadan kalenin kapısından geçip eski mahalleye girdim. Eski mahalleyi ben yakıştırdım, aslında binaların çoğu betonarmeydi. Eskiye dair fazla bir şey yok gibi görünüyordu. Kale deyince ben İşkodra ya da Berat’taki gibi bir kale hayal etmiştim gelmeden önce. Burası dörtgen bir sur yapısının içinde iki-üç katlı, bahçeli evlerin olduğu sıradan bir mahalleydi.


Dar ve sessiz sokaklarda yürümeye başladım. Kale içi labirenti andırıyordu ama neyse ki fazla geniş değildi. Kale içindeki görülebilecek nadir yapılardan biri olan Sultan Camii’ni (Xhamia Mbretërore) buldum. Girişteki bir tabelada 1492 yılında yapıldığı ve 2. Beyazıd’ın yaptırdığı diğer sultan camilerine benzerliği olduğu yazıyordu. 1967’de kapatılan cami, 1990’da yeniden ibadete açılmıştı. Ben caminin bahçesine girdiğimde birkaç işçi yeni bir minare inşa etmek için çalışıyorlardı. Minareye ne olduğunu sorunca, ustalardan birinin verdiği cevap durumu gayet net özetledi: “Enver Hoca, kaput!” İçine şöyle bir göz attığımda herhangi bir mahalle camisinden daha özellikli olmadığını gördüm. Muhtemelen orijinal halinden bugüne pek bir şey kalmamıştı.


Camiden çıkıp bu kez de biraz ilerideki Azize Meryem Ortodoks Kilisesi’ne (Kisha Shen Mëria) girdim. Burası biraz daha iyi durumdaydı. Taş sütunlu bir revaktan girilen kilisede, altın varaklı, bol işlemeli bir ikonastasis vardı. Şöyle bir turlayıp buradan da ayrıldım. Sokak aralarında biraz dolanarak kalenin yan kapılarından birinden ana caddeye çıktım.




Kale içinde eski bir Osmanlı mahallesi bulmayı bekleyenler hayal kırıklığı yaşayabilir.



Tekrar çarşıya döndüğümde pazarın kurulmuş olduğunu gördüm. Giyim kuşam, sebze meyve, açık tütün ve enva-i çeşit eşyanın sergilendiği tezgahların kapladığı sokaklardan geçerek tipik Balkan mimarisine sahip bir binadaki Etnografya Müzesi’ne (Muzeu Etnografik) geldim. Ancak ne talihsizliktir ki müze kapalıydı. Genelde müzeler pazartesi günleri kapalı olur ama Elbasan gibi bir yerde, pazar günü kimsenin müzeyi ziyaret etmeyeceğini hükmetmiş olmalılar.


Ben de merkezin biraz kenarında kalan Nazireshe Camii’ni aramaya karar verdim. Fotoğrafını çektiğim haritaya göre cami, şehrin biraz daha aşağı kısmında kalıyordu. Sokaklarda ilerlerken sadece merkezde değil, neredeyse bütün ana caddelerde işportacıların tezgahlarını kurduklarını gördüm. Herkes, özellikle de kadınlar pazar sabahı tezgahların önünü doldurmuşlardı. İyice merkezden uzaklaşınca, önünde erkeklerin toplandığı kahvehane gibi bir yere yanaşıp camiyi sordum. Adamlar cami deyince gülüştüler. Çok mu abes bir şey sordum derken adamlara dikkatlice bakınca ellerinde bahis kuponları olduğunu, mekanın da bir tür bahis salonu gibi bir yer olduğunu fark ettim. Mekanın çalışanı olan bir adam bana yardım etmeye çalıştı ama görünüşe bakılırsa pek bilgili değildi, üstelik İngilizce de bilmiyordu. Kaldırımda oturan, pek de sağlam ayakkabıya benzemeyen bir kadınla bir erkeğe beni camiye götürmelerini söyledi. Ben gerek yok dedim, oturan adam da bağıra çağıra bir şeyler söyledi. Zaten tanımadığım insanların peşine takılıp gitmeye niyetim yoktu. Sonunda yardımcı olmaya çalışan adam “İtalyanca biliyor musun” diye sorunca “si, si, sen anlat ben anlarım” dedim. “Destra, sinistra” bir şeyler söyledi, fazla uzatmadan teşekkür edip ayrıldım.




Nazireshe Camii ibadete açık olmasına rağmen oldukça harap görünüyor.



