3 Şubat 2012 Cuma

TANIŞTIĞIMA MEMNUN OLDUM, SIRBİSTAN

Giriş

Önyargılarım vardır. Şarkılar, yazarlar, yemekler, insanlar ve ülkeler hakkında… Kimse “benim önyargım yok” demesin. Kimi tadını bilmeden patlıcan yemez, kimi ufacık örümcekten nefret eder. Bana göre; insan bilmediği, tanımadığı şeylere, en çok da diğer insanlara karşı önyargılıdır.

Sırbistan’a gitmeye karar verip de bu seyahatime sebep teşkil edecek bir zemin düşünürken önyargılarım aklıma geldi. Ne benim Sırplara yönelik düşüncelerim olumluydu ne de Sırbistan ve Sırplar deyince çevremden olumlu titreşimler alıyordum. Düşüncelerimiz nasıl olumlu olsun ki? Henüz öğrenciyken, tarih derslerinde Sırplarla karşılaşmamız 1. Kosova Savaşı’nın sonunda Sultan 1. Murat’ın bir Sırp tarafından şehit edilmesiyle olur, üstelik sultan yaralı Sırp’a yardım eli uzatmıştır. Sonrasında ise Rumeli’nin fethi boyunca, Balkan Savaşları’na kadar Türklerle Sırplar sürekli karşı karşıya gelmiştir.

Daha sonraları ise 1. Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olan ilk kurşun yine bir Sırp tarafından Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’a sıkılır. Son olarak da 90’larda Balkanlarda yaşanan kaosun ve binlerce Müslüman Boşnak ve Arnavut’un ölmesinin en büyük sorumlusu olarak görülürler. İçinde yaşadığımız coğrafyada Boşnak ve Arnavutlarla olan organik bağlarımız bir yana, yaşanan acılara ve yapılan zulmün hâlâ süren etkilerine kayıtsız kalmak imkansızdır. Bu nedenle sadece bizler tarafından değil, pek çok toplum tarafından Sırplar “kötü çocuk” olarak nitelendirilmektedir.

Doğruya doğru. Bu yolculuğu yapmaya karar verdiğimden andan itibaren tedirgindim. İster istemez kötü bir muameleyle karşılaşır mıyım diye aklımdan geçiriyordum ve zaman zaman düşman topraklarına girecekmişim gibi hissediyordum. Ancak yapılan mezalimi, tanık olunan acımasızlığı tüm topluma yüklemek doğru mu? Öyle olsa bile insanlar gibi toplumlar da değişemez mi? Yüzyıllarca süren bir düşmanlık bitmiş olamaz mı? Bilmiyorum. 4-5 gün gibi kısa bir sürede bu soruların cevaplarını bulabilir miydim, onu da bilmiyorum. Ama bunun için Sırbistan’a gidiyordum. Sonuçta iyi de olsa kötü de, önyargılarımı yargıya dönüştürmek için…



5 Kasım 2011, Cumartesi
Sıcak bir merhaba


Türk Havayolları’nın Belgrad uçağından inip terminale girdiğimde biraz tedirgindim. Yine de İsveçlileri bile kıskandıracak, çoğu zaman sinir bozucu olan sakinliğimi korumaya çalışıyordum. Sırbistan, Türkiye’den vize istemeyen ülkelerden biri; o nedenle pasaportumu alıp gelmiştim. Yine de ne olur ne olmaz diye otel ve uçak rezervasyonlarının belgelerini elimde tutuyordum. Önümdeki adam havaalanının sivil güvenliği tarafından nazik bir şekilde sorguya çekilmeye başlayınca endişelerim arttı. Anlaşılan vize olmadığı için Avrupa’ya kaçak göçenlerin tercihi ettiği ülkelerden biri de Sırbistan’dı. Diğer adama ne olduğunu bilmiyorum ama ben sorunsuz bir şekilde pasaport kontrolünü geçtim.

Seyahatim Kurban Bayramı’na denk geldiği için uçakta azımsanmayacak sayıda Türk yolcu vardı, çoğu da turla seyahat ediyordu. Ancak Belgrad klasik Balkan turlarında pek rağbet edilen kentlerden biri değil. Bunda belki önyargılar, belki Türklerden geriye pek fazla şey kalmamış olması, belki de kentin genel olarak çekici olmaması geliyor. Turistlerin Belgrad’a gelmesinin en büyük sebeplerinden biri ucuz içki ve gece hayatı ki bu bile görünüşte bir Prag ya da Budapeşte’yle yarışmasına yeterli gelmiyor. Kısacası Belgrad’ın bir turist şehri olduğu söylenemez. Bu durumu daha Belgrad’a gelmeden hissetmiştim, görünce daha iyi anladım. Ama iyi tarafından bakınca, Belgrad bir turist atraksiyonu olmaktan çıkıyor ve şehrin kendine özgü yaşantısını görmek mümkün oluyor.

Sırbistan’ın tarihi de Yugoslavya’dan çıkan diğer ülkeleri tarihinden pek farklı değil. Bu coğrafyadaki tüm devletler aşağı yukarı ortak bir tarihi paylaşıyor. M.Ö. 6200-4500 arası Starčevo ve Vinča kültürlerinin tüm Balkanlar’a hakim olduğu görülüyor. M.Ö. 2. yüzyılda başlayan Roma istilası öncesinde ise sırasıyla Trakyalılar ile İliryalılar bölgeyi yönetmiş. Ülkeye adını veren Güney Slav topluluğu Sırplar ise M.S. 6. yüzyıldan itibaren hakimiyetlerini kurmuşlar. İlk Sırp hanedanlığını Prens Višeslav’ın kurduğu kaydediliyor. 1217’de Nemanjić hanedanı tarafından Sırp Krallığı ve Sırp Ortodoks Kilisesi kurulmuş. Hükümdarlığın Balkanların büyük bir kısmına yayılmasıyla 1345’te Sırp İmparatorluğu adını almış. 1355’te Stefan Dušan’ın ölümünün ardından iç karışıklıklar baş göstermiş. Osmanlı’nın seferleri bu dönemde başlamış ve başkent olan Smederevo’nun 1459’da Osmanlı’nın eline geçmesiyle Sırp İmparatorluğu da çökmüş. Belgrad ise 1521’de Kanuni Sultan Süleyman tarafından fethedilmiş.


Osmanlı Devleti’ne karşı ilk büyük isyanın komutanlığını yapan Đorđe Petrović ya da bilinen adıyla Karayorgi Sırpların en büyük kahramanlarından biri.

1459-1803 arası Sırbistan’da Osmanlı hakimiyetinin olduğu yıllar olarak tarihe geçmiş. Ancak tam bir hakimiyetten de söz edilemez. Bölge, Osmanlı ile Avusturya ve Macaristan arasındaki savaşların merkezi olmuş, topraklar karşılıklı çok defalar el değiştirmiş. Görünüşe göre, Sırpların ayaklanmaları ve düşman ordularına yardımları nedeniyle Osmanlı, Sırbistan’da Balkanlar’daki en sert politikasını izlemiş. Bu nedenle yerli halk kentlerden uzaklaşıp köylere ve dağlara çekilmiş. Sırplarla Türkler arasında barışçıl ilişkiler hiçbir zaman tam anlamıyla sağlanmamış.

Bunun sonucunda Sırbistan, ilki 1804’te Karayorgi olarak bilinen Đorđe Petrović , ikincisi 1815’te Miloš Obrenović önderliğindeki iki ayaklanmayla özerkliğini elde etmiş. 1878’deki Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından da önce prenslik, sonra da krallık statüsü kazanmış. Balkan Savaşları’nın ardından Osmanlı’nın Balkanlar’daki yönetimi sona ermiş.


Sırbistan, 1. Dünya Savaşı’nda 1 milyon civarında kayıp vermiş. Belgrad’da ufak bir parkta 1. Dünya Savaşı’nda savaşanlar anısına dikilmiş bir heykel var.

Malum, Sırp asıllı Gavrilo Princip’in Saraybosna’da Avusturya-Macaristan veliahdı Franz Ferdinand’ı vurmasıyla 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın fitili ateşlenmiş ve Sırbistan bu savaşta nüfusunun yaklaşık %30’unu kaybetmiş. Savaşın ardından Yugoslavya Krallığı kurulmuş. 2. Dünya Savaşı’nda Nazi işgali ülkede yine büyük bir yıkıma neden olmuş. Krallık yanlısı çetnikler ile Josip Broz Tito’nun önderliğindeki komünist partizanlar Nazi işgaline karşı direniş göstermiş ve Tito, 1943’te Sosyalist Federe Yugoslavya Cumhuriyeti’ni kurmuş. 1980’de ölümüne kadar Tito, tatlı-sert bir yönetimle farklı din ve ırktan insanların aynı bayrak altında bir arada yaşamasını sağlamış. Tito ile Stalin arasında çekişme nedeniyle Yugoslavya komünist rejimle yönetilmesine rağmen, tam anlamıyla bir Demir Perde ülkesi olmamış ve Batı’nın desteğini görmüş. Hâlâ orta yaş üstündekiler eski Yugoslavya dönemini özlemle anıyorlar ve zorluklara rağmen şimdikinden çok daha mutlu olduklarını söylüyorlar.

Tito’nun ölümünün ardından Yugoslavya’da bölünmeler başlamış. 1989’da Slobodan Milošević’in diğer bölgelerin gücünde kısıtlamalar yapma vaadinin ardından Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Makedonya Yugoslavya’dan ayrılma kararı vermişler. Bunun sonucunda Balkanlar’ı kasıp kavuracak savaş başlamış ve Sırp yönetimi tarafından özellikle Müslüman Boşnak ve Arnavutlara yönelik soykırım politikaları izlenmiş. BM’nin uyguladığı ambargo nedeniyle Sırbistan politik izolasyon, ekonomik çöküş ve yüksek enflasyonla karşı karşıya kalmış. 1998-99’daki Kosova Savaşı sırasında NATO hava kuvvetleri Sırp şehirlerini bombalamış. Bu savaşın etkileri henüz silinmemiş. Bugün Kosova, BM himayesinde bir devlet olmasına rağmen, Sırbistan Kosova’nın bağımsızlığını kabul etmiyor ve hâlâ kendi sınırları içinde gösteriyor.

2000 yılında halkın protestosu sonucunda Milošević güçten düşmüş ve uluslararası izolasyon sona ermiş. 2001’de ilk demokratik seçimler gerçekleşmiş. Sırbistan 2006’da yeniden bağımsız bir ülke olmuş.


Tuna Nehri’nin diğer yakasında, başkentin tam dibinde uzayıp giden ormanlar şaşırtıcı ama hoş bir manzara sunuyor.

Bavulumu da alıp Nikola Tesla Havaalanı’ndan çıkmadan önce döviz büfesine yöneldim. 1 Euro yaklaşık 100 Sırp Dinarına (SD) denk geliyordu. Normalde havaalanlarında döviz bozdurmak pek avantajlı değildir; ancak ertesi gün pazar olduğu için, akşam da düzgün bir döviz büfesi bulup bulmayacağımı bilmediğim için 100 Euro bozdurmaya karar verdim. Şansıma havaalanı döviz büfesi 101 SD’den bozdu ki bu şehirdekilerle aynı orandı ve bir iki ekstra harcamam olmasaydı, bu parayla 4 günlük seyahati tamamlayabilirdim.

Havaalanından çıkınca taksilere binmek yerine, havaalanı ile Slavija Meydanı arasında işleyen A1 no.lu özel servisi tercih ettim. Nitekim havaalanındaki taksilerin büyük kazık attığını, 10 Euroluk yol için 30 Euro talep ettiklerini okumuştum. A1 ise sadece 250 SD idi. Servis sadece 3 yerde duruyordu: Şehrin Zemun kısmında bir durakta, benim gideceğim merkez istasyonda ve Slavija Medyanı’nda. Bütçeyi düşük tutmak için konaklama planını da buna göre yapmış, istasyona ve hemen yanındaki otobüs terminallerine yakın bir hostel seçmiştim. Bu sayede ziyaret edeceğim diğer şehirlere giderken de sıkıntı çekmeyecektim.

İsli, puslu, bulutlu bir hava bulmayı beklerken, Belgrad beni güneşin parladığı, açık ve oldukça sıcak bir öğleden sonra ile karşıladı. Havaalanından şehre giden yol sonbaharın renklerine bürünmüş bir ormandan geçiyordu. Kim demiş sonbahar hüzünlüdür diye? Öğleden sonra güneşinin altında, kırmızıdan sarıya uzanan renk skalasındaki tüm tonlar ağaçların yapraklarında yeni tamamlanmış bir yağlıboya tablonun üstündeki fırça darbeleri gibi pırıl pırıl parlıyordu.

Derken yavaş yavaş şehre girdik ve Doğu Blokunun o yüksek, soluk, bakımsız blokları karşıma çıktı. Yeni Belgrad’ı eski şehre bağlayan Branko Köprüsü’ne geldiğimizde Tuna Nehri’yle ilk karşılaşmam gerçekleşti; daha doğrusu Tuna’ya bağlanan Sava Nehri’yle. Biraz daha yol aldıktan sonra, otobüs beni merkez otogarın yanında indirdi. Bizim Harem otogarını andıran terminalin içinden geçip arka taraftaki çok şeritli caddeye çıktım.

Otobüs terminalinin tam karşısındaki Karadordeva Caddesi üstündeki Hostel Central Station, o civardaki en eli yüzü düzgün hostellerden biriydi ve oda açısından farklı seçenekler sunuyordu. İlk hostel deneyimim olacağı için baştan beri, 6-8 kişinin bir arada kaldığı, samimiyetin zirve yaptığı koğuş tarzı odalardansa, tek başıma kalabileceğim ve diğer gezginlerle ortak alanda samimi olmayı tercih ettiğim özel odalı bir hostel aramıştım. Fiyat, konum ve gezi sitelerindeki olumlu yorumlar sayesinde Hostel Central Station öne çıkmıştı. Bir de bana 2 gün sona katılacak olan tecrübeli gezgin arkadaşım ve eşiyle aynı hostelde kalmak isteğim de bu kararda etkili olmuştu.

“Bakalım bana karşı tavırları ne olacak” diye düşünürken oldukça sıcak bir karşılama oldu. Benimle ilgilenen Danilo, Türkiye’ye sık sık geldiğini, Türkçe ile Sırpça’nın ortak sözcükler kullandığını söyledi. İlk intiba gayet olumluydu. Bu kısa sohbet beni hem rahatlatmıştı hem de güvenimi tazelemişti.

Hostel ana bina dışında, arka sokaktaki başka bir binada ayrı bir bölümü vardı. Anladığım kadarıyla özel odalar bu bölümdeydi. Kayıt işlemleri bitince başka bir otel görevlisi olan Jelena beni diğer bölüme götürdü. Burası da yaklaşık 100 yıllık bir binada, geniş bir apartman dairesiydi. Biraz bakımsız ve dağınık görünüyordu ama koğuşta kalmaktan daha iyi olmalıydı. 5 farklı odası, mutfağı, baylar ve bayanlar için ayrı banyosu, bir de ortak alanı-oturma odası vardı. Jelena etrafı gezdirdikten sonra anahtarlarımı verip gitti. Görünüşe göre o an için benden başka kimse yoktu. Odam küçük ve tozluydu ama neyse ki yatak takımları temizdi. Açıkçası geceliği 30 avro olan bir yerin daha bakımlı ve temiz olmasını beklerdim. Ama tabii 8-10 avroya koğuşun sıcak ve samimi ortamında kalmaktansa burayı tercih etmiştim.

Biraz kendime geldikten sonra hemen dışarı çıktım. O akşam için hedefim gün gözüyle Belgrad Kalesi’ni keşfetmekti. Ancak bu pek mümkün olmayacaktı. Saat henüz 4’tü ama güneş iyice alçalmıştı. Havanın bu kadar erken kararacağını tahmin etmiyordum. Demek ki Balkanları keşfetmek için günün uzun olduğu yaz ayları tercih edilmeliydi.