Gerçekten de adamın dediği gibi sağ, sol yapınca, biraz da haritanın yardımıyla Nazireshe Camii’ni (Xhamie Nazireshë) komünist dönemden kaldığı her halinden belli büyük ve bakımsız apartman bloklarının yanında buldum. 17. yüzyıldan kalma cami, tepesi yıkık minaresiyle, kiremitlerinin arasından fırlamış otlarla söylenenin aksine hiç de restorasyon görmüşe benzemiyordu. Sanki üstüne yıkılacakmış gibi duran yanındaki tuhaf apartmanın baskısı altında ezik bir görüntüsü vardı caminin. Buralarda pek yaygın olmayan bir şekilde bir kadının adı verilmişti. Daha zarif, daha bakımlı bir cami beklerdim. Üstüne üstlük buranın da kapısı kapalıydı. Bahçesine bile giremedim. Elbasan benim için tam bir hayal kırıklığına dönüşüyordu. Sultanahmet Camii’nin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa’nın doğduğu şehir olan Elbasan’da daha görkemli yapılar bulmayı bekliyordum.


Fazla vakit kaybetmeden gerisin geri şehir merkezine döndüm. Bu arada Tiran’a giden minibüslerin kalktığı yeri de buldum ancak şehirden ayrılmadan önce yapmam gereken bir şey daha vardı. Hatta buraya gelişimin en önemli sebebi buydu: Elbasan tava yemek!




O gün Elbasan’ın neredeyse tüm sokakları pazar yerine dönmüştü.



Elimde doğru dürüst bir rehber olmadığı için düzgün lokanta neresidir bilmiyordum. Qemal Stafa Bulvarı’na çıkan sokak üzerinde 16. yüzyıldan kalma Osmanlı hamamı vardı. Şimdi bar ya da gece kulübü gibi bir yere dönüştürülmüştü. Pek gözüm tutmadı. Tekrar kalenin önüne çıktığımda turist bürosunun açılmış olduğu gördüm. Ne yazık ki içeride benim işime yarar bir harita ya da düzgün bir broşür yoktu. Daha doğrusu olana da para vermek istemedim çünkü zaten göreceğimi görmüştüm. Görevli kıza elbasan tava yiyebileceğim neresi olduğunu sordum. Kalenin yan sokağındaki, surlara bitişik Real Skarpis Lokantası’nı tavsiye etti.


Lokantayı bulmak zor olmadı, ancak görünüşe göre fazlasıyla lüks bir yerdi. Teras kısmında birkaç kişi oturuyordu ama yemek yemiyorlardı. Lokanta kısmı ise bomboştu ve kimsenin benimle ilgilendiği yoktu. Ben de başka bir yer bakmak için tekrar çarşının içine döndüm. Çarşı içindeki açık bir lokanta davetkar görünmüyordu. Daha önce önünden geçerken kalabalık olduğunu gördüğüm pastaneye girdim, ama garson yemek olmadığını söyledi. Ben de sonunda pes edip çarşı içindeki lokantaya döndüm. İçeride pek kimse yoktu ama en azından pahalı bir yere benzemiyordu. Ayağındaki terlikleri fırs fırs sürüyerek yanıma gelen genç garson, müşteri geldiğine pek memnun olmuşa benzemiyordu. Elbasan tava var mı diye sorunca, bezgin bir şekilde yoğurtlu tava var dedi. Sanırım aynı şeyden bahsediyorduk. “Olur” deyip kenardaki bir masaya oturdum. Bir şişe de su söyledim ama garson – muhtemelen lokantanın sahibini oğlu, yeğeni filandı – açık bir bardak su getirince kapalı şişe istediğimi belirttim. Anlaşılan çok külfetli bir iş istemiştim. Bardağı geri götürüp yine fırs fırs lokantadan çıkıp bir yerlerden şişe su bulup getirdi. Az sonra güveç içinde, üstü bol yağlı Elbasan tava olduğunu umduğum yemek geldi. Kızarmış yoğurt ve yağ tabakasının altında irice bir parça et vardı. Lezzeti fena değildi, geçen akşamki fergese kadar ağır da gelmemişti. Afiyetle yiyordum, ta ki henüz dokunmadığım kısımda benden önce yemeğimin tadına bakma gafletine düşmüş küçük bir böceği fark edinceye kadar. Ne yapabilirdim ki? Bezgin garsona laf anlatmanın imkanı yoktu, yarıladığım yemeği geri gönderecek de değildim. Kaşığımla o kısmı böcekle beraber kenara ayırıp yemeğe devam ettim. Böceğe rağmen hesap uygun geldi (400 Lek).




Elbasan tavanın memleketinde hayal kırıklığı! Görüntü idare eder ama sürprizler çıkabilir.



Göreceğimi görüp, yiyeceğimi yedikten sonra fazla oyalanmadan furgon durağına gittim ve kalkan ilk furgonla Elbasan’ı terk ettim. Araç paslı, kirli endüstri tesislerini geride bırakıp, kıvrıla kıvrıla dağa tırmanırken renksiz ve ruhsuz bulduğum Elbasan gezisinin Arnavutluk seyahatindeki en gereksiz rotalardan biri olduğunu düşünüyordum. Tek avuntum yol boyunca seyrettiğim dağ manzaralarıydı.


Tiran’a vardığımızda saat daha 3 olmamıştı. Furgon bizi Bayram Curri Bulvarı’nın üzerindeki ETC alışveriş merkezinde indirdi. Ne yapsam diye düşünürken bir pazar öğleden sonrası yapılabilecek en iyi şeyin parka gitmek olacağına karar verdim. Fazla uzak olmayan, Tiran Üniversite’sinin arkasında kalan Büyük Park’a doğru yürümeye başladım.


Qemal Stafa Stadı’nın yanından geçip Rahibe Teresa Meydanı’na çıktım. Üniversitenin olduğu bu geniş meydan ıssızdı. Politeknik’in önündeki merdivenleri tırmanıp daha önce geldiğimde gözden kaçırdığım Rahibe Teresa heykeline şöyle bir göz attım. Küçük, bronz heykel kollarını iki yana açmış okuldan çıkan öğrencileri kucaklar gibiydi. Ancak henüz tatil olduğu için ortada öğrenci filan yoktu.


Meydanın sağından devam edip Büyük Park’ın (Parku i Madh) girişini buldum. Spor yapanlar, çocuk gezdirenler, yürüyüşe çıkmış yaşlılar, el ele dolaşan sevgililer, bisiklete binenler parkta geçen tipik bir pazar günü manzarası sunuyordu. Ben de ağaçlıklı yoldan devam edip parkın kenarındaki suni bir göl olan Tiran Gölü’ne kadar yürüdüm. Kıyıda gördüğüm bir çay bahçesinde biraz mola verdim. Tiran fazla yeşil bir kent sayılmazdı ama kentin kıyısında oldukça büyük bir alana yayılan bu park, Tiranlılar için kolay erişilebilir bir yeşil alan sağlıyordu. Gölün diğer kıyısında ise yoğun bir yapılaşma göze çarpıyordu. Birkaç uydu kent göl kıyısını adeta istila etmiş, karşı kıyıdaki ağaçlara gözdağı veriyordu. Tekrar yürümeye başlayınca kıyıda güneşlenen yaşlı amcalar dikkatimi çekti. Slip mayolarıyla ortalarda dolaşan göbekli birkaç amca sayesinde, 90’lardan sonra unutmaya yüz tuttuğumuz plaj manzaralarını tekrar hatırlama şanssızlığına eriştim.




Büyük Park, şehir merkezine yakınlığıyla Tiranlılar için ideal bir kaçış mekanı.



Parkın ilerisinde hayvanat bahçesi ve parkın kapladığı tepenin öbür tarafında ise 2. Dünya Savaşında ölenlerin anısına yapılan Şehitler Mezarlığı varmış. Tepenin üstünde ise Frasheri Biraderlerin mezarları bulunuyormuş ama ben oralara kadar gitmedim. Yeterince park keyfi yaptığıma karar vererek geldiğim yoldan parkın dışına çıktım. Dönüş yolunda Blloku mahallesinin lüks binaları arasından ve kaderine terk edilmiş görünen Enver Hoca’nın eski konutunun önünden geçerek Lana Nehri’nin kıyısına vardım. Yapacak pek bir şey kalmadığından bari nehrin diğer kıyısındaki St. Paul Katedrali’ni de (Katedralja e Shen Palit) ziyaret edip turumu bitireyim dedim. Rehber kitapta modern bir binadaki katedralin ilginç bir iç mimarisi olduğu yazıyordu. Ancak kapısı kilitli olduğu için buraya da giremedim. Kilisenin önünde benimle konuşmaya başlayıp sonunda para isteyen adam da ters giden günün üstüne tuz biber ekti. Cebimdeki bozuklukları vermem yeterli oldu neyse ki.