Kalemeydan’a giden 2 numaralı tramvaya binmek için istasyonun karşısındaki Savski Meydanı’na geldim. Burası otobüs ve tramvay duraklarının bulunduğu ana duraklardan biriydi. Büfeden birkaç tane bilet satın aldım, böylesi taşıt içinde şoförden almaktan daha hesaplıydı. Tramvay durağına geçip beklemeye başladım. Turistik olduğu söylenen ve tarihi Belgrad çevresinde ring seferi yapan 2 numara bir türlü gelmiyordu. İnsanlar birbirleriyle sohbet edip tramvaylarını umursamaz bir şekilde beklerken, yeni geldiğim bu şehirde ilk dakikadan gergin bir turist gibi görünmek istemiyordum. Ancak uzun boylu, güzel ve alımlı Sırp kadınları ile yine uzun boylu erkekler arasında kısa boyumla ister istemez ayrıksı duruyordum. Tabii bunda ikide bir saatime ve elimdeki haritaya bakmam, durakta bir sağa bir sola gidip tramvay planını incelemem de mutlaka etkili olmuştur. 15-20 dakika sonra tramvay geldiğinde güneş batmak üzereydi, mavi gökyüzü koyu maviye dönüyordu.

Herkesle birlikte tramvaya bindim ve 20 dakikadır avucumda buruşturduğum biletimi damgalatmak için ufak sarı damga aletine soktum. Bir şey olmadı. Bileti çekip baktım, olduğu gibi duruyordu. Hiçbir şey olmamış gibi arkaya yürüyüp başka bir damga aletini denedim. Yine bir şey olmadı. Bozuk herhalde gibilerinden dudak büktüm ve daha fazla reklam olmamak için bir köşeye oturdum. Nasıl olsa bir sonraki durakta insanlar binerken aleti nasıl kullandıklarını görecektim. Tramvay durdu, duraktakiler yolcuların inmesini saygıyla beklediler, sonra bindiler ve boş koltuklara oturdular. Kimse biletini damgalatmadı, aletleri bile kurcalamadı. Normalde kontrol olursa ve biletin damgalanmadığı fark edilirse ceza kesilirmiş. Ama umursayan yok gibiydi. “Haydi bizde bayram, burada ne iş; halk günü mü? Kale’ye bir varsak da insem” gibi düşünceler arasında, liman bölgesindeki heybetli fakat kaderine terk edilmiş eski yapıların önünden ve pek de tekin olmayan bir bölgeden geçip Kalemeydan’a vardık. Bir oh çekip kendimi dışarı attım.

Güneşin batmış olmasına rağmen hem havanın iyi olması hem de cumartesi olması nedeniyle Kalemeydan (Kalemegdan) Parkı oldukça kalabalıktı. Banklarda oturanlar, spor yapanlar, köpek gezdirenler, el ele dolaşan sevgililer ve benim gibi turistler büyük parka canlılık getirmişti. Parkın ana yolundan, hediyelik eşya satanların arasından geçerek Belgrad Kalesi’ne doğru ilerledim. 1870’li yıllarda inşa edilen bu park, 100 yılı aşan sürede yapılan eklemeler ve değişikliklerle önemli bir rekreasyon alanı haline gelmiş.

Zamanında İstanbul’a giden ana yolun başlangıç noktası olarak kabul edildiği için bu ismi alan İstanbul Kapısı, Belgrad Kalesi’nin ana girişi.

Belgrad Kalesi (Beogradska tvrđava), 1. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar uzanan bir sürede inşa edilen bir yapı. Farklı zamanların izlerini taşıdığı gibi, sayısız kuşatmaya tanıklık ettiği için pek çok kez elden geçmiş. Belgrad şehrinin temellerinin atıldığı yer bu kale. Zaman içinde Roma ordugâhından Bizans kalesine, Sırp Despotluğunun merkezinden Osmanlı ve Avusturya’nın tahkimatına dönüşmüş. Bugün ise Belgrad’ın birkaç sembolünden biri ve en önemli tarihi değeri. Diyebilirim ki tüm Belgrad’daki tek gerçek tarihi yapı bu kale. Kale dışında, Belgrad’da 19. yüzyıl öncesine ait çok az sayıda yapı var. Yukarı ve aşağı kale olarak ikiye ayrılıyor. 24 saat serbestçe gezilebilen kale surları içinde Askeri Müze, tarihi yapılar, anıtlar, kiliseler, kuleler, eski yapıların kalıntıları, hayvanat bahçesi, spor alanları ve gezinti yolları yer alıyor.

Karayorgi (Karađorđe) Kapısı’ndan kalenin dış surlarından içeri girdim. Bu bölümde Askeri Müze vardı, kalenin hendeğinde sıra sıra tanklar, toplar dizilmişti. Yolu takip ederek İstanbul Kapısından geçerek iç kaleye girdim. Kapının üzerinde Saat Kulesi vardı. İnternette bulduğum bir kale planı üzerinde kendime göre bir gezi rotası belirlemiştim. Her ne kadar karanlık bastırdığı için fotoğraf çekmek zor olsa da makinemi gece ayarına getirdim ve turuma başladım.

Kime niyet kime kısmet! Damat Ali Paşa ile anılan türbe, aslında başka bir vezirin mezarına ait.

Kapıdan geçince çıkılan meydanın ortasında Damat Ali Paşa Türbesi yer alıyordu. 1784 yapılan türbe Belgrad’da ölen Osmanlı veziri için yapılmış, ancak ismini 1717’de Petrovaradin’de Avusturyalılarla çarpışırken şehit olan Damat Ali Paşa’dan almış. Mezarı burada olmasa da ismi bu türbeyle hâlâ yaşıyordu. Sağdaki patikalardan devam ederek Despot Kapısı’na ulaştım. Burası gözlem kulesi olarak kullanılıyordu ve giriş ücretliydi. Kapının öte tarafında hendeklerin üzerinde yükselen, ürkütücü Zindan Kapısı kompleksi vardı. Macarlar tarafından Türk saldırılarına karşı kaleyi korumak için yapılan burçlar, daha sonra Türkler tarafından hapishane olarak kullanıldığı için hâlâ zindan adıyla anılıyordu. Burada asıl kale yapısını terk ettim ve kıvrılan yolu takip ederek dış kaleye ve alt şehre inmeye başladım.

Kale içindeki en etkileyici yapılardan Ružica Kilisesi, gece ışıklandırılmasıyla daha da mistik bir görüntüye bürünüyor.

Merdivenlerden devam ederek belki de Kale’nin içindeki en ilginç yapı olan Ružica Kilisesi’ne (Bogorodična Crkva Ružica) indim. Duvarları tamamen asma yapraklarıyla kaplanmış bu ufak yapı, kiliseden çok bir pagan tapınağını andırıyordu. Kilisenin girişindeki adak yerindeki mumların ışığı, karanlıkta kilisenin gotik ve gizemli havasını artırmıştı. Burası, 15. yüzyılda inşa edilmiş, ancak 1521’de Belgrad’ı fethi sırasında Türkler tarafından yıkılmış, daha sonra cephanelik olarak kullanılmış, 19. yüzyılın ikinci yarısında tekrar inşa edilmiş ve en son 1925’te yenilenmiş.

Belgradlılar St. Petka Şapeli’ndeki kaynaktan çıkan suda yüzlerini yıkayıp şifa arıyorlar.

Kilisenin yanındaki yolu takip edince daha yeni tarihli bir kilise çıktı karşıma. 1937 tarihli St. Petka Şapeli (Kapela Svete Petke) bir ayazmanın üzerine kurulmuş. 1521 yılına kadar burada Aziz Petka’nın kalıntılarını barındıran bir başka kilise varmış. Mimarisi, Ružica kadar dikkat çekici olmadığı için fazla oyalanmayıp yoluma devam ettim.

Taşlı yoldan yuvarlanmamaya dikkat ederek Kale’nin aşağısındaki parka indim. Orta Çağ’da burası Belgrad’ın merkeziymiş.

Belgrad Kalesi 125,5 metrelik bir tepenin üstünde yer alıyor ve altında hâlâ keşfedilmemiş dehlizler var.

Tepede ışıklandırılmış kale duvarları azametli bir koruyucu gibi uzayıp gidiyordu. Solumda şimdi planetaryum olarak kullanılan 18. yüzyıldan kalma Türk Hamamı vardı, ileride ise 6. Karl Kapısı ile askeri yemekhanenin kalıntıları görülüyordu. Çok daha ileride, anayolun diğer tarafındaki surlara bitişik Nebojša Kulesi inmeye başlayan pusun içinde belli belirsiz fark ediliyordu. 1460’larda inşa edilen kule, hem Sırplar hem Türkler için önemli bir savunma noktası ve zindan olarak kullanılmış. Yunanistan’ın desteğiyle restore edilen kule şimdilerde müze-galeri olarak Belgrad’ın tarihine ışık tutuyor.

Evliya Çelebi’ye göre kitabesinde “Buyur, cennete yaraşır bir zenginliğin tadına bak” yazan Sokullu Çeşmesi’nin eski görkeminden geriye bir şey kalmamış.

Orijinal planım dış kalenin surlarını boydan boya geçip yukarıya çıkmaktı ama fazlasıyla ıssız olan parkta, akşam karanlığında tek başıma dolaşmayı gözüm kesmedi. Gerçi daha sonra Belgrad’ın oldukça güvenli bir yer olduğunu görecektim ama ilk akşam çok fazla açılmaya cesaret edemedim. Yine de parkın içinden geçip eski Baruthane kalıntılarının yanından, oldukça dik bir yokuşu tırmanıp kan ter içinde Kale’ye geri geldim. Yokuşun solunda Metropolitlik Sarayı’nın kalıntıları vardı ama karanlıkta pek fark edilmiyordu. Defterdar Kapısı’ndan geçince Sokullu Çeşmesi ile karşılaştım. Daha doğrusu çeşmeden geri kalanlarla... Açıkçası Sokullu’nun adına yaraşır daha şaşaalı bir çeşme bekliyordum ama biraz harap olmuş, fark etmeden kolayca yanından geçip gidilecek bir yapı buldum. Avusturya hakimiyetinde üzeri toprakla örtülen çeşme ancak 1938’de tekrar gün yüzüne çıkarılmış ve 1990’larda restore edilmiş.

Zamanında Belgrad’ın kurulduğu Kale ile Tuna arasındaki düzlükte, şimdi geniş bir park var.

Kale surlarının üzeri görünüşe göre sevgililerin popüler buluşma noktasıydı. Gençler manzarayla pek ilgilenmiyor olsalar da gerçekten muhteşem bir manzara vardı. Aşağıdaki parkın ışıkları inen pusun içinde sarı sarı parıldıyor, ileride Tuna belli belirsiz akıp gidiyordu. Ama daha ilginci sanki bir deniz veya göl vardı aşağıda. Işıksız bir karanlık, bir orman kilometrelerce uzanıp gidiyordu Tuna’nın ötesinde. Kim bilir neresiydi ta ileride görünen ışık noktaları, sanki suyun öte yakası gibi…

Gelmeden önce haritadan Belgrad’ı incelerken Tuna’nın üstünde çok az köprü olduğunu, diğer yanda yerleşimin az olduğunu görünce garipsemiştim. Belgrad, Tuna’nın diğer tarafına pek geçmemiş, geniş alana yayılan ormanlara kıymamıştı. Belki ihtiyaç duyulmamış, belki çevre bilinciyle şehir o yöne genişlememişti. Hâlbuki 3-4 köprüyle Tuna çok rahat geçilebilir, şehir merkezine bu kadar yakın yerde toplu konutlar, alışveriş merkezleri kurulabilirdi, ne de güzel kentsel dönüşüm yapılırdı!

İstanbul’da tarihi yarımadanın siluetini bozan gökdelenlerin “zamanında fark edilmemiş, olmuş bir kere” diye geçiştirilmesinin tartışması sürerken, Belgrad’da bu kadar geniş bir ormanlık alanın korunmasına gıpta ettim.

Belgrad şehrinin koruyucusu Victor Heykeli, 14 metre yüksekliğindeki bir sütunun üzerinde şehri gözetliyor.

Kale gezime biraz ötedeki seyir terasıyla devam ettim. Buradan hem Tuna Nehri hem de Sava Nehri’nin öte yanı görülebiliyordu. Sava Nehri’nin diğer yanında yüksek ve modern binalarıyla yeni Belgrad’ın ışıkları parlıyordu. Seyir terasının ortasında ise Victor – Muzaffer Heykeli (Pobednik) dikiliydi. Bu heykel, şehrin Türklerden kurtarılmasının anısına 1928 yılında dikilmiş. 1912’de Terazije Meydanı’ndaki çeşmenin üzerine dikilmesi planlanan heykel, halkın çıplak bir adamın şehrin ortasında olmasına muhalefet etmesiyle yıllar sonra Kalemeydan’a dikilmiş ve şehrin sembollerinden biri olmuş.

Belgrad’da 19. yüzyıl öncesine Balkan mimarisine dair nadir örneklerden biri Kale surları içinde bulunuyor.

Seyir terasının solunda klasik Balkan mimarisi tarzında eski bir bina göze çarpıyordu. Projektörlerle aydınlatılmış bu beyaz yapı Eski Eserleri Koruma Enstitüsü’nün binasıydı. Binanın yanından geçip girdiğim kapıdan Kale’yi terk ettim. Dış avludaki eskiden nöbetçi karargahı olan bina galeri olarak kullanılıyordu ve hayvanlar üzerine bir sergi vardı ama pek ilgimi çekmediği için Kalemeydan Parkı’ndan çıkıp yaklaşık 1,5 saat süren Kale gezimi sonlandırdım.

Belgrad’a indiğimde beni karşılayan ılık hava yerini ayaza bırakmıştı. Bacaklarımdaki yorgunluk belirtisinin yanı sıra karnım acıkmış, malum ihtiyaçlar kendini hissettirmeye başlamıştı. Kalemeydan’dan karşıya geçip şehrin en popüler, en turistik ve en cazip caddelerinden biri olan, trafiğe kapalı Kneza Mihaila Caddesi’ne adım attım. Burası İstanbul’un İstiklal Caddesi ile kıyaslanabilir. Yaklaşık 1 kilometre boyunca çoğu 19. yüzyıla ait restore edilmiş binaların, ünlü markalara ait mağazaların, butiklerin, kafe ve restoranların, kitapçıların ve her türden dükkanın olduğu kalabalık bir caddeydi burası. Kalemeydan’ın sakin atmosferinden sonra burası bayağı hareketli ve aydınlık gelmişti. İnsanlara ve binalara baka baka caddeyi baştan sona kat ettim. Yemek yiyecek bir mekan bakıyor, bir taraftan da Sırp folk müzikleri bulabileceğim bir mağaza arıyordum. Bu arada kitapçıların sadece kitap satıyor olması dikkatimi çekti.

Cadde boyunca pek çok lokanta-kafe olmasına rağmen ya benim için fazla lüks görünüyorlardı ya da ayaküstü büfelerde ben ihtiyacımı karşılayamayacaktım. Bu arada caddenin sonundaki meydanda Vulcan adlı kitap-müzik-film vs. satan büyük mağazayı buldum ve bir CD satın aldım. Bu vesileyle mağazanın içinde umumi tuvalet var mı diye kolaçan ettim. Ne yazık ki yoktu. Caddeyi gerisin geri yürümeye başladım ve rehber kitaplardaki alışveriş merkezi olarak gösterilen yerleri aramaya koyuldum. Ara bir sokakta New Millennium alışveriş merkezini buldum ama burası alışveriş merkezinden çok, bizdeki pasajlara benziyordu ve henüz 18.30 olmasına rağmen çoğu dükkan kapanmıştı, açık olanlar da kepenklerini indiriyorlardı. Ortada tuvalet işareti filan göremeyince bu sefer Kneza Mihaila’ya paralel sokakta ilerlemeye başladım ama buradaki bar-kafe-kulüp arası mekanlar da beni cezbetmedi. Yine caddeye çıkıp bu sefer lokantaların önündeki menülere göz gezdirerek yürümeye başladım. Tahmin ettiğim gibi fiyatlar benim bütçem için yüksekti. Yine Kalemeydan’a geldim ve bu sefer defterime not aldığım bir lokantayı bulmak ümidiyle sağa doğru ilerledim ama maalesef… Yine caddeye paralel Uzun Mirkova Caddesi’nden bu sefer yukarı yürümeye başladım ve bir lokantanın yanından geçtim. Daha iyi bir yer bulabilir miyim diye biraz daha yürüyünce Studentski Meydanı’na yaklaştığımı gördüm ve artık ne olursa olsun deyip döndüm ve o lokantaya girdim.