Hem nezle olduğum için hem de verimsiz bir gün geçirdiğim için bezmiş bir şekilde hostele döndüm. Dinlenirken akşam ne yapsam diye düşünürken aklıma Tiran’ın dışındaki alışveriş merkezlerinden birine gitmek geldi. Toparlandıktan sonra Ulusal Tarih Müzesi’nin arka sokağına gittim. Belli başlı alışveriş merkezlerinin servis otobüsleri buradan kalkıyordu. Ben de en büyüklerden biri olan Citypark’ı tercih ettim. Belki bir müzik mağazası bulur ve istediğim CD’leri alabilirim diye düşünüyordum.




Tiran’ın modern AVM’lerinden Citypark’ta tanıdık markaları görmek mümkün.



Yaklaşık yarım saat süren bir yolculuktan sonra havaalanı yolunda, oldukça büyük bir alana kurulmuş ve Arnavutluk’un en büyük AVM’lerinden biri olan Citypark’a vardım. Burada 180’den fazla mağaza, Mercator adlı büyük bir süpermarket ve buz pisti bulunuyordu. Bazı Türk markalarının da mağazaları vardı. Yabancı bir ülkede tanıdık markaları görünce insanın hoşuna gidiyor, hatta o markaları kullanmasa bile. İlk işim bir müzik mağazası aramak oldu. AVM’nin kat planında böyle bir mağaza görünmüyordu, sadece büyük bir elektronik mağazası vardı. Bir ümitle oraya baktım, ancak küçük bir müzik standında İMÇ’dekileri bile kıskandıracak zevksizlikteki albüm kapaklarını görünce gerisin geri çıktım. Danışma da aynı mağazayı söyleyince, aradığım CD’yi bulma hayalim söndü. Ben de yemek katına çıkıp bir şeyler yiyeyim dedim. Buz pistinin de soğuttuğu mekanda, çok da sıcak olmayan bir çorbayla et yemeği yiyip Mercator süpermarkete gittim. Amacım ünlü İskender Bey konyağından bulabilmekti. Daha önce baktığım yerlerde hep büyük şişeler vardı. Neyse ki Mercator’da farklı ölçekte şişeler bulunuyordu, üstelik gayet de hesaplıydı (hatta daha sonra öğreneceğim üzere havaalanından bile ucuzdu). O günün belki de tek dişe dokunur kazancı İskender Bey konyaklarını almak olmuştu.


Servise binip şehre döndüğümüzde hostele gitmeden önce yapmak istediğim son bir şey kalmıştı. Geldiğimden beri defalarca önünden geçtiğim Opera binasının önündeki kafe, her geçişimde beni cezp ediyor ama her seferinde de “sonra” diyordum. Son fırsatı kaçırmamak için Opera’nın önündeki basamakları tırmanıp, önü çiçeklerle bezenmiş kafenin ağır ferforje sandalyelerinden birine oturdum. Arnavutluk’taki son akşamımı kahvemi yudumlayarak ve son 5 günün yorgunluğuyla İskender Bey Meydanı’nı seyrederek tamamladım.



10 Eylül 2012, Pazartesi

Osmanlı’ya kafa tutan Kruja ve Arnavutluk’a veda


Arnavutluk’taki son sabahıma uyandım. Uçağım akşam olduğu için bolca vaktim vardı, ancak odayı öğleye kadar boşaltmalıydım. Tiran’da görülecek bir yer neredeyse kalmamıştı. Yakın çevrede nereye gidebilirim derken aklıma birkaç saatte gidip dönülebilecek mesafedeki Kruja geldi. Resepsiyondaki çocuklara anahtarlarımı teslim ettikten sonra valizimi bırakıp bırakamayacağımı sordum ve olumlu yanıt alınca Kruja planımı gerçekleştirmeye karar verdim. Ama sabahtan yapmak istediğim bir şey vardı: Çesk Zadeja’nın CD’sini bulmak!


1927–1997 yılları arasında yaşayan ve Arnavutluk’ta klasik müziğin en önemli bestecilerinden biri olan, hatta “Arnavut müziğinin babası” olarak adlandırılan Çesk Zadeja’nın herhangi bir kaydını günlerdir arıyordum. Kime sorduysam bilemedi. Hatta resepsiyondaki gençlerden biri ben bulursam getiririm dedi ama o da eli boş döndü.


Son ümidim önceki gece Rruga Durressit Caddesi’nde otobüsle geçerken gördüğüm müzik mağazasıydı. Ancak mağazaya gittiğimde henüz açılmadığını gördüm. Vakit geçirmek için ve başka bir dükkan bulma ümidiyle cadde boyunca yürümeye başladım. Sokaklarda her sabah görünen koşuşturmanın yanı sıra fazladan bir yoğunluk vardı. O gün okullar açılmıştı. Annesinin elinden tutmuş çantasını çekiştire çekiştire koşuşturan çocuklar birkaç gündür alıştığım Tiran manzarasına yeni bir renk katmıştı. Bayağı bir yürüdükten sonra başka bir müzik mağazası bulamayınca geri döndüm. Şansıma baktığım dükkan açılmıştı. Dükkanın sahibi Çesk Zadeja’yı sorunca şaşırdı. Hele bir de Türk olduğumu öğrenince şaşkınlığı iyice arttı. Bir Türk’ün klasik müzik dinlemesi, üstüne üstlük Arnavutların bile göz ardı ettiği bir besteciyi sorması adamın tuhafına gitmişti. Eh, pek de haksız sayılmazdı. Türkiye’de de pek çok yerde yadırganabilirdim. Bir de soyumun Balkanlardan geldiğini öğrendiğinde “sen Avrupalı Türksün, Avrupalısın” dedi bana. Buna sevinsem mi, yerinsem mi bilemedim. Bize bu kadar yakın bir kültürün insanı bile, Türkiyeliyi belli bir şablona göre değerlendiriyor. Neyse, adam bir opera sanatçısının albümünü verdi bana, emin olmamakla birlikte albümde Çesk Zadeja’nın bestelediği şarkılar olabileceğini söyledi.




Tiran’da hayatın kalbi geniş bulvarlarda, caddelerde atmıyor.



En azından bir şeyler bulmuş olmanın sevinciyle hostele dönüp odamı boşalttım. Çantamı resepsiyonda bırakarak Kruja’ya doğru yola çıktım. Resepsiyondakilerin tarifine göre Zogu Bulvarından minibüsler kalkıyordu. Ancak bulvarın sonundaki tren istasyonuna kadar hiçbir minibüse rastlamadım. Birkaç gün önce İşkodra otobüsüne bindiğim yerde bana daha ilerideki bir yeri tarif ettiler. O tarafa yönelince ucuz giyim eşyalarının, çakma malların satıldığı Mahmutpaşa, Sultanhamam’dan daha döküntü bir çarşıya girdim. Sokak köftecileri ızgaralarını yeni yakmış, köfteleri, sucukları kızartmaya başlamıştı. Canım çekti doğrusu, ama saat henüz 11 bile olmamıştı ve pisboğazlık yapmak istemiyordum. Burasının kalbi, Tiran’da gördüğüm pek çok yerden daha fazla atıyordu ama yine de biraz tedirgin olmadım değil. Mümkün mertebe turist olduğumu hissettirmemeye çalışarak, hızlı adımlarla çarşının içinden geçip meydanlık bir alana çıktım. Burada bekleyen birkaç otobüs vardı. Şoförlerden birine Kruja otobüsü olup olmadığımı sorduğumda olumlu yanıt aldım ancak otobüsün kalkmasına bir saat vardı. Gerisin geri çarşının içinden geldiğim meydana çıktım ama bu sefer arzuma karşı koyamayıp birkaç kare fotoğraf çektim.


Unaza Caddesi boyunca yürümeye başladım. Gördüğüm minibüsçülere Kruja’ya nereden gidebileceğimi sordum, ilerisini işaret ettiler. Sonunda haritaya göz attığımda baştan tarifi yanlış anladığımı, Zogu Bulvarı ile Zogu i Zi Meydanı’nı karıştırdığımı anladım. Meydana geldiğimde oldukça karmaşık bir trafikle karşılaştım. Sora sora bir otobüs buldum ama bu da Kruja’ya değil, oraya yakın bir kasaba olan Fushë Kruja’ya gidiyordu. Otobüsteki genç bir kız bana Fushë Kruja’dan minibüsle Kruja’ya geçebileceğimi söyledi. Daha fazla aranmamak için geçip oturdum. Otobüs pek eski püsküydü ve etraftaki uyarı yazılarından Fransa’dan alındığı belli oluyordu. DeGaulle’un sağlığını görmüş otobüsümüzle tangır tungur Tiran’dan ayrılıp İşkodra yoluna çıktık. Yarım saat kadar sonra da Fushë Kruja’ya varmıştık. Neyse ki otobüsten iner inmez yolun kenarında bekleyen Kruja dolmuşlarından birine bindim. 10 dakika sonra döne döne kayalık bir tepenin üstüne kurulmuş, gerçekten etkileyici bir manzaraya sahip olan Kruja’ya vardık. Hem olumlu hem olumsuz anlamda etkileyiciydi: bir tarafta kayaların üstünde sanki Arnavutluk’un sembolü kartalın yuvası gibi bir kale, diğer tarafta ise alabildiğine betonlaşma…