Temiz, eli yüzü düzgün bir aile mekanına benziyordu. Sırbistan’da henüz sigara yasağı yaygınlaşmadığı için lokantanın içinde belirgin bir sigara dumanı vardı. Kalabalık olan ilk salon yerine yandaki tenha ve dumansız ikinci salona geçtim. Hem Sırp hem dünya yemeklerinden oluşan zengince bir menü vardı ve fiyatlar da ortalamaydı. Belgrad’daki ilk akşamımda bari şöyle güzel bir yemek yiyeyim dedim. Lazkovac usulü et yemeğinin domuz etinden yapıldığını öğrenince vazgeçtim ve garsonla domuz eti olmayan bir yemek bulmak için menüyü incelemeye başladık. Sonunda tavuk madalyonda karar kıldım. Menüdeki çorbaların hiçbirinin olmaması üzerine ben de konsome istedim. Bu içinde çeşitli sebzelerin olduğu bir et suyuydu. Artık ne etiydi bilmiyorum, 3-4 saattir soğukta kaldığım için “Allah affetsin” diyerek sıcak çorbayı içip bitirdim. Hem çorba hem de tavuk madalyon lezzetliydi ve fiyata göre porsiyonlar oldukça doyurucuydu (bahşişle 900 SD).

Bu arada çorbamı içerken kafamı kaldırıp duvardaki televizyona baktığımda tanıdık yüzler gördüm. Başrol oyuncusunun her bölümde kalp krizi geçirerek, ölüp ölüp dirildiği, bir türlü bitmek bilmeyen bir Türk dizisi Sırpça altyazılı olarak gösteriliyordu. Reklam arasında da geçen sezonun en popüler dizisinin; hani şu karakterlerin kahvaltıya bile abiye kıyafetle indikleri, sosyal ve sosyetik hayata damgasını vuran meşhur dizinin fragmanı gösterildi. O an anladım ki Sırbistan ile Türkiye arasında artık bir husumet kalmamıştı. Tarih boyunca düşman olan iki millet, popüler kültüre gelince ortak paydada buluşmuştu.

Yemekten sonra Kalemeydan’daki tramvay durağından tramvaya bindim. Yine biletimi damgalamayı beceremedim. İstasyon durağında inip Belgrad’da adım başı rastlanan, “pekara” adlı fırınlardan birinden sabah kahvaltısı için açmaya benzer bir şey aldım ve hostelime döndüm. Belgrad gezime sakin ve olumlu bir başlangıç yapmıştım.

6 Kasım 2011, Pazar
Akıncıların izinde Smederevo


Hangi mantıklı insan pazar sabahı, saat 6 buçukta uyanır? Tatilde seyahatin en kötü tarafı, tatil yapılamaması… Sırbistan’daki ikinci gün hedefim Smederevo’ya gitmekti, yani bizim bildiğimiz ismiyle Semendire’ye.

Erken kalkan yol alır mantığıyla sabahın köründe uyandım. Önceki akşam hostele döndüğümde, oturma odasında kadınlı erkekli bir grup insanın sigara yasağına rağmen odayı dumana boğduklarını görmüştüm. Sadece merhaba deyip odama çekilmiştim. Tekrar dışarı çıktığımda ortada kimseler yoktu, muhtemelen âlemlere akmışlardı. Erken kalkmamın bir sebebi de banyo, mutfak kullanımında o insanların önüne geçmek istememdi. 8.00 gibi apartmandan çıktığımda daha kimse kalkmamıştı.

İlk olarak Smederevo otobüslerinin kalktığı Lasta Terminali’ne gittim. Burası ana otogar olan BAS Terminali’nin hemen karşısındaydı. Rehber kitapların söylediğinin aksine Sırbistan’da İngilizce çok yaygın değil, özellikle de orta yaşın üstünde. Bilet görevlisi hanımla kâh konuşarak kâh yazışarak anlaştık ve 9’da kalkacak otobüse bir bilet aldım.

BAS’ta nasıldır bilmiyorum ama Lasta’da, biletlerin üzerindeki barkodlar turnikelerde okutularak otobüslere biniliyordu. Benimki biraz eski bir otobüstü. Biletin üzerindeki koltuk numarasına bakınırken, bir hanım yolcu istediğin yere geç otur gibi bir şeyler söyledi.

Sadece birkaç yolcunun olduğu otobüs kısa sürede Belgrad’ın dışına çıktı. Yeşil ve sarının birbirine geçtiği sonbahar manzaralarının eşliğinde, küçük yerleşimlerden, tarım arazilerinden, endüstriyel bölgelerden geçtik. Geçtiğimiz yerleşimlerden birinde yol tıkandı. Nedeni 2. el otomobil pazarı mıydı, sebze-meyve pazarı mı, yoksa politik bir gösteri mi bilmiyorum. Belki hepsi birden… Yolun iki yanına sıra sıra arabalar park edilmişti, insanlar filelerle, çuvallarla sebze meyve taşıyorlardı ve bir grup insan da ellerinde bayraklarla, pankartlarla bekleşiyordu.

Sırbistan’ın çelik endüstrisinin merkezi olan Smederevo’da demiryolu taşımacılığı önemli yer tutuyor.

Yaklaşık 1,5 saatlik bir yolculuktan sonra yine Tuna Nehri’nin kıyısına indik. Önce Smederevo’nun artık Amerikalılara ait olan demir-çelik tesisleri göründü. Daha sonra Semendire Kalesi’ni fark ettim.

Bir dönem başkentlik de yapmış olan Smederevo, tarihi bir şehir olmaktan çok, bir endüstri şehri. Şehirde, ilk yerleşimler M.Ö. 7. yüzyıla kadar uzanıyor, M.Ö. 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu’na dahil oluyor. Ama asıl kuruluşu Sırp Prensi Đurađ Branković’in 1430’da kaleyi inşa edip burayı yeni başkent ilan etmesiyle gerçekleşiyor. 1439’a kadar başkent olan Smederevo, 2 aylık bir kuşatmayla Osmanlı tarafından fethediliyor. 1444’te Macar Krallığı ile Osmanlı Devleti arasında yapılan anlaşmaya göre şehir yeninden Branković’e teslim ediliyor. 1459’da yeniden Osmanlı tarafından fethediliyor ve bir sınır kalesi olarak Osmanlı-Macar Savaşlarında önemli bir rol oynuyor. Stratejik konumu nedeniyle sürekli tahkim edilen kale ve giderek büyüyen şehir, 350 yıl boyunca Semendire Sancağı’nın başkenti oluyor. 1806’daki İlk Sırp İsyanı’ndan sonra yeniden Sırbistan’a bir dönem başkentlik yapıyor. 2. Dünya Savaşı sırasında ise Alman kuvvetleri şehri istila ediyor. Şehrin tarihindeki en trajik olaylardan bir 5 Haziran 1941’de yaşanıyor. Kaledeki cephaneliğe yapılan sabotajda devasa bir patlama gerçekleşiyor ve hem kaleye büyük zarar veriyor hem de şehirdeki binlerce insanın ölmesine neden oluyor.

Bugün şehrin ekonomisinde endüstrinin yanı sıra tarımın da önemli rolü var. Yöre özellikle üzüm bağları ve şaraplarıyla ünlü. Smederevka isimli üzüm çeşidi adını buradan alıyor. Kentte sonbaharda bağbozumu şenlikleri düzenleniyor.

Benim Smederevo’ya gelmemin en önemli sebebi ise kişisel tarihimle ilgiliydi. Mohaç Savaşı’nın komutanlarından olan ünlü akıncı beyi Yahyapaşazade Malkoçoğlu Bâli Bey ve onun soyundan gelenler çeşitli dönemlerde Semendire Kalesi’nin sancakbeyliğini yapmışlar. Tarihte pek çok Bâli Bey var; kimisi akraba, kimisinin birbiriyle ilgisi yok. Bu Bâli Bey’le bir bağım var mı kesin bilemiyorum, yine de soyadını taşıdığım bir kumandanın savaştığı, yaşadığı ve yönettiği yerleri görme isteğim Smederevo’ya gelmeme neden oldu.


Smederevo’ya vardığımda hava bulutlu, soğuk ve rüzgarlıydı, ama şansıma yağmur yağmıyordu. Elimde, internetten indirilmiş ve sadece Kiril alfabesiyle yazılmış bir Smederevo haritası vardı. “Kale nerede, otogardan oraya nasıl gideceğim” diye düşünürken, otogardan çıkar çıkmaz Kale’nin surlarını gördüm. Bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim. Dedelerin ruhları yardım ediyordu beki de.

Semendire Kalesi’nin surları savaşların, hava şartlarının ve zamanın yıpratmasına rağmen ayakta durmaya devam ediyor.


Semendire Kalesi (Smederevska Tvrđava), Jezava Irmağı’nın Tuna’yla birleştiği yerde, 11 hektarlık geniş bir alanda üçgen şeklinde inşa edilmişti. Kuşatmaların, 1941’deki patlamanın ve zamanın etkileriyle büyük zarar görmüş olsa da Kale’nin surları tüm heybetiyle ayaktaydı. Ancak yer yer çökmüş duvarlar, büyük çatlaklar ve kulelerde eğilmeler vardı. Kaleyi çevreleyen, eskiden suyla dolu olan hendekler artık kurumuştu.

Ana kapıdan geçince geniş bir yeşil alana çıktım. Burası park olarak kullanılıyordu ve pazar sabahı spor yapan birkaç kişi ile benim gibi erkenci birkaç turist dışında kimse yoktu. Tuna’dan esen soğuk rüzgar geniş açıklıkta içime işliyordu. Dış kalenin sağ köşesinde eski bir kilisenin kalıntıları vardı. Doğrudan iç kaleye yürüdüm. Buraya biletle giriliyordu (100 SD).

Yine üçgen şeklinde inşa edilmiş iç kalenin hendeği suyla doluydu ama çok pisti. Tahta köprünün üstünden ağır ağır ilerleyerek kalenin kapısına yaklaştım.

Küçük kent surlarının içine, su dolu bir hendeğin üstündeki ahşap köprüden geçilerek giriliyor.

Ağzından köpükler çıkaran atın üstünde bir ulak kalenin kapısından geçti. Kapının hemen üstündeki Jerina Kulesi’ndeki nöbetçiler bir an için merakla bu telaşlı süvariye baktılar. Şehri gözetleyen Köşe Kule ile Tuna Nehri’ne bakan Zindan Kulesi’ndeki muhafızlar ise bu telaşlı atlıyı fark etmemişlerdi. Süvari, avluda talim yapan askerlerin arasından geçip kapının solunda, bir zamanlar despotların saray olarak kullandığı yapının önünde atının dizginlerini çekti. Muhafız başı koşarak yanına geldi ve birlikte avlunun diğer tarafındaki Büyük Kabul Salonuna Bâli Bey’in huzuruna çıkardı. Bu bir anlık telaştan sonra Kale’deki hayat normale döndü. Akıncılar talime devam ettiler, süvariler atlarını tımar etmeye… Köylüler getirdikleri erzakı sarayın biraz ilerisindeki ambara taşıyorlardı.

Kale’nin kapısından geçtiğimde yıllar önce okuduğum bir Malkoçoğlu çizgi romanının kareleri zihnimde canlandı. Ancak gözümle gördüklerim çok daha farklıydı. Ne Güney Sarayı kalmıştı ne Kabul Salonu… Sadece temel taşları görünüyordu, bir de Kabul Salonunun Gotik ve Romanesk üsluptaki yüksek pencereleri. Zindan Kulesi’nin dibinde bir sahne, avlunun ortasında ise akıncılar yerine mavi plastik koltuklarıyla kat kat yükselen bir tribün vardı. Herhalde şehirdeki etkinlikler Kale’nin içinde düzenleniyordu.

Kale içindeki binaların yerinde yeller esiyor, avlu ise artık konserlere ev sahipliği yapıyor.

Sahnenin kenarından geçip Zindan Kulesi’nin ahşap merdivenlerini tırmanmaya başladım. Osmanlı’ya karşı son savunma noktası olarak inşa edilen bu kule 4 metre kalınlığındaki duvarlarla çevrilmiş. Orijinal kulenin çok daha yüksek olma ihtimali var, çünkü temsili kale planında en yüksek kule olarak çizilmiş.

Yedi Kardeşin Kellesi adlı ilginç kulenin üzerinde bir de Jerina’nın Banyosu adlı bir bölüm var. Jerina Branković ya da ahalinin verdiği isimle “Lanetli Jerina” Despot Đurađ Branković’in Bizans asıllı eşiymiş. Kale’nin yapımını üstlenen kardeşi George Kantakuzenos ile birlikte, kalenin inşası için halktan yüksek vergiler toplamış. Halk da ona lanet okumuş. Sırbistan’daki başka kaleler de Jerina’nın adıyla anılır olmuş. Halk söylencelerine göre Jerina’nın bu kalelerin surlarından sevgililerini ve çocukları atarmış.

Bir sonraki durağım Köşe Kule şu anda Kale’nin en yüksek kulesiydi. Kulenin tepesinden hem Tuna Nehri hem arkada kalan Smederevo hem de Kale surları çepeçevre görülüyordu. Sert esen rüzgar, ağır ve güçlü akan Tuna Nehri’nin üzerinde çırpıntılar oluşturuyor, nehrin diğer tarafında alabildiğine uzanan ormanın tepesi sararmış ağaçlarını iki yana sallıyordu. Kale'nin dibinden usulca Tuna’ya karışan Jezeva Nehri’nin kıyısında sıra sıra sandallar diziliydi. Tuna’nın üzerinde ise mavnalar yavaş yavaş ilerliyordu. Bu soğuk ve puslu pazar gününde Smederevo’ya dinginlik hakimdi.

Kulelerin tepesinde sert esen rüzgarın uğultusuna, Tuna’nın şıpırtıları ile karşı kıyıdaki ağaçların hışırtısı eşlik ediyor, biraz hayal gücüyle askerlerin kılıç şakırtıları da duyuluyor.

Manzaranın keyfini yeteri kadar çıkardıktan sonra surları çepeçevre dolaşıp Kale’nin diğer tarafındaki merdivenlerden avluya indim. Görkemli günlerini çok gerilerde bırakmış kalenin yorgun, yıpranmış, bir inat ayakta kalmaya direnen duvarlarına son bir kez baktım ve kaleyi terk ettim. Kocaman ahşap kapı arkamdan gıcırdayarak kapandı. Acaba rüzgar mıydı, yoksa akıncıların ruhları mıydı beni uğurlayan?

Kale’nin parkı sabah yürüyüşüne çıkanlar ve spor yapanlarla hareketlenmişti. Surlar boyunca parkı dolaşmaya devam ettim. Karşıma hamam olarak belirtilen yapının kalıntıları çıktı. 17. yüzyıla tarihlendiği söylenen hamamdan geriye sadece temel taşları kalmıştı. 1,5 kilometre uzunluğundaki kale surları ise bu bölümde daha sağlam görünüyordu. Ancak bazı yerlere surlara yaklaşılmamasını söyleyen uyarı tabelaları yerleştirilmişti. Surların üzerinde 25 metre yüksekliğinde toplam 25 adet kule vardı.

Kale’nin parkı Smederevolular için sakin ve geniş bir rekreasyon alanı sağlıyor, manzara da cabası…

Sarı-kızıl yaprakların yeşil çimler üzerine yayıldığı parkın romantik atmosferinden ayrılıp, muhtemelen demir işletmelerine ait yük trenlerinin sıra sıra dizildiği demiryolunu geçerek şehre doğru ilerledim.

Smederevo’da Kale haricinde ilgimi çeken bir başka yer de müzeydi. Belki Bâli Bey’e ait bir şeyler bulurum diye ümit ediyordum. Ancak müzenin adresini bilmeme rağmen, haritada yerini bulamıyordum. Ben de şehir meydanına doğru yürümeye karar verdim. Muhtemelen oraya yakın bir yerdeydi ya da en azından orada birilerine sorabilirdim. Demiryolunu geçip Kale’nin ana kapısının karşısındaki sokakta yürümeye başladım. Birden solumda kalan bir binanın üzerinde Kiril harfleriyle müze gibi bir şeyin yazdığını fark ettim. Şöyle biraz inceleyince aradığım Şehir Müzesi’nin burası olduğunu anladım. Dedeler yine yardım etmişti ve bu Smederevo’daki son yardımları olmayacaktı.

Smederevo Müzesi, çok zengin olmasa da koleksiyonuyla kentin tarihine kısa bir yolculuğa çıkarıyor. Ne yazık ki Türklere ait fazla parça yok.