Kruja’nın iki yüzü: Bir tarafta beton, diğer tarafta tarih…



Kruja, 15. yüzyılda İskender Bey’in başkentiydi. Asıl adı Gjergj Kastrioti olan İskender Bey, devşirme olarak Osmanlı ordusuna girmiş, burada zamanla yükselmiş ve Arnavutluk’ta valilik görevine atanmış. Burada da nüfuzunu iyice geliştirmiş ve Osmanlı ordusu Niş muharebesinde yenilince baş kaldırıp Kruja’nın denetimini ele geçirmiş. İslamiyet’i reddetmiş ve diğer Arnavut beylerini bir araya toplayıp Osmanlı’ya karşı ayaklanmış. Ayaklamanın sembolü olarak da kızıl bayrağı ve çift başlı kartalı seçmiş.


Kruja, İskender Bey’in hayatta olduğu dönemde 3 kez Osmanlı kuşatmasına karşı koymuş. Ancak İskender Bey’in 1468’de ölmesinden 10 yıl sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından tekrar Osmanlı’nın eline geçmiş. 1. Dünya Savaşı sonrasında bir dönem İtalyan yönetiminde otonom bir devlet haline de gelen Kruja, bugün Arnavutlar için önemli bir ziyaretgah.


Dolmuş yolcuları kentin meydanında indirdi. Kruja Dağı’nın yamacına kurulmuş şehir bir anlamda ikiye bölünmüştü. Yamacın bir tarafında apartmanlar, hiçbir şekilde ne araziyle ne şehrin yapısıyla uyuşan yüksek inşaatlar, diğer tarafta ise şehrin özgün kimliğini veren Arnavut kaldırımı yolun iki yanındaki eski ahşap dükkanlarıyla kayalıklara doğru yükselen Kruja çarşısı, ilerisinde tüm ovaya hakim bir konumdaki kale ve kayalıkların tepesinde heybetli bir kule.




Kruja’nın eski çarşısı hediyelik alışverişi yapmak isteyenlere bol çeşit sunuyor.



Eski çarşı tipik Balkan mimarisiyle Mostar’ın Kujundziluk çarşısını hatırlattı bana. Yolun iki tarafındaki dükkanlarda incik boncuktan elişlerine, eski ordu malzemelerinden antikalara her çeşit hediyelik malzeme satılıyordu. Bazı dükkanlarda dokuma tezgahlarının başında çalışan Krujalı hanımlar görülüyordu. Dükkanda dokudukları kilimleri, tezgahta satıyorlardı. Arnavutluk’a gelenlerin burayı görmeden hediyelik alışverişi yapmaması lazım.


Çarşının içinden geçerek kaleye doğru tırmandım. Yol boyunca hediyelik tezgahlarının sıralanmış olması buranın Arnavutluk’taki en turistik yerlerden biri olduğunu işaret ediyordu. Dik yokuşu tırmanıp nefes nefese kalenin dış kapısından geçince çıktığım alanda eski bir caminin sadece kaidesi kalmış minaresini gördüm. Diğer tarafta ise 1982 yılında inşa edilen İskender Bey Müzesi’nin taş binasını gördüm. Bir an için günlerden pazartesi olduğunu ve müzenin kapalı olabileceği aklıma geldi. Neyse ki bu sefer şansım yaver gitti. 200 Lek karşılığında biletimi alıp müzeyi gezmeye başladım. Müzede İskender Bey’in yaşamı ve Osmanlı’ya karşı verdiği mücadeleye ilişkin resimler, heykeller, belgeler sergileniyordu. Ayrıca İskender Bey’in kurduğu Lezhe Birliği’ne bağlı diğer beylerin, halk kahramanlarının da heykelleri, resimleri görülüyordu. Müzedeki Arnavutların en çok ilgisini çeken ise özel bir salonda sergilenen İskender Bey’e ait kılıç ve miğferin replikalarıydı. Orijinalleri Viyana’da sergileniyormuş. Müzenin terasına çıkınca neden burayı ele geçirmenin zor olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Arkada sarp kayalık, ön tarafta ise ovaya inen dik bir yamaç vardı, tüm ova ayaklar altındaydı ve aşağıdan gelecek saldırıları görmek çok kolaydı. Üstelik açık havalarda Adriyatik Denizi bile buradan görülebiliyormuş. Ben müzeden çıkarken kafalarına Arnavutlara özgü beyaz keçeden yapılma keleş adlı takke giymiş bir grup yaşlı adam müzeye giriyordu. Belli ki özel bir grupla gelmişlerdi.