1972 yılından beri eski bir otelin yerinde hizmet veren Smederevo Müzesi’nin (Muzej u Smederevu) üç katında şehrin farklı dönemlerine ait eserler sergileniyordu. Zemin kattaki bahçede Roma ve öncesi dönemlere ait kalıntılar ve bazı Osmanlı mezar taşları yer alıyordu. Ayrıca sergi salonunda Japon resim sanatına ait dönemsel bir sergi vardı. İkinci kat Ortaçağ ve Osmanlı dönemine ayrılmıştı ancak Osmanlı’ya ait birkaç silah ve belge dışında pek bir şey yoktu. Daha çok dini ve günlük yaşama ait eşyalarla Smederevo’nun Sırp tarihine ilişkin belgeler vardı. Üçüncü katta ise son 200 yıla yer verilmişti. Smederevo’nun Osmanlı sonrası görüntüleri, yöresel kıyafetler ve günlük eşyalar dışında, 2. Dünya Savaşı’ndaki direnişe dair belge ve eşyalar sergileniyordu. Müzenin arkasındaki ufak meydanda, 1941’deki patlamanın anısına dikilmiş bir anıt da yer alıyordu.

Smederevo’nun en büyük kilisesi St. George Katedrali’nde şansınız varsa bir düğün törenine rastlayabilirsiniz.

Müzeden çıkınca şehir meydanına doğru yürüdüm. Smederevo önemli bir şehir olmasına rağmen büyük sayılmaz. Şehirde görülebilecek her yer meydanın çevresinde veya yakınında. İlk olarak karşıma St. George Katedrali (Hram sv. Georgija) çıktı. Şansıma katedralin önünde davullu zurnalı bir düğün vardı. Yürümeyi bile güçleştiren rüzgarda kadınların mini etekle, erkeklerin ceketle nasıl durduklarına şaştım. 1850-1854 arası inşa edilen katedral yüksek çan kulesi ve 5 küçük kubbesiyle şehirdeki en dikkat çekici ve merkezi yapıydı.


Eski Belediye Binası ve Adalet Sarayı, kent meydanında dikkat çeken iki yapı.

Kilisenin sağında, tam köşede 1920’lerde inşa edilmiş olan Eski Belediye Binası (Zgrada Opštinskog doma) vardı. Bu zarif binanın girişinin üstündeki dört heykel adalet, düzen, bilim ve kültürü temsil ediyordu.

Meydanın diğer tarafında ise 1888’de yapımı bitmiş olan Adalet Sarayı (Zgrada starog Okružnog načelstva) yer alıyordu. Yapılışından bu yana çeşitli kamusal işlevler için kullanılmış olan binanın cephesi Neo-Rönesans ve klasik izler taşıyordu.

Kilise’nin arkasındaki 1. Dünya Savaşı Anıtı, kentin savaşta verdiği kayıpların anısını yaşatıyor.

Kilisenin arkasındaki küçük meydanda ise 1. Dünya Savaşı Anıtı yer alıyordu. Şehirde kayda değer bir başka bina olan Smederevo Lisesi (Zgrada Gimnazije) ise biraz ilerdeydi. 1904’te inşa edilen bina, Sırbistan’daki pek çok eğitim kurumunun mimarisine örnek olmuş.

Karayorgi Dutu, 1805 isyanında Karayorgi’nin şehrin anahtarlarını almasına tanıklık etmiş.

Smederevo şehir merkezindeki görmek istediğim son anıtı, yine tesadüfen buldum. Bu, yüksek ve sevimsiz bloklar arasında kalan ufak bir meydanın ortasındaki Karayorgi Dutu (Karađorđev dud) idi. 300 yaşın üstündeki bu dut ağacı şehrin tarihindeki önemli bir olaya tanıklık etmişti. Sırp Ayaklanması sırasında 8 Kasım 1805’te Karayorgi şehrin anahtarlarını, şehrin komutanı Muharrem Paşa’dan bu ağacın altında almış ve şehir yeniden Sırbistan’ın başkenti olmuştu.

Böylece 1,5-2 saatlik bir zamanda Smederevo turumu tamamlamıştım. Biraz ısınmak ve öğle yemeği yemek için açık bir yer aramaya başladım. Ancak bu sefer dedeler benden yardımı esirgedi. Pazar günü olduğu için pek çok lokanta kapalıydı. Daha doğrusu ben hesaplı bir yer arıyordum ve açık olanlar daha çok şık görünüşlü kafe tarzı yerlerdi. Meydanın çevresindeki sokaklarda turlamaya başladım. Bu sayede yüz yıllık bazı taş evleri görme şansım oldu. Kimisi restore edilmişti kimisi de oldukça yıpranmıştı.

Şaraplarıyla ünlü olan Smederevo da bir de fıçılardan oluşturulmuş şarap satış alanı var ama pek çok yer gibi pazar günü orası da kapalı.

Smederevo şaraplarıyla ünlü demiştim ya, ana meydana bağlanan başka bir meydanda Wine City adlı şarap merkezine de rastladım. Aslında burası meydanın ortasında, büyük şarap fıçılarından yapılmış stantların bulunduğu bir şarap satış alanıydı, ama tüm stantlar kapalıydı.

Şehir meydanından üçüncü kez geçerken ilk gördüğüm pastaneye girdim. Kapısında sandviç ilanı filanı vardı ancak içeride sadece tatlı ve pasta vardı. Ne kadar baklavalar gözüme lezzetli görünse de tatlı yemek niyetinde değildim. Buradan da elim boş dönünce hemen ilerisindeki pastaneye girdim. Neyse burada börek, çörek, pizza gibi daha uygun yiyecekler vardı. Sıcak bir fincan çay ve takır takır bir peynirli börekle karnımı doyurdum.

Smederevo bir zamanlar başkent olmasına rağmen büyük bir şehir değil ve tüm önemli binalar ana meydanın etrafında toplanmış.

Yemek işini de halledince, Smederevo’dan ayrılmak üzere otogarın yolunu tuttum. Şansıma 13.30 otobüsü henüz kalkmamıştı. Ancak yine bir dil sorunu yaşandı. Gişedeki memure “bilete gerek yok, otobüste alırsın” dedi. Ancak turnikelerdeki görevli bilet istedi ve beni geçirmedi. Otobüs kalkmak üzereydi, aceleyle gişeye döndüm ama bu seferde önümde 2-3 kişi vardı. Sıra bana geldiğinde baktım derdimi anlatamayacağım, bir sonraki otobüse bilet istedim. Zaten o sırada otobüs kalktı. Kısa bir bekleyişten sonra daha konforlu bir Lasta otobüsü geldi. Ben yine gelişigüzel oturdum ama bu kez bir hanım ve küçük kızı geldi. Ben yerimi değiştirmek istediysem de turiste saygı gösterip kendileri yandaki boş koltuğa oturdu. Sadece bir saat süren dönüş yolunun çoğunu uyuklayarak geçirdim.

O gün vakit kalırsa Tito’nun mezarının da bulunduğu Yugoslavya Tarihi Müzesi’ne gitmek istiyordum ancak Belgrad’a vardığımda müzesinin kapanmasına sadece bir saat kalmıştı. Müze şehir merkezinin biraz dışında kaldığı için gidip de eli boş dönmek istemedim. Fırsat olursa daha sonra ziyaret ederim dedim ancak ne yazık ki bir daha fırsatım olmadı.

Akşamki planım Belgrad Arena’daki Monserrat Caballe konseriydi. Hem yolu öğrenmek hem de birkaç şey sormak için resepsiyona uğradım. Resepsiyonda Vlada adlı bir genç duruyordu bu kez. O da sıkılmış olmalı ki yaklaşık bir saat sohbet ettik. Bana ulaşım ve yemek konusunda tavsiyelerde bulundu. Sonunda otobüslerde biletimi nasıl damgalatacağımı Vlada’dan öğrendim. Biletin girdiği siyah yuvayı kendime doğru çekmeliymişim meğerse.

Sohbetimiz sırasında kendimce bazı ilginç tespitlerde bulundum. Vlada, tatillerde Hırvatistan’a, Bosna’ya gittiğini, ailesinin ise birkaç kez Türkiye’ye geldiğini söyledi. Ona göre Bosna-Hersek ya da Hırvatistan zamanın düşman ülkeleri olmaktan çok, keyifli bir tatil yapacağı, lezzetli yemekler yiyebileceği yerlerdi.


Apartmana geldiğimde ise yan odada kalan Milena adlı genç kızla tanıştım. Üniversite diplomasını almak için Niş’ten Belgrad’a gelmişti. O da Türk dizilerinin Sırbistan’da ne kadar popüler olduğunu anlattı. Sırplarla tanışmaya başladıkça başta yaşadığım endişelerin boşuna olduğunu anladım.

İnsanları incelediğimde orta yaş ve üstü Sırpların, özellikle de erkeklerin daha asık suratlı, yorgun ve sert mizaçlı olduklarını gördüm. Daha doğrusu hissettim. Bilmiyorum, belki de bana öyle geldi. Yugoslavya’nın parçalanışını, ardından da savaşı bizzat yaşamışlardı. Özgürlük ve zafer vaat eden politikacıların peşinden sürüklenip sonunda katliamcı damgası yemişlerdi. Belki de bazıları eline silah alıp birilerini vurmuştu. Bütün bunların onları daha hırçın yapması doğaldı.

Buna karşın gençlerin tavırları çok daha rahattı. Vlada gibi 90’larda yaşanan bölünme ve savaş sırasında henüz çok küçük olan gençler, külleri eşeleyip ateşi canlandırmaktansa günü yaşamayı tercih ediyor olmalıydılar. Ne de olsa Bosna’da yaşanan katliamlar, toplama kampları, keskin nişancılar, tecavüzler onların dışında gelişen olaylardı. Yine de Sırplara yönelik önyargılar, ister istemez onların sırtında bir yük olmaya devam ediyor ve devamlı günah keçisi olarak görülmek kimi olsa incitir. Yıllardır Batı’nın Türklere veya Müslümanlara olan önyargısını göz önüne alınca bunu en iyi bizim anlamamız gerekir.

Saat akşam 6’ya doğru konsere gitmek için hazırlandım, Milena’ya da konser öncesi yemek yemeği teklif ettim, ama yorgun olduğunu söyledi. Ben de Vlada’nın tavsiye ettiği, hostelin yakınındaki cevapiciyi denemek istedim. Bizim kebaptan türeyen bu isim, Balkanlarda yaygın olan parmak kalınlığındaki köfteyi ifade ediyor. Ne yazık ki lokanta pazar günü olduğu için kapalıydı. Ben de otobüse bineceğim Zeleni Venac Meydanı’na çıktım. Önce burada bir şeyler yemeyi planlıyordum, ama otobüsün Milena’nın bahsettiği Usce Alışveriş Merkezi’nden geçtiğini görünce oraya gitmeye karar verdim ve gereksiz bir maceraya atıldım.

Sava Nehri’nin diğer tarafında, Yeni Belgrad’da yer alan Usce gayet modern, büyük bir alışveriş merkeziydi ve gayet kalabalıktı. Nasıl olmasın ki? Diğer her yer kapalı olunca, Belgradlılar buraya akın etmişlerdi. Muhtemelen diğer alışveriş merkezleri de buradan farklı değildi. Buradaki kitap-müzik markete de şöyle bir baktım, ama aradığım CD’ler yoktu. Ben de yemek katına çıkıp sıra sıra lokantalar arasında pleskaviska yapan bir tanesini buldum. Pleskaviska’yı en kısa Balkan hamburgeri olarak tarif edebilirim. Bizim tombik ekmeğin maksi boyunun içine maksi bir hamburger ve istenilen garnitürler konularak servis ediliyor. Oldum olası hamburger yemeyi becerememişimdir. Ya ekmeğin bir parçası biter köfte açıkta kalır, ya köftesi biter ekmek kalır… Pleskaviska’da da kendimi tekrar ettim. Ekmeğin yarısı bitti, soslar aktı, garnitürler taştı. Burada detayına giremeyeceğim kadar başarısız bir yemek tecrübesi oldu. Allahtan böyle bir şey olacağını tahmin edip en kıyıda köşedeki masaya oturmuştum. Neyse meşakkatli bir boğuşmadan sonra yemeğimi bitirdim. Konsere bir saat kalmıştı. Fazla oyalanmadan Usce’yi terk ettim.

Otobüs durağına yaklaştığımda Belgrad Arena’ya gittiğini tahmin ettiğim bir otobüs durağı terk etti. Aksi gibi oradan geçen başka bir otobüs yoktu ve Belgrad’da bazı otobüs ve tramvay seferlerinin arası oldukça açıktı. Gelirken bindiğim otobüste Usce ile Belgrad Arena arasında 4 durak olduğunu görmüştüm. Aslında yürünmeyecek mesafe değildi ama hava soğuktu ve yetişebileceğimden emin değildim. Zaman ilerliyor, benimki hariç duraktan geçen tüm otobüs ve tramvaylardan ikişer-üçer tane geliyordu. Durakta bekleyen iki genç kıza benim otobüsü sordum. “Gelir gelir, bekle” dediler. Gelir de ne zaman? Kızlar da bir tramvaya binip gidince, “yürü ya Sinan” dedim. En azından bir sonraki durakta otobüsü yakalarım, daha doğrusu o beni yakalar diye düşünüyordum.

Geniş caddelerin, modern binaların olduğu Yeni Belgrad’da yürümeye başladım. Büyük şirketlerin, bankaların merkezleri ile modern konutların olduğu bir bölgeydi. Pür telaş yürüyordum, ama uzun bir mesafe kat etmeme rağmen durak filan yoktu ortada. Neyse ki otobüs de geçmemişti. Konserin başlamasına yarım saatten az kalmıştı. Öfkeyle kendi kendime söyleniyordum. “Tamam, yetişemem artık” derken uzakta bir durak gördüm. Adımlarımı hızlandırdım, ama benim otobüs yanımdan geçti. Işıklara takıldı, peşinden koşturdum. O durağa vardı, ben ışıklara takıldım. Nefes nefese durağa vardığımda otobüs çoktan gitmişti. Kendi kendime küfredip etrafa bakarken yolun öteki tarafında ışıl ışıl, büyük bir yapı gördüm. Üstünde kocaman Belgrad Arena yazıyordu, önünde de konserin posterleri vardı. Demek ki, otobüslerin içindeki durak planlarına pek güvenmemek gerekiyormuş. Konsere yetiştiğime mi, bir biletten tasarruf ettiğime mi sevineyim, kan ter içinde kaldığıma mı üzüleyim bilemeden Belgrad Arena’ya girdim.

Belgrad Arena, spor karşılaşmalarının yanı sıra büyük konserlere de ev sahipliği yapıyor.

Belgrad Arena (Beogradska Arena) 48 bin metrekarelik alanı ve 20 bin kişilik kapasitesiyle Avrupa’nın en büyük kapalı spor tesislerinden biri. 1994’te Belgrad’da düzenlenecek Dünya Basketbol Şampiyonası için planlanan arena, Yugoslavya’daki karışıklık nedeniyle zamanında tamamlanamamış. Zaten Belgrad’da savaş nedeniyle ev sahipliğini kaybetmiş. Arenanın resmi açılışı 2004’te gerçekleşmiş. Spor karşılaşmaları dışında konserlere ve kültürel etkinliklere de ev sahipliği yapan arenada özellikle ev sahibi Partizan takımının maçlarında görülmeye değer bir coşku yaşanıyormuş.

Ben ise o akşam opera dünyasının en büyük sopranolarından biri olan Monserrat Caballe’yi dinleyecektim. 80 yaşına merdiven dayamış olan İspanyol soprano, jübile turnesini yapıyordu. Kitleler onu daha çok Freddy Mercury ile düet yaptığı ve 1992 Olimpiyat Oyunlarının marşı haline gelen “Barcelona” şarkısı ile tanıyordu. Sanatçı sahneye orkestra şefinin kollarında geldi, hem fiziksel hem de vokal olarak yaşlanmıştı. Hatta kulise gidip gelmekten yorulmuş olacak ki konserin son kısmında sahneye bir sandalye getirtip orada oturdu. İki Sırp sanatçı da tanıdık opera parçalarıyla Caballe’ye eşlik etti. Genel olarak keyifli bir konser oldu.

Konserden sonra otobüsle Zeleni Venac’a döndüm. Ertesi sabah uzun ve yorucu bir günü bekliyordu. Gerçek bir gezgin olan dostum Bora ve eşi Yıldız Belgrad’a geleceklerdi ve Belgrad seferinin devamında bana eşlik edeceklerdi. Profesyonel bir gezginle birlikte gezecek olmam hem beni heyecanlandırıyor hem de işin içine bir rekabet duygusu katıyordu. Bakalım uyumlu bir ekip mi olacaktık yoksa birbirimizle rekabet mi edecektik? Bunu ertesi gün Novi Sad’a yapacağımız gezi gösterecekti.

7 Kasım 2011, Pazartesi

2 buçuktan 3 şehir

Sabah yine çok erken kalktım. Odamda toparlanırken dışarıdan sesler duyunca, Boraların geldiğini anladım. Sıcak bir buluşmanın ardından 2 gündür ısınma turları attığım Belgrad seferinin asıl eğlenceli kısmının o an başladığı kanısındaydım.

Kısa süre sonra hep birlikte sokaktaydık. O günün programı Sremski Karlovci, Petrovaradin ve Novi Sad idi. Dönüşte de halimiz kalırsa Zemun’da inip Belgrad’ın bu köşesini keşfetmeyi planladık.

Novi Sad’a gitmek için Belgrad Tren İstasyonu’nun (Glavna Železnička Stanica) yolunu tuttuk. 1884’te inşa edilmiş olan tarihi istasyonun içinde ben “nedir, nasıldır bakalım” derken Bora hemen gişelere yöneldi. Her şehir için ayrı bilet almaktansa Novi Sad için tam gün kullanabileceğimiz bir gidiş dönüş bileti aldık (kişi başı 460 SD). Böylesi hem ekonomik oldu hem de bize istediğimiz istasyonda inip binme fırsatı verdi.


Bilet işini de hallettikten sonra istasyon yakınlarındaki bir pekara’dan kahvaltılık bir şeyler aldık. Tren hangi perondan kalkacak diye tartışırken, Bora yine atılıp birilerine sordu. Bora bayağı canı tez çıkmıştı. Tren vaktinde geldi ve ilk durağımız olan Sremski Karlovci’ye yolculuğumuz başladı.

Trende topu topu iki vagon vardı: bir kompartımanlı vagon, bir de normal koltukların olduğu vagon. Bizim biletlerimizde ikinci sınıf olduğu belirtilmişti ancak hiçbir yerde sınıf ayrımı görünmüyordu. Biz de daha rahat görünen normal bölüme geçtik. Kondüktör de bilet kontrolünde bir şey demeyince rahat rahat kahvaltılıklarımızı çıkartıp yemeye başladık. Bu arada etrafımızda bizden başka bir şeyler yiyip içen kimse yoktu, bilmem kabalık mı ettik.

Sava Nehri’nin üstünden geçen tren önce Yeni Belgrad’a, sonra da Zemun’a uğradı. Sava Nehri’nin diğer yakasında kalan ve genellikle konut alanı olan Zemun, İstanbul’un Kadıköy’üyle kıyaslanabilir. Aslında tarihsel olarak ayrı bir şehirken, şimdi Belgrad Büyükşehir Belediyesi’nin sınırları içindeki bir ilçe. Geniş parkları, 1745 yapımı barok St. Nicholas Kilisesi, 1896’da Macarlar tarafından dikilmiş Millenary Anıtı, 18. yüzyıl sonlarına tarihlenen evleri (ki Belgrad’daki en eski konutlar olabilir), Tuna kıyısındaki kafeleri ile gezilmesi zevkli olabilecek bir bölge Zemun. İnternette gezerken rastladığım yorumlara göre, Zemunlular da (biz Kadıköylüler gibi) kendilerini asıl şehirden biraz ayrı tutuyorlar.

Tren, akşam gezmeyi ümit ettiğimiz Zemun’un kıyısından geçip yavaş yavaş Belgrad’ın dışına çıkmaya başladı. Bakımsız toplu konutlardan, küçük sanayi tesislerinden oluşan manzara, gri bulutların kasvet verdiği havayla birleşince pek bir seyir keyfi vermiyordu, biz de sohbete daldık. Bir dönem TRT’de yayınlanan (zaten o dönem alternatifi yoktu) bir uyarı filmi aklımıza geldi. Dolandırıcılar içine uyku ilacı zerk edilmiş ayranı, trende saf bir delikanlıya içirip cebindeki paraları yürütüyorlardı. Bizim gibi, 80’lerde çocuk olanlardan fazla gezgin çıkmamasında bu filmin etkilerini tartıştık. Şaka bir yana, bizim kuşağımıza bakınca sırtına çantasını alıp keşif ruhuyla gezenlerden çok, paket turlarla hazırlop gezmeyi tercih edenlerin sayısı daha fazla gibi. Bana gelince; ben arada bir yerde kalıyorum sanırım. Uzun uzun hazırlanıp, planlar yapıp yeni yerler keşfetmeyi, ama bir taraftan da bütçem elverdiğince konfordan yararlanmayı seviyorum.

Sremski Karlovci’ye vardığımızda inceden yağan yağmur gezmemize engel oluşturmadı. Elimizde bir harita olmadığı için, istasyondan çıkınca en yüksek çan kulesini gözümüze kestirip, şehir meydanının orası olacağını tahmin ederek yürümeye başladık.

Sremski Karlovci’deki belli başlı tüm yapılar ana meydanın çevresinde.

Sremski Karlovci özellikle Bora’nın görmek istediği bir kentti. Bunun nedenini, kentin bizce daha iyi bilinen ismini telaffuz edince anladım: Karlofça. Daha da eski ismiyle Karom, 1521’de Bâli Bey tarafından Osmanlı topraklarına dahil edilmiş (Bâli Bey burada da karşıma çıktı). Osmanlı döneminde Sırp nüfusun en yoğun olduğu kentlerden biriymiş.

Karlofça Antlaşması 26 Ocak 1699’da Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya, Lehistan, Venedik ve Rusya’dan oluşan Kutsal İttifak devletleri arasında imzalanmış. Bu antlaşmayla Osmanlı ilk kez Avrupa’da büyük miktarda toprak kaybetmiş ve Gerileme Dönemi başlamış. Diğer devletler içinse büyük bir kazanç olmuş ve Osmanlı’yla 15 yıl süren savaşların sonuna gelinmiş. Voyvodina eyaletinin ilk başkenti bu kent olmuş. 1814 ile 1918 arasında birkaç kez Macaristan ile Sırbistan arasında el değiştirmiş. Bu nedenledir ki Macaristan’ın etkisinde kalan ve Macar nüfusun yoğun olduğu, Macarcanın konuşulduğu Voyvodina hâlâ tartışmalı bir bölge. Sremski Karlovci’yi önemli bir özelliği de Habsburg Hanedanlığı zamanından beri Sırplar için dini, kültürel ve politik bir merkez olması. Sırp Ortodoks Kilisesi’nin metropolitinin ikamet yeri burası oldu. Sırp Ortodoks Patriği halen Karlovci Metropoliti unvanını taşıyor.

Şehir meydanına yaklaştığımızda karşımıza çıkan ilk bina Saint Arsenije Ruhban Lisesi (Bogoslovija Svetog Arsenija Sremca) oldu. 1794’te kurulan lise, dünyanın ikinci en eski Ortodoks ruhban okulu.

Sremski Karlovci’deki tüm önemli binalar şehir meydanının etrafında toplanmıştı. Meydanın alt ucunda durunca sol tarafta Sırp Patrikliğinin yazlık rezidansı olan büyük bina yer alıyordu. Paşa Konağı olarak bilinen yapının yerine, 1892-1895 yılları arasında, İtalyan saray mimarisine yakın bir üslupla inşa edilmiş. Sarayın içinde sanat eserler, ikonalar, tablolar ve el yazmalarından oluşan bir hazine de sergileniyormuş.

Onun da yanında sırasıyla St. Nicholas Ortodoks Kilisesi ve tadilatta olan Katolik Kilisesi vardı. Meydanın diğer tarafında ise eski eczane (1880), kitapçı (1774), turist bürosu ve Boem Otel’in olduğu binalar yer alıyordu.

Meydanın ortasında Dört Aslan Çeşmesi yer alıyordu. Meydanın ucunda ise tarihi öneme sahip Gymnasium, yani lise binası bulunuyordu.


Sremski Karlovci’deki büyük St. Nicholas Ortodoks Kilisesi’nin gösterişli ikonastasisi dikkat çekiyor.

Yağmurdan korunmak için St. Nicholas Ortodoks Kilisesi’ne (Saborna Crkva) sığındık. Aydınlatması güçlü olmayan kilise, havanın da kapalı olması nedeniyle iyice loştu. Bizans geleneğindeki bezemelerle dekore edilmiş kilisenin duvarları resimlerle kaplıydı. Özellikle mihrabın arkasındaki ikonastasisteki altın varaklı barok çerçeveler içindeki resimler görsel bir kakofoni yaratmıştı.

Dört Aslan Çeşmesi’nin suyundan içenlere Sremski Karlovci’yi tekrar görmek nasip oluyormuş, ama bir sürprizle beraber.

Dışarı çıktığımızda yağmur dinmişti. Meydanın ortasındaki Dört Aslan Çeşmesi (Česma “Četiri lava”) İtalyan bir mimar tarafından 1799’da barok stilde inşa edilmiş. Rivayete göre, bu çeşmenin suyundan içenler Sremski Karlovci’ye geri dönüp burada evlenecekmiş. Neyse ki henüz susamamıştım.

Gymnasium, ufak bir ücret karşılığında gönüllü gençlerin rehberliğinde gezilebilir.

Adımlarımızı meydanın sonundaki Gymnasium’a (Karlovačka Gimnazija) yönelttik. Burasının önemi Sırbistan’ın ilk lisesi olmasından kaynaklanıyor. Okulun kuruluş tarihi 1791, ancak kökeni 1725’e kadar gidiyor. O dönem için oldukça modern bir eğitim veriliyormuş. Daha küçük olan lisenin yerine 1891’de bugünkü bina Sesesyon üslubuna göre inşa edilmiş. Lisenin 18 bin kitaplık geniş bir kütüphanesi var ve halen filoloji eğitimi veriliyor.

Tepesinde bir saat kulesi olan, pencerelerinin çevresi zarif şekillerle bezenmiş sarı binaya girdiğimizde öğrenciler binayı ufak bir ücret karşılığında gezdirmeyi teklif ettiler. Ancak vaktimiz dar olduğu için ayaküstü bilgi almakla yetindik.

Gymnasium’un ardından, özellikle Bora’nın görmek istediği Kapela Mira, yani Barış Şapeli’ne gitmek için yola koyulduk. Okuldaki gençler biraz tarif etmişlerdi ama kilisenin yerinden onlar da çok emin değildi. Bir tepenin üzerinde olduğunu biliyorduk ve okulun yanından çıkan yokuşu denemeye karar verdik.

Kentin ara sokaklarında ise meraklıları hoş sürprizler bekliyor. Bu rengarenk boyanmış eski evler gibi…

Pazartesi olmasına rağmen, yağmurla ıslanmış sokakların tenhalığı ve güneşi perdeleyen bulutların havaya verdiği solukluk, etrafa daha çok bir pazar sabahı mahmurluğu vermişti. Sanki kimse sokağa çıkmamış, evlerinde sabah kahvelerini yudumluyordu. Biz ise boş sokaklarda haldır haldır kilise arıyorduk. Bir müddet yürüyüp yokuşun tepesine doğru artık meskun mahallerin sonuna geldiğimizi hissettiğimizde önümüze çıkan ilk insanlara – ki zaten daha önce önümüze kimse çıkmamıştı – kilisenin yerini sorduk. İngilizce bilmiyorlardı, hatta kilisenin yerini de bilmiyorlardı ama yine de yanlış geldiğimizi anladık. Gerisin geriye merkeze dönmeye başladık. Çıktığımız yokuşta yaklaşık 100 yıllık, birkaç katlı bahçeli köşkler, sıra evler vardı. Renk renk badanalı duvarları yakın zamanda evlerin elden geçtiğini belli ediyordu.

Meydana geri döndüğümüzde daha fazla vakit kaybetmemek için doğru turist bürosuna gittik. Kilisenin yerini doğru dürüst öğrendik, ben de garanti olsun diye bir şehir planı satın aldım (150 SD).

Aşağı Kilise’nin bahçesinde Avrupa’nın en büyük ve en yaşlı çınar ağaçlarından biri var.

Bu kez okulun diğer yanından devam ettik. Daha önce yokuş aşağı gittiği için bu yolu tercih etmemiştik. Yol bizi Sremski Karlovci’nin içlerine götürdü. Önce karşımıza Aşağı Kilise (Donja Crkva) çıktı. Aziz Peter ve Paul adına 18. yüzyılın ilk yarısında inşa edilmiş olan kilisenin zarif bir çan kulesi vardı.

Osmanlı tarihinde büyük önemi olan Karlofça Anlaşması’nın anısına inşa edilen Barış Şapeli.

Daha sonra yol yine yukarı doğru çıkmaya başladı. Ara sokaklarda biraz daha ilerledikten sonra, bir tepeciğin üzerinde Barış Şapeli’ni (Kapela Mira) gördük. Bu kilisenin önemi 26 Ocak 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması’nın anısına, antlaşmanın imzalandığı yerde inşa edilmiş olmasıydı. Kilisenin formu, müzakerelerin yürütüldüğü çadırdan ilham alınmış. Antlaşmaya ait ilginç birkaç nokta da var. Bir tanesi tarihte ilk kez tarafların yuvarlak masa etrafında toplanmış olması. Diğeri ise herkes aynı anda girebilsin diye müzakerelerin yürütüldüğü çadırın dört tarafına birer kapı açılmış olması. Bu düzenlemelerle güya tüm taraflar birbiriyle eşit olacaktı. Ancak bilindiği gibi antlaşmanın sonunda Osmanlı Avrupa’da ilk kez büyük miktarda toprak kaybetti, Kutsal İttifak devletleri ise masadan muzaffer kalktılar.

1817 yılında yapılan kilisenin girişi dikdörtgen plana sahipti. Girişin üstünde ise bir saat bulunuyordu. Girişin arkasında otağdan esinlenmiş, silindir şeklinde, üstünde kubbesi ve çan kulesi olan asıl bölüm göze çarpıyordu. Yapının kiliseden çok, anıtsal karakteri hissediliyordu.

Kilise bahçesinin demir kapısı kilitliydi ama duvar alçak olduğu için atlamak mümkündü. Bora ortalığı kontrol etmek için bahçeye girdi, bizse aşağıda erketede kaldık. Az sonra Bora döndü ve kilisenin kapısının ne yazık ki kilitli olduğunu söyledi. Biz de kiliseyi dışarıdan görmekle yetindik.

Bu arada yoldan geçen yaşlı bir teyze bize Sırpça bir şeyler anlatmaya başladı. Hiçbir şey anlamasak da gülümseyerek dinliyorduk. Muhtemelen az önce yanımızdan hızla geçen motosikletli gence söyleniyordu; “Bu gençler de motorlara biniyorlar, sağlarına sollarına bakmadan hızla gidiyorlar, kaza yapacaklar…” diyordu. Baktı bizden anlamlı bir tepki alamıyor, sokaktaki başka birine derdini anlatmaya koyuldu.

Biz yine geldiğimiz yollardan şehir merkezine döndük. Bizi Novi Sad’a götürecek trene yarım saat kadar bir zaman kalmıştı. İçimizden bir yerlerde oturup bir kahve içmek geçtiyse de servisin hızını ve istasyona olan uzaklığımızı kestiremedik.

Sremski Karlovci’deki genellikle eski binaların giriş katları dükkan olarak kullanılıyordu, yani zamanında binaların altında dükkan için ayrı bir bölüm inşa edilmediği için eski binaların giriş katları işyerine çevrilmişti. Bu bana İsviçre’de gördüğüm kasabalardaki benzer dükkanları hatırlattı.

Geldiğimiz yoldan dönemeyip şehrin başka bir mahallesine girdik. Bu sayede yine bir tepe üzerinde kurulmuş olan Yukarı Kilise’yi (Gornja crkva) gördük. Aşağı Kilise’ye oldukça benzeyen bu yapıda bir büyük bir küçük kule vardı. 15. yüzyılda rahibeler manastırı olan yapı 1737’de yeniden inşa edilmiş, bugünkü görünümünü ise 19. yüzyılda almış.