Kale yeni yapılmış, kılıçla miğfer ise kopya, yine de burası Arnavutlar için önemli bir ziyaretgah.



Kale gezisinden sonra Kruje’de gezilebilecek diğer bir müze olan Etnografya Müzesi’ne uğrayayım dedim. 1764 yılından kalma eski bir konağın içindeki müzede Kruja’da uygulanan zanaatlara ilişkin eserler sergileniyormuş. Ancak girişte kimseyi bulamayınca fırsattan istifade alt avlusundaki odalara şöyle bir girip çıktım. Terzilik, bakırcılık gibi zanaatlara ait atölyeler canlandırılmıştı. Binadan ayrılırken, kapıdan çıkan bir kadın görevli müzeyi gezmek isteyip istemediğimi sordu. Ben de açıkçası kalan birkaç yüz Lekimi buraya harcamak istemediğimden başımı sallayıp yürüdüm. Kalenin altında ovaya doğru inen dar sokaklarda biraz dolaştıktan sonra kaleden ayrıldım.


Tekrar çarşıdan geçip birkaç da hediyelik alıp tekrar şehir meydanına çıktım. Öğle vakti olmuştu, bir şey yesem mi diye düşünürken meydanın üst tarafında Tiran’a direkt giden dolmuşları gördüm. Yemekle vakit kaybetmeden, fırsat bu fırsattır diyerek araca bindim. Fushë Kruja’ya gidince otobüs bulabilir miyim, nasıl dönerim diye düşünmekten de kurtuldum. Hızlı şoförümüz sayesinde geldiğimiz yoldan, ama bu sefer aktarmasız olarak yaklaşık 45 dakika içinde Tiran’a varmıştık. Araç beni yine Zogu i Zi Meydanı’nın yakınlarında bir yerde indirdi. Muhtemelen sabah biraz daha arasaydım bu dolmuşları da bulurdum. Neyse sağ salim gidip dönmüş, giderayak Kruja’yı da aradan çıkarmıştım.




Kaleden bakınca burasının neden savunma için seçildiği gayet güzel anlaşılıyor.

Yol üstündeki pizza-sandviç yapan ufak bir lokantada açlığımı bastırıp hostele döndüm, üstümü değiştirip hosteldekilerle vedalaştım. Bol bol vaktim olduğu için taksiye binmenin gereği yoktu. Havaalanı otobüsleri Ulusal Tarih Müzesi’nin az ilerisinde, Rruga e Durresit ile Mine Peza Sokağı’nın kesiştiği yerden kalkıyordu ve sadece 250 Lek tutuyordu.


Havaalanına vardığımda uçağımın kalkmasına daha saatler vardı. Bankodaki kadın görevli de ters bir tavırla bu kadar erken çantamı alamayacağını söyleyince mecburen bir köşeye çekilip beklemeye başladım. Arnavutluk macerası da böylece bitti derken, erken sevindiğimi anladım. Banko açılıp da çantamı teslim etmiştim ki birkaç dakika sonra benim adımın anons edildiğini işittim. Görevliye sorunca beni arkadaki güvenlik odasına yönlendirdi. İçeride alımlı bir kadın görevli benim çantayı kenara çekmişti, x-ray ekranında ise benim çantanın içi görülüyordu. Kadın “çantayı açınız” dedikten sonra eline eldivenleri geçirip gayet düzenli bir şekilde çantayı incelemeye başladı. Tabii beni bir endişe aldı. Çantam saatlerce resepsiyonda ortalık yerde durmuştu. İçine bir şey koymuş olabileceklerine ihtimal vermiyordum, hatta kendim de şöyle bir kontrol etmiştim ama insanın aklına bin türlü şey geliyordu. Çantanın içinde İsviçre çakısı olduğunu, ilaçlar olduğunu söyledim. Ancak kadın, seyahat tipi katlanabilir diş fırçasını almış evirip çeviriyordu; “bu nedir?” diye sordu, “diş fırçası” dedim. Pek aklına kesmedi, ısrarla bir ekrana bir diş fırçasına bakmayı sürdürdü. Sanki Enver Hoca’nın diş fırçasını kaçırıyordum da, DNA’sından küçük küçük Enver Hocacıklar üretecektim. En sonunda tamamdır deyip çantayı kapattı. Ben de derin bir nefes aldım. Ancak uçağa bininceye kadar sürecek tedirginlik yaratmıştı bu durum bende. Ayrılışım da varışım gibi sıkıntılı olmuştu ama sonunda uçak havalanınca Arnavutluk bayrağındaki kartaldan daha hür hissetmiştim kendimi.