Kilisenin yanındaki dik yokuştan aşağı inince istasyonun tam karşısına çıktık, daha trenin gelmesine 5 dakika vardı, ancak tren 15 dakika rötar yapınca Sremski Karlovci’de bir kahve keyfi yapamadığımıza hayıflandık. Ne yapalım, az zamanda çok yer görmek için bazı fedakarlıklar gerekiyor.

Yaptığımız zorunlu bir fedakarlık da civardaki manastırları gezememiş olmamızdı. Yöreye ismini veren Fruška Gora Ulusal Parkı’nda, tarihi 15.-16. yüzyıllara kadar giden çeşitli manastırlar bulunuyor ancak buralara toplu ulaşım yok ve mesafeler uzun. Bu nedenle ya özel araçla ya da günübirlik turlarla buraları gezmek lazım. Bizimse birinci seçenek için bütçemiz, ikincisi için de zamanımız yoktu.

Gelen tren, sabahkinin aksine tıklım tıklım doluydu ve koridorda seyahat etmek zorunda kaldık. Neyse ki 15 dakika sonra Petrovaradin istasyonunda indik. Kısa bir yürüyüşle önce otobüs durağına geldik. Oradan da bizi Petrovaradin Kalesi’ne götürmesini umduğumuz otobüse bindik. Otobüste zar zor derdimizi anlattık ve bize gösterilen durakta indik. Ancak kaleye benzer bir yapı yoktu ortalıkta. Neyse ki birkaç tabela ile yönümüzü bulduk ve ağaçlıklı bir yoldan geçerek kaleye vardık.

Petrovaradin Kalesi’nden Petrovaradin’in damları, Tuna Nehri ve Novi Sad.

Kalenin kapısını geçer geçmez Tuna boyundan esip de gelen kuvvetli bir ayaz bizi karşıladı. Bulutlara rağmen, öğle vakti olduğu için çiğ ışık altında Tuna Nehri’nin üzeri pırıl pırıldı. Uzakta Tuna’nın iki kıyısını birleştiren Özgürlük Köprüsü görünüyordu. Diğer yakada Novi Sad’ın modern binaları uzayıp gidiyordu. İçimize işleyen sert rüzgarla gözlerimiz yaşarırken manzaranın keyfini çıkartmaya çalışıyorduk. Etrafta bizden başka kimse yoktu. Kâh tümseklerin üstüne çıkarak kâh hendeklerin içine girerek kaleyi turladık.

Petrovaradin Kalesi (Petrovaradinska tvrđava), Tuna’nın kıvrım yaptığı bir kayalık üzerinde, ovaya hakim olarak inşa edilmiş. Suyun başını tuttuğu için “Tuna’nın Cebelitarık’ı” olarak adlandırılıyor. 16 kilometre uzunluğundaki yeraltı tünellerini de hesaba katınca, kale çok büyük bir alana yayılıyor. Kalede yapılan arkeolojik kazılar, burada tarih öncesine ait yerleşimler olduğunu, Bronz Çağı’ndan kalma kale işlevi gören duvarlar bulunduğunu tespit etmiş. Ciddi anlamda ilk surlar Roma döneminde yapılmış. 13. yüzyılın ortalarında inşa edilen manastır ile kale şekillenmeye başlanmış. Zaman içindeki güçlendirmelere rağmen Osmanlılar 1526’da kaleyi fethetmişler. Avusturya ordusu 1687’de kaleyi ele geçirince, eski surlar yıkılıp yeni bir plana ve modern mimariye göre inşa edilmiş. Eski düz ve dairesel surlar yerine, daha girintili çıkıntılı, köşeli bir plan uygulanmış. Bu da kaleye saldırıları zorlaştırmış ve Osmanlıların Avrupa’daki ilerleyişine ket vurmuş. Nitekim 1694’teki Osmanlı kuşatması başarılı olmamış. 1726’da Petrovaradin’de Avusturya ile Osmanlı arasındaki muharebede, Sadrazam Damat Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun, Savoy Prensi Eugene’in ordusuna yenilmesi Orta Avrupa’daki Osmanlı hakimiyetinin sona geldiğinin işaretini vermiş.

Kalenin planı 1750’lerden 1776’ya kadar süren bir dönemde elden geçirilmiş, 6 kilometrelik mayın tünelleri de bu dönemde inşa edilmiş. Daha sonrasında kale büyük kuşatmalara sahne olmamış ve kışla hizmeti görmüş.

Bugün Petrovaradin Kalesi’nin içinde Novi Sad Müzesi, birkaç kilise, galeriler, lokantalar, lüks bir otel ve tarihi saat kulesi bulunuyor. Tuna manzarası ve tarihi dokusu, kaleyi Voyvodina’ya gelenlerin görmesi gereken bir mekan yapıyor. Kaleyi özel kılan bir de Exit Müzik Festivali var tabii. 2001’den beri temmuz ayının ikinci haftası düzenlenen festival, giderek büyüyerek Avrupa çapında bir olaya dönüşmüş. Bugün yeniçeriler yerine; rock, elektronik müzik, hip hop vs. dinleyicisi gençler dünyaca ünlü sanatçıları ve grupları dinlemek için Petrovaradin Kalesi’ne akın ediyor.

Aslında iyi havalarda keyifli olabilecek kale gezisi, bizim için hayal kırıklığı olmuştu. Bunda sert esen rüzgarın etkisi olduğu kadar, sabahtan beri nereye gitsek yüzümüze kapanan kapılar etkiliydi. Pazartesi olduğu için doğal olarak müze kapalıydı. Tünellere girilmiyordu. Lokantalar, kafeler kapalı olduğu için hiçbir canlılık yoktu. Sanırım en çok, hayalinde kaleyi 500 yıl öncesindeki haliyle canlandıran Bora bu işe bozulmuştu. Ben de fotoğraflarında lakabına yakışır şekilde tüm heybetiyle bir tepenin üzerinde Tuna’yı kollayan kaleyi fazlasıyla boş bulmuştum. Tabii kaleyi o haliyle görmek için karşı kıyıdan bakıyor olmak gerekiyordu.

Fransız yazar Maupassant’a sormuşlar: “Neden her gün Eyfel Kulesi’nde yemek yiyorsunuz? Yemekler çok mu güzel?” Üstat “Hayır” demiş; “Paris’te Eyfel Kulesi’ni görmediğim tek yer burası.” Bizimki de biraz o hesap oldu. Kaleyi sağlı sollu gezdik ama Novi Sad’a gelmişken kaleyi şöyle tüm haşmetiyle karşıdan görmek mümkün olmadı.

Saat Kulesinin en büyük özelliği akrep ve yelkovanın işlevlerinin yer değiştirmiş olması.

Kale ziyaretimizde bize misafirperverlik gösteren sadece Saat Kulesi oldu. Çok yüksek olmamasına rağmen tüm şehre hakim bir noktaya dikilmiş olan kulenin ilginç bir özelliği var. Akrep ve yelkovanın işlevi ters, yani akrep dakikaları gösterirken, yelkovan saati gösteriyor. Tuna Nehri’ndeki balıkçıların saati rahatça okuyabilmesi için böyle tasarlanmış.


Kale’den çatılara bakınca Petrovaradin’in tarihi görüntüsünden pek bir şey kaybetmemiş olduğu anlaşılıyor.

Saat Kulesinin yanındaki manzara terasından Petrovaradin’e bakmak ise kale gezintisinin en keyifli yanı oldu. Petrovaradin’in yüzyıllık evlerinin sivri çatılarındaki kızıl-turuncu kiremitler dalga dalga şehri kaplıyor, rüzgarda boynunu bükmüş ağaçların, hayıflanırcasına ağır ağır sallanan dallarında dökülmeyi bekleyen sarı-yeşil yapraklarına “yıllardır olduğu gibi biz kışın da buradayız” dercesine nazire yapıyordu.

Şehre gitmek için geldiğimiz o kadar yolu geri mi döneceğiz diye düşünürken, Saat Kulesi’nin altındaki taraçada, adeta gizlenmiş merdivenleri bulduk. 5 dakika sonra Petrovaradin’in içine inmiştik. Üçümüz de üşümüş ve açtık. İlk gördüğümüz lokantaya girmeye karar verdik. Novi Sad’a giden caddenin üstüne Macak adlı bir İtalyan lokantası gözümüze çarptı. Fazla düşünmeden içeri daldık. Her ne kadar aksi bir garson kadına çattıysak da fiyatlar makuldü. Üçümüz de içimizi domatesli çorbayla ısıtıp ardından ançüezli pizza ısmarladık (adam başı 500 SD). Özellikle çorba nefisti ve kocaman bir güveçte servis edildi. Çorbanın ardından pizzayı zor bitirdik. Garson kadının başta neden aksi davrandığını pek anlamadım ama yemeğin ardından bize daha nazik davrandı. Yalnız bir ara yemeği getirdiğinde, tabağımı işaret edip “çek çek” dedi ya da bana öyle geldi. Balkanlarda Türkçe konuşurken dikkat etmeli, boş bulunup tepki çekecek şeyler söylememeli. Her an Türkçe anlayan birileri çıkabilir çünkü.

Yemeğin ardından artık turumuzun son ayağı olan Novi Sad’a geçebilirdik. Bora, Novi Sad ve Petrovaradin’i ayrı kentler olarak değerlendiriyordu, ben ise rehber kitapları kaynak alarak Novi Sad’ın ilçesi olarak kabul ediyordum. Aslında ikisi de geçerli. Petrovaradin daha önce kurulmasına rağmen, artık Novi Sad’a bağlı ve Novi Sad’ın simgesi olmuş. Tuna’nın bu kıyısında da Petrovaradin’de olduğu gibi yerleşimler çok öncelerine dayansa da, Novi Sad’ın resmi olarak bir kent haline gelmesi 18. yüzyılı buluyor. Habsburg Hanedanlığı döneminde Ortodoks inancına sahip olanların Petrovaradin’de yaşaması yasaklanınca, onlar da bu tarafa geçip 1694’te bir yerleşim kurmuşlar. 1748’de kent Novi Sad adını almış. 18. ve 19. yüzyılda Sırpların en yoğun yaşadığı kent olmasıyla önemli bir kültürel ve politik merkez haline gelmiş. Hatta bu niteliği nedeniyle Sırbistan’ın Atina’sı olarak da adlandırılıyormuş.

Eskiden yangını haber vermek için kullanılan Novi Sad Belediye Binası’nın tepesindeki çan, yangın yerine göre farklı sayıda çalınırmış.

Mesafe çok uzak olmasa da yürümek yerine lokantanın önündeki otobüs durağından bir otobüse bindik ve Tuna Nehri’nin iki kıyısını birleştiren köprünün üzerinden geçip 10 dakika içinde Novi Sad’ın merkezine vardık. Otobüsten çarşı durağında inip Kralija Alexandra Caddesi’ne saptık. Burası ve devamındaki taşıt trafiğine kapalı Zmaj Jovina Caddesi, Novi Sad’ın başlıca cazibe merkezi. Cadde boyunca sağlı sollu butikler, kafeler, lokantalar var. İki caddeyi birleştiren Özgürlük Meydanı’nda (Trg Slobode) eski Belediye Binası ve St. Mary Roma-Katolik Katedrali bulunuyor. Neo-Rönesans üslubundaki eski Belediye Binası (Gradska kuća), ikinci katındaki çeşitli pencerelerin kenarlarında duran 16 alegorik heykelcikle ve yüksek yangın kulesiyle dikkat çekiyor.

Gökyüzünü delercesine yükselen kulesiyle Özgürlük Meydanı’na hakim olan St. Mary Katedrali.

Neo-Gotik üsluptaki St. Mary Katedrali (Župna crkva Imena Marijinog) 72 metrelik sivri kulesiyle meydana en hakim yapı. Daha önce burada bulunan kilise 1849’da bir bombardıman sırasında büyük zarar görünce, şehir halkı tamir etmek yerine yıkılıp yeni bir kilise yapılmasını istemiş. 1894’te de bu katedral inşa edilmiş. Her ne kadar katedralin devasa kapısını zorladıysak da içeri girmeyi başaramadık, ancak içeride dönemin ünlü sanatçılarına ait tablolar, freskler, ahşap oymalar varmış. Ayrıca caddede gösterişli neo-klasik binalar da görülüyor. Farklı renklerde boyanmış bu binaların kaderine terk edilmediği, kentin cazibesini artırmak için elden geçirildiği belli.

Zmaj Jovina’da yürürken bir taraftan da hatıra olsun diye magnet gibi hediyelik bir şeyler alabileceğimiz ucuz bir dükkan arıyorduk. Sonunda aradığımız dükkanı bir caddeye açılan ufak bir avluda tesadüfen bulduk. Türk olduğumuzu öğrenince dükkan sahipleri bizi büyük bir coşkuyla karşıladı. Eşiyle birlikte dükkanı işleten hanım, aynı zamanda yarı değerli taşlardan takılar yapıyormuş ve bu taşları almak için birkaç ayda bir İstanbul’a gidiyormuş. Bir kez daha Sırpların bizlere samimiyetle davrandığını görmüştük. Artık eriyecek buz da kalmamıştı Sırplarla aramızda.

Zmaj Jovina, Novi Sad’ın popüler bir caddesi, ünlü markaları ve şık kafeleri burada bulmak mümkün.

Koyulaşmaya başlayan muhabbetten kendimizi sıyırıp tekrar sokağa çıktığımızda vakit kaybetmeden birkaç mekan daha görmeye karar verdik. Ne de olsa kafamızı meşgul eden magnet sorunsalını çözmüştük.

Piskoposluk Sarayı kırmızı tuğlalarıyla ufak ama dikkat çekici bir yapı.

Zmaj Jovina’nın sonundaki Piskoposluk Sarayı’nı (Vladicanski Dvor) gördük. 1901 yılına tarihlenen, Bizans mimarisinden etkilenmiş ve kırmızı tuğlalarıyla göz alıcı bir yapıydı. Piskoposluğun sağında kalan Dunavska Caddesi yine trafiğe kapalı ve alışverişin öne çıktığı bir caddeydi. Biz soldan gidip St. George Sırp Ortodoks Kilisesi’ni (Saborna Crkva Sv. Đorđa) ziyaret etmeyi tercih ettik. Caddede yürürken duyduğumuz çan sesleri, sonunda açık bir kilise bulacağımızı işaret ediyordu. İlki 1734’te inşa edilen kilise, 1849 isyanında tamamen tahrip edilince, 1853’te yenisi yapılmış. Kilisenin içinde dua eden birkaç kişi dışında kimse yoktu. Yan duvarları sade olan kilisenin, ikonastasis kısmı yine süslü işlemelerle ve dini resimlerle gayet gösterişli bir şekilde düzenlenmişti. Ahşap koltuklara oturup bir süre dinlendik ve kiliseyi inceledik.

Artık güneş alçalmaya başlamış, dönüş vaktinin geldiğinin sinyalini veriyordu. Yavaş yavaş istasyona doğru yürüyüşe geçtik. Eski binaları geride bırakarak modern apartmanların sıralandığı Novi Sad’ın geniş bulvarlarından birinde yürüyorduk. Dinar Alplerinin ardından batan güneş keşiflerle dolu bir günü kapatırken, üşümüş ve yorgun bacaklarımızın son gayretiyle adımlarımızı hızlandırıp kaldırımları kaplayan sonbahar yapraklarının ayaklarımızın altında ezilmesiyle çıkan, artık neredeyse özlemle anmaya başlayacağımız hışırtının verdiği keyifle istasyona vardık.

Tren vaktinde geldi ve biz de boş bir kompartımana kelimenin tam anlamıyla çöktük. Tren Novi Sad’ı terk edip, Tuna’nın üzerinden geçerken kısa bir süreliğine Petrovaradin Kalesi’ni karşıdan görme şansını buldum, ama hem kararan hava hem de trenin hareket halinde olması nedeniyle düzgün bir fotoğrafını çekemedim. Bu kez ekspres trene binmiştik ve sabah uğradığımız pek çok istasyonu es geçtik. Hatta dönüşte inmeyi düşündüğümüz Zemun’da bile durmadık. Bir buçuk saat sonra Belgrad’a döndüğümüzde görünüşe göre kimsenin Zemun’u keşfetmeye enerjisi kalmamıştı.

Hostelde dinlenirken, Bora odanın kapısını çaldı ve üzgün, neredeyse ağlamaklı bir ifadeyle ayaklarının çok kötü durumda olduğunu, o gece bana eşlik edemeyeceklerini söyledi. Yıldız da kendini iyi hissetmiyordu. Durum böyle olunca tek başıma Zemun’a gitmeyi canım çekmedi.

Arkadaşlarımdan izin isteyip bir şeyler yemek ve bir tur atmak için dışarı çıktım. Hostelin olduğu cadde üzerinde, Vlada’nın tavsiye ettiği Cica 2 adlı cevapicinin açık olduğunu gördüm ve hemen içeri daldım. Lokanta gayet temiz ve sade görünüyordu. Menüsünde ise cevapi dışında pek bir şey yoktu. Kaymaksız bir porsiyon söyledim, bir de kaymakla servis edileni var. Lezzeti gayet iyiydi ve fiyatı makuldü (içecekle birlikte 500 SD).

Karnımı doyurduktan sonra Zeleni Venac Meydanı üzerinden Kneza Mihaila Caddesi’ne çıktım. Republika Meydanı’ndaki Ulusal Müze ve Ulusal Tiyatro ışıklandırılmıştı. Meydan soğuğa rağmen, tiyatroya ya da civardaki eğlence mekanlarına gitmek için randevulaşan insanlarla doluydu. Artık Kneza Mihaila tarafında keşfedecek bir şey kalmadığı için, ben de Belgrad’ın bohem mahallesi Skadarlija’ya bir akşam gezisi yapmayı düşündüm.

Bugünkü görünümünü 1870’lerden sonra alan Republika Meydanı popüler bir buluşma mekanı.

Republika Meydanı’nın ve Despota Stefana Bulvarı’nın diğer yanında kalan Skadarlija Mahallesi, ismini aldığı Skadarska Sokağı’nın etrafında gelişmiş. 19. yüzyıl ortalarına kadar çingenelerin barakalarda yaşadığı bir yerken, başlatılan “kentsel dönüşüm” çalışmalarının sonucu taş binaların yapılmasıyla sanatçı, yazar, oyuncu, kısaca bohem tayfasının gözde mekanı olmuş. Özellikle 1900’lerde burada açılan Tri Šešira (Üç Şapka), Dva Jelena (İki Geyik) gibi kafe ve lokantaları sanatçılar mesken edinmiş. Bu lokantalar halen hizmet veriyor, ama daha turistik bir kitleye.

Buranın ismini ilk duyduğumda, ister istemez Skadarlija ve Skadarska isimleri ile Üsküdar arasında bir bağ var mı diye merak etmiştim. Kaynaklar buranın ismini Arnavutluk’taki İşkodra-Skadar kentinden aldığını belirtiyordu. Ancak Skadar’ın da kökeni scutari’ye, yani Üsküdar’ın antik ismine dayanıyordu. Gerçi ben daha direkt bir bağlantı olmasını bekliyordum, hani ismini zamanında burada yaşayan Üsküdarlı bir yeniçeri kabadayısından almış gibi… Yine de sonuçta etimolojik bir bağ vardı.

Doğrudan Skadarska’ya gitmek yerine Ulusal Tiyatro’nun arkasındaki ara sokaklara saptım. Böylece açık bulvarlarda daha sert estiğini düşündüğüm rüzgardan korunmayı planlıyordum. Ara sokaklardan Belgrad’ın liman mahallesi sayılan Dorcol’a doğru inecek, Alexander Nevsky Kilisesi’ni görecek, Skadarska üzerinden tekrar Republika Meydanı’na dönecektim.

Osmanlı’ya karşı ilk ayaklanmanın sembollerinden biri de eski Belgrad’daki Çukur Çeşme.

Rüzgar belki daha hafifti ama soğuk her yerde aynıydı. Kabanımın içine büzüşmüş yürürken, Dobračina Sokağı’ndaki Çukur (Čukur) Çeşme’yi karşımda gördüm. Burası, Belgrad’ın pek çok yerine dağılmış çeşmeler arasında en ünlülerinden biriydi ve hazin bir hikayesi vardı. Bir anlamda Balkan savaşlarının patlamasına yol açan bir olayın anısına yapılmıştı. 1862 yılında, çeşmeden su doldurmaya gelen Sırp çocukları ile Türk askerleri arasında suyu kimin önce alacağı konusunda bir tartışma çıkmış ve çocuklardan biri asker tarafından öldürülmüş. Akabinde gelişen olaylar isyanın fitilini ateşlemiş ve Osmanlı’nın Belgrad’ı kaybetmesine neden olmuş.

Eski çeşmenin yerine 1931’de dikilen mermer çeşmenin üzerinde, kaburgaları sayılan, çırılçıplak bir çocuk yatıyordu. Hâlâ elinde tuttuğu kırbasından usul usul akan suyun şırıltısı, içimi gecenin ayazından daha fazla titretti. Ölenin bir çocuk olması mı, öldürenin bir Türk olması mı, yoksa gerçek anlamıyla sudan bir sebepten insanların içindeki nefretin kıyıma dönüşmesi mi beni etkiledi, bilmiyorum.

Tek tük insanın geçtiği sokaklardan yokuş aşağı Cara Dušana Caddesi’ne indim. Burada St. Alexander Nevsky Kilisesi (Crkva Svetog Aleksandra Nevskog) vardı. 1876’da geçici olarak Belgrad’da bulunan Rus birlikleri için yapılan şapelin yerine, 1929’da inşa edilmiş klasik bir Ortodoks kilisesiydi. Açıkçası Rusların ünlü prensi adına daha gösterişli bir yapı bulmayı bekliyordum.

Belgrad’ın Montmartre’ı olarak kabul edilen Skadarlija nedense beni pek etkilemedi. Belki farklı bir mevsimde daha canlı ve çekici olabilir.

Aslında bu bölgeyi ertesi gün yapacağım büyük Belgrad turuna dâhil etmeyi planlıyordum ama geceden turlayarak zamandan tasarruf ettim. Skadarska Sokağı’nı da gördükten sonra gece gezimi sonlandırabilirdim. Cara Dušana Caddesi’nden devam edip Skadarska’dan yokuş yukarı tırmanmaya başladım. Sokağın alt başında Saraybosna Başçarşı’daki Sebil’in bir kopyası vardı. Arnavut kaldırımı döşeli sokak, gezi rehberlerini yalanlarcasına boş ve sönüktü. Sağlı sollu iki üç katlı, taş binalardaki lokanta ve barlarda insanlar eğleniyorlardı ama sokakta hiçbir kıpırtı yoktu. Lokantanın birinden Sırp ezgileri yerine, Yunan havaları sokağa taşıyordu. Muhtemelen Yunanlı bir turist kafilesi yemek yiyordu. Ortam otantik olmaktan çok, turistikti. Belki yazın, sokaktaki masaların dolmasıyla daha keyifli bir görüntü çıkıyordu, ama yine de bende çok görülesi bir yer izlenimi bırakmadı.

Bir zamanlar Belgrad’ın en yüksek binası olan Albanija Binası, bu unvanını kaybetmiş olsa da halen şehrin tam merkezinde ayrıksı bir görüntü sergiliyor.

Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır misali, ben de tekrar Republika Meydanı üzerinden Knez Mihailova Caddesi’ne çıktım. Hostele dönemden önce daha çok gençlerin takıldığı kafe-bar-pastane havasındaki Edison’da bir fincan kahve ile içimi ısıttım ve caddeden gelip geçenleri seyrederek günün muhasebesini yaptım.

Ertesi gün Belgrad’daki son tam günümdü ve Belgrad’ın büyük bir kısmını keşfetmeyi planladığım büyük şehir turunu sona bırakmıştım.

8 Kasım 2011, Salı
Adım adım Belgrad


Ne yazık ki sabah pek de neşeli başlamadı. Yıldız kendini çok kötü hissediyordu, Bora’nın ise hiç keyfi yoktu. Yaptıkları uzun otobüs yolculuklarına, önceki günkü Novi Sad gezisinin soğuğu ve yorgunluğu eklenince arazlar baş göstermişti. Ben de kaç gündür takviye ilaçlarla direncimi korumaya çalışıyordum.

Durum böyle olunca, o gün planladığım büyük Belgrad turunu tek başına yapmak zorunda kalacaktım. Eğer kendilerini iyi hissederlerse öğleye doğru buluşmak üzere sözleştik ve 8.30 gibi turuma başladım.

Sonunda Belgrad’ı gün yüzüyle görebilecektim. Şansıma hava soğuk ama güneşliydi. Yürüyüş için ideal bir havaydı yani. Belgrad, planı itibariyle düz bir rota üzerinde gezilebilecek bir şehir değil. Özellikle Osmanlı’nın etkisiyle oluşturulan eski mahallelerde sokaklar düzensiz. O yüzden dairesel bir rotadan ziyade şehri bölüm bölüm gezebileceğim, geçtiğim sokaklardan mümkün olduğunca bir daha geçmeyeceğim bir rota çizmiştim kendime.


Küçük ama renkli Zeleni Venac pazarı taze ve ucuz ürünler almak için ideal mekanlardan biri.

İlk durağım pek çok kez yanından geçtiğim Zeleni Venac sabit pazarı oldu. Sabahın erken saatinde tura başlamak için ideal bir nokta seçmiştim. Pazardaki tezgahlar enva-ı çeşit sebze meyve ile doluydu. Çoğu orta yaşlı Belgradlılar taze ürün almak için erkenden alışverişe çıkmıştı. Tezgahtarlar birbirleriyle atışıyor, tanıdık müşterilerle hasbıhal ediyorlardı. Konuşulanların tek kelimesini bile anlamıyordum ama tavırlar o kadar tanıdıktı ki. Pazarda tezgahlar dışında, et ve süt ürünleri satılan dükkanlar da vardı. Ancak muhtemelen et ürünleri domuz etinden üretilmişti. Ayrıca gündelik eşyalar, ucuz giyim kuşam satan birkaç tezgah da vardı. Sebze-meyveler çok taze ve düzgün görünüyordu, eğer kalıcı olsam kesin buralardan alışveriş ederdim.

Pazarın dinamik ortamından Zeleni Venac Meydanı’na çıktım. Burada da işe gitme telaşı vardı. Durakların önü otobüs bekleyenlerle doluydu.

Kneza Mihaila Caddesi’nin taşıt trafiğine kapalı olması sayesinde bina cephelerindeki süsleri rahat rahat incelemek mümkün.

Artık öğrendiğim kestirme yollarla hemen Kneza Mihaila Caddesi’ne geçtim. Günlerdir, daha doğrusu akşamlardır arşınladığım bu caddedeki binalar tüm detaylarıyla günışığı altındaydılar. Belgrad’ın en popüler caddesinde henüz fazla hareket yoktu. 19. yüzyıla tarihlenen neo-klasik, neo-Rönesans binaların cephelerindeki işlemeler, çiçek ve yaprak motifleri, heykeller pırıl pırıl parlıyorlardı. Zamanında asillere, komutanlara ve zengin tüccarlara ait binalarda, şimdi dünyaca ünlü markaların mağazaları, kafeler, lokantalar vardı. Ayrıca pek çok bina da kültürel faaliyetlere hizmet ediyordu. Goethe Institut, Instituto Cervantes, Fransız Kültür Merkezi ve Sırp Bilim ve Sanat Akademisi (SANU) bu cadde üzerindeydi. 35 numaradaki SANU’nun 1923-1924 yıllarında Sesesyon tarzında inşa edilmiş binası, cephesindeki motiflerle ve büyük camlarıyla ilk bakışta dikkat çekiyordu. 46-48-50 numaralar dönemin sivil mimarisindeki geçiş unsurlarını taşıyorlardı. Bunlar, klasik Balkan mimarisinin yerine yapılmış Rönesans etkilerinin hissedildiği anıtsal ve dekoratif işçiliği fazla binalardı. 53-55 numaradaki Marko Stojanović’in evi yine Rönesans etkileriyle inşa edilmiş ve bir dönem Güzel Sanatlar Akademisi’ne ev sahipliği yapmıştı. Şimdi ise Akademi’nin galerisi vardı. Caddenin Kalemeydan tarafında, 56 numarada 1869’da romantik tarzda inşa edilmiş, dönemin en modern oteli olan Srpska Kruna Oteli yer alıyordu. Bugün ise Belgrad kütüphanesinin binasıydı.

Rehberlerde yazılanın aksine Ulusal Müze’yi, en azından bazı koleksiyonları ziyaret etmek mümkün.

Caddeyi boydan boya kat etmeden önce Republika Meydanı’na çıktım. Zamanında burada şehrin ana girişlerinden biri olan İstanbul Kapısı bulunuyormuş. Osmanlı döneminde İstanbul’a giden yol bu kapının altından geçiyormuş ve Sırp isyancılar burada kazığa geçirilerek idam ediliyormuş. Artık ne kadar doğru bilemiyorum. Yalnız işin ilginci kaynaklarda kapının 18. yüzyılda Avusturyalılar tarafından yapıldığı belirtiliyor. Ancak Sırplar Türklere duydukları nefretle Osmanlı’ya ait izleri silerken bu kapıyı da yıkıp yerine bu meydanı açmışlar. Meydandaki en önemli yapı Sırbistan’ın en eski müzesi olan 1844’te kurulan Ulusal Müze (Narodni Muzej). Müzede 400 binden fazla arkeolojik, tarihi ve sanatsal parça sergileniyor. Bunların içinde dini heykel ve resimler, elyazmaları ve Kiril alfabesiyle yazılmış dünyanın en güzel elyazması olarak kabul edilen Miroslav İncili de (Miroslavljevo Jevanđelje) bulunuyor. Ayrıca dünyaca ünlü ressamların tabloları da müzenin koleksiyonunda. Rehber kitaplarda müzenin tadilat ve sergileme problemleri nedeniyle kapalı olduğu yazıyordu. Kendi gözlerimle görmek için kapısına gittim. Kapıdaki bir tabelada girişin yan tarafta olduğu yazıyordu. Muhtemelen koleksiyonların bazıları ziyarete açıktı ancak müze henüz açılmamıştı.

Republika Meydanı’ndaki bir diğer önemli yapı da Ulusal Tiyatro (Narodno pozorište) binasıydı. 1868-1869 yılları arasında Milano’daki Scala binası model alınarak inşa edilen tiyatro yıllar içinde çeşitli kereler yeniden düzenlenmiş. En son 1986’da 1922’deki görüntüsüne döndürülmüş. Ulusal Müze ve Tiyatro arasında kalan meydanın ortasında ise 1882’de dikilen Prens Mihailo Obrenović Heykeli bulunuyordu.

Kaptan Miša Konağı, inşa edildiği günden bu yana eğitime hizmet etmiş.

Knez Mihaila Caddesi’ne paralel bir sonraki meydan Studentski Meydanı’ydı. Meydan adını civardaki üniversite binalarından alıyordu ve burası doğal olarak gençlerin en yoğun olduğu bölgeydi. Meydanın karşısında Studentski Park vardı. Ancak buradaki en dikkat çekici yapı, şu anda Belgrad Üniversitesi Rektörlüğü’ne ait olan Kaptan Miša Konağı’ydı (Kapetan-mišino zdanje). Bir Tuna kaptanı ve Sırbistan’ın en zenginlerinden olan Kaptan Miša Anastasijević, 1858-1863 yılları arasında bu gösterişli yapıyı inşa ettirmişti. Büyüklüğü nedeniyle aslında saray yavrusu denebilecek bu yapı, Rönesans ve romantizm tarzı mimarinin izlerini taşıyordu. Asıl ilginç olan binanın yapılış amacıydı. Kaptan Miša, bu binayı kendisi otursun diye değil, Sırp ulusunun eğitim ihtiyacını karşılamak amacıyla inşa ettirmiş ve halka bağışlamıştı. Yapılışından bu yana da okul, Milli Eğitim Bakanlığı, sanat galerisi, kütüphane ve sonunda da rektörlük olarak değerlendirilmişti. Yani artık nasıl olduysa(!) otel, alışveriş merkezi veya rezidansa dönüştürülmemişti.