Sonuç:

Arnavutluk’a yaptığım yolculuk bana büyük keşiflerin heyecanını veya keyfini yaşatmadı belki, ama yapılması gereken bir yolculuğu tamamlamış olmanın tatminini verdi.


Uzun yıllar tüm kapılarını kapatmış bir toplumun bir anda tüm kapılarını açmasıyla yaşanan cereyanı hissettim Arnavutluk’ta. Bazı ülkeler için çelişkiler yumağı denir ya, burası da öyle. Bir tarafta son model otomobiller, diğer tarafta at arabaları, 70’li yıllardan kalma otobüsler… Kaldırımdaki zerzevatçıdan alışveriş eden son moda kıyafetler içinde dekoltesini esirgemeyen kadınlar… 200 Euro asgari ücrete rağmen ışıklı tabelalarıyla erkekleri kendine çeken her köşe başındaki kumarhaneler… Arnavutluk’u ilginç ve görülmeye değer kılan da bu çelişkiler işte.


Arnavutluk’ta tarihin, kültür ve sanatın peşindeki bir gezgin neler bulabilir, ne kadar tatmin olabilir? Benim gördüğüm kadarıyla beklentileri yüksek tutmamak lazım. 40 yılı aşkın baskı yönetimi, komünizmin hüküm sürdüğü bu coğrafyadaki diğer ülkelerde pek rastlanmayan bir kültürel tahribata yol açmış. Eskiye, geleneğe dair pek çok şeyin üstü örtülmüş. Şimdi şimdi gelenekler tekrar canlandırılıyor ama gidenin telafisi çok zor. Kimi yerde çok yapay veya uyumsuz yama ile açıklar kapatılıyor. Ekonomik kalkınma için kültürel tavizler veriliyor. Bu da çelişkiler yumağına bir ip daha doluyor. Ancak Arnavutluk, kendine özgü kimliğini yeniden kazanmaya ve kabul ettirmeye çalışıyor.


Şu da var ki Arnavutluk bakir ve olağanüstü doğasıyla görülmeyi hak ediyor. Dağları, ırmakları, ormanları insanları şehirden çok, kırlara köylere çağırıyor. Bir gezgine heyecan ve keyif verecek şeylerin köylerde süren yaşamda olduğu kesin. Ne yazık ki ben bunu görecek kadar şanslı değildim. Kendi adıma Berat’ta geçirdiğim günü, kazandığım dostlukları ve yediğim lezzetli yemekleri seyahatimin doruk noktası olarak kabul ediyorum.


Umarım ki Arnavutluk elindeki değerleri bundan sonra korur. Umarım ki hürriyetinden taviz vermeyen ve ülke sevgisini her şeyin üstünde tutan Arnavutlar, misafirperverliklerini hiç kaybetmezler.



Sinan Bâli

Moda, 29 Kasım 2012




KAYNAKÇA:
Wikipedia
Wikitravel
Lonely Planet Western Balkans
In Your Pocket – Tirana
In Your Pocket – Shkodra
Albania Your’s To Discover Pocket Guides
 

3 yorum:

  1. Oldukça detaylı çok güzel bir gezi yazısı çıkarmışsınız .Ben de gitmiştim ve gitmeden önce kaynak olabilecek yazı aramış bulamamıştım .Eskiden giden de yoktu haliyle yazan da ...Çok fazla kişiye faydalanacaktır. Tebrik ederim .

    YanıtlaSil
  2. O kadar güzel yazıyorsun ki.. İçerdiği detaylı bilgiler mi yoksa yazıdaki samimiyet ve edebi akış mı daha çok hoşuma gidiyor karar veremiyorum. Kitap olmalı bu yazılar!!! İşte o kadar...

    YanıtlaSil
  3. Çok güzel detaylı anlatmışsınız. Teşekkürler.

    YanıtlaSil