Turuma, Kneza Mihaila’daki binaların cephe süslerini inceleyerek devam ettim. Caddenin sonunda Kralja Petra 1 Sokağı’ndan sola dönerek Kneza Mihaila’nın solunda kalan bölgeyi keşfetmeye başladım. Bu sokak ve civarında birkaç önemli yapı yer alıyordu. İlk önce Katedral Kilisesi’ne (Saborna Crkva) girdim. Daha önce burada bulunan katedralin yerine 1837’de inşa edilen kilise barok unsurlar taşıyordu ve Baş Melek Mikail’e adanmıştı. Kilisenin haziresinde Sırp prenslerinin mezarları bulunuyordu. Sabah ayini sürdüğü için çok fazla dikkat çekmeden etrafı biraz inceledim. Daha önce gördüğüm Ortodoks kiliseleri gibi iç dekorasyonu fazlasıyla zengindi ve ihtişamlı bir altın kaplama ikonastasis vardı. Kilisenin güneş altında parıldayan, süslü çan kulesi Belgrad’ın siluetine damga vuran yapılardan biriydi. Kilisenin tam karşısında Sırp Ortodoks Patrikhanesi (Patrijaršija Srpske Pravoslavne Crkve) vardı. 1935 tarihli binanın içinde patrikhanenin müzesi de bulunuyor.

Yemeklerin ve servisin kalitesi tartışılır olsa da sırf adı için bu lokantada bir yemek yenebilir.

Yol üzerinde Belgrad’ın, belki de dünyanın en ilginç lokantalarından biri vardı. Lokantanın ilginçliği ne yemeklerinden, ne mimarisinden, ne servisinden geliyor. İlginç olan ismi. “?” Lokantası (Kafana “?”), Belgrad’ın en eski hanlarından biri. İki katlı, klasik Balkan stilindeki bir binadaki bu lokantanın öyküsü şöyle: 1823’te Prens Miloš Obrenović’in mülkü üzerine yapılan binada, Ećim-Toma Kostić 1826’da bir han açar, ismini de “Ećim-Tomina” koyar. 1892’ye kadar birkaç kez el değiştirir ve ismi “Kod Saborne crkve” olur, yani Katedral Kilisesi’nin Yanı gibi bir şey. Tabii bu durum yetkililerin ve kilise yöneticilerinin tepkisi alır. Hanın sahibi geçici olarak tabelaya bir soru işareti koyar. Koyuş o koyuş, soru işareti mekanın alamet-i farikası olur. Sırp mutfağının ağırlıklı olduğu lokantanın yemeklerini tatmak istiyordum ama kısmet olmadı. Zaten okuduğum bir iki yorumda eski havasının kalmadığı, kalitenin düştüğü yazılmıştı.

Katedral Kilisesi’nin biraz ilerisinde yine Balkan stili bir bina olan Prenses Ljubica’nın Konağı (Konak Kneginje Ljubice) vardı. Konakta 19. yüzyıl Belgrad evleri sergisinin kapsamında Osmanlı’nın da dahil olduğu çeşitli dönemlere ait ev dekorasyonu unsurları sergileniyormuş. Tabii henüz erken olduğu için burayı da gezemedim.

Yolumun üstündeki ufak bir parkta kısa bir süre dinlenerek sonraki etabımı planladım. Henüz bir saat olmamıştı ve eski şehrin üçte birini dolaşmıştım. Gerçi beni oyalayabilecek bir müze veya galeri ziyareti yapmamıştım. Kneza Mihaila’nın (Terazije Bulvarını alt, Kalemeydan’ı tepe noktası olarak kabul ettiğimde) sağ tarafında kalan bölgeyi keşfetmek için yine Studentski Meydanı’na çıktım.

Belgrad’ın merkezindeki pek çok park şehirde nefes alma alanları yaratıyor. Studentski Park da bunlardan biri.

Akademik Park olarak da bilinen Studentski Park, 1880’lerin sonunda buradaki çayırın yerine yapılmış. Parkın içinde çeşitli akademik kişilerin heykelleri var. Çok büyük olmamasına rağmen, etrafı üniversite binalarıyla çevrili park, öğrenciler için ideal bir dinlence alanı. Aslında Belgrad’ın en güzel yerleri bu irili ufaklı parklar bana göre. Belgrad taş ve betonun ağırlıklı olduğu, gri bir şehir izlenimine sahip olmasına rağmen, şehrin içinde hemen her yerde rastlanan parklar bir nefes alma alanı, gözlere ve bedene bir dinlenme molası sağlıyor. O yüzden Belgrad için yeşil bir şehir denemezse de yeşile değer veren bir şehir olduğu söylenebilir.

Parkın içinden geçip yakındaki Etnografya Müzesi’nin kapısını yokladım ama daha açılmasına 5-10 dakika vardı. Ben de beklemek yerine yakınlardaki Şeyh Mustafa Türbesi’ni ve Belgrad’daki tek cami olan Bayraklı Camii’ni görmeye karar verdim.

Şeyh Mustafa Türbesi’nin hem Müslümanlarca hem de Hristiyanlarca ziyaret edildiği ve çeşitli mucizeler gösterdiği söyleniyor.

18. yüzyılda yaşamış Bağdat kökenli bir dervişe ait Şeyh Mustafa Türbesi, Studentski Parkı’nın hemen altındaki bir köşedeydi ve içler acısı bir haldeydi. Her tarafından otlar fırlamış, üstüne yazılar yazılmıştı ve duvarlarında kurşun delikleri vardı. Sırpların ilgi göstermesini beklemiyorum ama Türkiye de pek sahip çıkmamıştı anlaşılan.

Ara sokaklarda biraz dolaştıktan sonra Gospodar Jevremeva Sokağındaki Bayraklı Camii’ni (Bajraklı Džamija) de buldum. Burası Belgrad’daki en eski yapılardan biriydi. 1575’te inşa edilen cami, Osmanlı döneminde Belgrad’daki 270’den fazla cami ve mescitten birisi imiş. 1717-1739 arasındaki Avusturya hakimiyeti döneminde, birçok Osmanlı yapısı yıkılırken burası da kiliseye çevrilmiş. Daha sonra kent tekrar Türklerin eline geçince yeniden cami olmuş ve ibadetin başlamasıyla camiye ismini veren bir bayrak asılmış. Bugün de yeşil bir bayrak caminin minaresinde dalgalanıyor.


Gayet sade ve bakımsız görünen Bayraklı Camii, Balkanlar’daki cami restorasyon furyasında göz ardı edilmiş.

Açıkçası Sırbistan’ın başkentindeki tek Türk camisinin ve Müslüman ibadethanesinin daha gösterişli ve iyi bakılmış bir yer olmasını umuyordum. Burada da bariz bir ihmal edilmişlik vardı. Etrafta bilgi alabileceğim kimsecikler yoktu. Ben de tek başıma caminin içine girdim. İçi de dışı gibi sade ve gösterişsizdi, hatta şimdiye kadar Balkanlar’da gördüğüm en sade camiydi. Ne bir resim, ne bir süsleme… Çıplak tuğla duvarlar, küçük bir mihrap, ahşap bir minber… 2004’te Kosova’daki olaylar nedeniyle yakılan camide kısa süre önce de Müslümanlara karşı bir gösteri düzenlendiğini hatırladım. Biraz hayal kırıklığıyla ve üzgün camiyi terk ettim.


Etnografya Müzesi, Sırbistan’ın 19. yüzyıldaki sosyo-ekonomik yaşamına ışık tutuyor.

Tekrar Studentski Meydanı’na döndüğümde Etnografya Müzesi (Etnografski Muzej) açılmıştı. Sonunda bir müze gezebilecektim. İlk iki katta Sırbistan’ın farklı yörelerine ait yerel kıyafetler sergileniyordu. Ancak Sırbistan deyince bugünkü sınırlar anlaşılmasın. Neredeyse tüm eski Yugoslavya’nın sınırlarını kapsayan bir büyük Sırp İmparatorluğu coğrafyasından söz ediyorum. Tarihsel olarak Balkanlar’ın büyük bir bölümü Sırp İmparatorluğu olarak kabul edilmiş ve bugün Makedonya, Karadağ, Hırvatistan gibi ülkelerin sınırlarında kalan bölgelerden kıyafetler de sergileniyordu. Bana asıl ilginç gelen üçüncü katta ise geniş bir alanda günlük yaşam, ekonomik yaşam, tarım, endüstri, üretim, yerleşim konuları bölüm bölüm anlatılıyordu. Özellikle Osmanlı sonrası Sırbistan’daki yaşamın izlerini burada bulmak mümkün. Müze, pazartesi hariç 10.00-17.00 saatleri arasında gezilebilir.

Müzeyi de tamamladıktan sonra rotamı Kalemeydan’a çevirdim. Aslında ilk başta planım şehrin bu yakasında kalan ünlü Skadarska Sokağı’nı da gezmekti, ama bir önceki akşam orayı görüp fazla cazip bulmayınca, tekrar oraya dönmek istemedim. Bunun yerine Belgrad Kalesi tarafında oyalanıp bir ihtimal Boralar ile buluşabileceğimizi düşündüm.

Kalemeydan Parkı’na vardığımda hemen Kale’ye girmeyip bir müddet bankta oturup güneşin ve açık havanın keyfini çıkarttım. Gerçekten hava konusunda şanslıydım. Kış başlangıcındaki bir gün için inanılmaz güzel bir hava vardı, sanki baharmışçasına sevgililer el ele dolaşıyor, ağaçlarda kuşlar cıvıldıyor, sevimli bir sincap kardeş ağacın dibinde oyun oynuyordu. Üstüme rehavet çökmüştü, yaklaşık 3 saattir ayakta olmanın verdiği yorgunlukla oturduğum yerden kalkmak istemiyor, şehrin ortasındaki doğanın tadını çıkartmak istiyordum. Bora’yı birkaç kez aramama rağmen cevap vermeyince meraklandım. Ondan bir haber alıncaya kadar Kale sınırları içinde kalmaya karar verdim.

Kale içindeki Askeri Müze’de hafif ve ağır silahlar, üniformalar, bayrak ve madalyalar gibi pek çok askeri malzeme sergileniyor.

Üç akşam önce olduğu gibi yine Karayorgi Kapısından geçerek Belgrad Kalesi’ne girdim. Kale günışığında daha gizemsiz ve yalın gözüküyordu. Gece ışıklandırmasının verdiği o mistik hava kalmamıştı. Şansıma bayramı Belgrad’da geçiren Türklerle karşılaştım. İnsanın yabancı diyarlarda hemşerileriyle karşılaşması bir özgüven ve samimiyet duygusu telkin ediyor galiba. Normalde hiçbir samimiyet kuramayacağım insanlarla kendimi bayramlaşırken buldum.

Kaleyi dolaşmak için daha önceki rotanın hemen hemen aynısını izledim. Damat Ali Paşa Türbesi’nin yanından Despot Kapısı’na, Zindan bölümünden Ružica Kilisesi’ne indim. St. Petka Şapeli’nden aşağı devam edip Türk Hamamı’na ve 6. Karl Kapısı’na geldim. Nebojša Kulesi’ni daha önce olduğu gibi es geçip parkın içinden devam ettim. Aslında parkın içinden geçerek kalenin öteki tarafına çıkmayı planlıyordum ama yol bir noktada kapanıyordu.

Kale’nin altındaki park geniş bir yeşil alan olmanın yanı sıra çeşitli tarihi kalıntıları da barındırıyor.

Parktayken sonunda Bora’dan haber aldım, ama haberler hiç iyi değildi. Yıldız’ın durumu kötüleşmiş ve hastaneye gitmek zorunda kalmışlardı. Yanlarına gitmeyi teklif ettiysem de Bora ne hastanenin ismini ne de adresini biliyordu. Yapacağım hiçbir şey yoktu. Bu durum tüm keyfimi kaçırmıştı. Kararlı gezgin ile vefasız arkadaş olmak arasında bölünmüştüm. Bir taraftan bencillik ederek geziyi planladığım gibi bitirmek istiyor, diğer yandan da bir faydam dokunabilir düşüncesiyle arkadaşlarımın yanında olmak istiyordum. Elimden o an için bir şey gelmeyeceğini anlayınca yoluma devam ettim.

Belgrad Kalesi üzerinden Tuna ve Sava Nehirlerinin birleştiği nokta ve Büyük Savaş Adası’nın yeşil manzarası seyredilebilir.

Paltomu elime alıp nefes nefese kaleye çıkan merdivenleri tırmandım. Sokullu Çeşmesi’nin yanından geçip Victor Anıtı’ndan Tuna Nehri’nin öğle güneşi altında ağır ağır akışını izledim. Tuna ile Sava’nın birleştiği yerde, nehri ikiye bölen ağaçlarla kaplı, üstünde yerleşim olmayan büyükçe bir ada vardı. Büyük Savaş Adası (Veliko ratno ostrvo) ismini tarihteki stratejik konumundan alıyordu. 1521’de Kanuni Sultan Süleyman Belgrad’ı fethi sırasında saldırıları bu adadan yönetmiş, 1806’da Sırp isyanı sırasında Karayorgi’nin birlikleri tarafından kullanılmış. Son yıllarda adanın kültürel ve turistik amaçlarla kullanımı gündeme gelmiş. Eğlence parkı mı yapalım, hayvanat bahçesini mi buraya taşıyalım derken, şehir meclisinin kararıyla ada, doğal balık üreme alanı olarak belirlenmiş ve Belgrad’da üzerinde otel, lokanta vs. gibi yapıların inşa edilmesi yasak olan yegane alan olması kararlaştırılmış. Yine kendi şehrimi düşününce oldukça ironik buluyorum.

Bu arada hayvanat bahçesi demişken, malum Kalemeydan Parkı’nın sınırları içinde bir de hayvanat bahçesi var. Emir Kusturica’nın Yeraltı filmini seyredenler hatırlayabilir. 1936’da kurulan Belgrad Hayvanat Bahçesi (Zoološki vrt), 1941’de Nazi bombardımanında tahrip olmuş ve pek çok hayvan kaybolmuş. Bugün 17 hektarlık bir alanda 270 türde, 2000’den fazla hayvan yaşıyormuş. Ancak ben burayı gezmedim. Açıkçası bilinçli turistlere de gezmemeleri telkin ediliyor. Çünkü hayvanların yaşam koşulları pek iyi değilmiş ve hayvan severler buranın turistik bir atraksiyon olarak teşvik edilmesinin karşısındalar. Ancak çocuklu aileler için cazip olabilir.

Güneşli bir günde, Kale’nin Sava Promenad’ında oturup nehri seyrederek şehrin karmaşasından uzaklaşmak mümkün.

Kale turunu tamamlamak için farklı bir yol izleyip Victor Anıtı’nın altına inip Sava gezisine çıktım. Sava Nehri’ne bakan sıra ağaçlar arasında bir gezinti yoluydu burası. İnsanlar banklara oturmuş öğle güneşinden faydalanıyordu. Oyun oynayan çocuklar, kitap okuyanlar, sandviç yiyenler, çocuk gezdirenler, sohbet edenler, satranç oynayan yaşlılar… Aralarından geçip Kalemeydan’ı terk ettim ve büyük Belgrad turumun ilk yarısını kapattım.

Eski şehri geride bırakmak üzere bilmem kaçıncı kez Kneza Mihaila Caddesi’ni geçtim. Bu arada caddedeki turizm danışma bürosuna uğrayıp aradığım müzik CD’lerini nereden bulabileceğimi sordum. Republika Meydanı’na yakın Makedonska Caddesi’ndeki bir müzik mağazasında bulabileceğimi söylediler. Yolum üstü sayılırdı. Öğle yemeği için mola vermeden önce müzik işini de halletmeye karar verdim.

Kneza Mihaila Caddesi, Belgrad’ın cazibesi en yüksek caddesi ve gün boyu canlı.

Caddeler öğle vakti hareketliliğiyle canlanmıştı. Meydanın civarındaki lokantalar, kafeler, pekaralar öğle yemeği yiyen insanlarla doluydu. Kısa bir aramadan sonra Makedonska Caddesi’ndeki müzik dükkanını buldum. Aradığım iki CD vardı: biri Sırpların klasik bestecisi Mokranjac’a ait herhangi bir albüm, diğeri de Sırp folk şarkılarının olduğu bir albüm. 1856-1914 yılları arasında yaşamış olan ve modern Sırp müziğinin kurucuları arasında yer alan Stevan Stojanović Mokranjac, özellikle halk müziğinden etkilenmiş ve geleneksel müziği modernize etmiştir. Bir diğer ilham noktası da kilisedir ve dini koraller bestelemiştir. Ancak gariptir ki banknotların üzerinde bile resmi olan bu bestecinin kayıtları albüm haline getirilmemiş. Ben de mağazadaki tek Mokranjac albümünü aldım. Mağaza sahibi kimsenin Mokranjac’a rağbet etmediğini söyledi.

Neyse ki halk şarkıları konusunda daha şanslıydım. Akordeonla folk ezgilerinin seslendirildiği bir albümle, geleneksel Sırp dansı “kolo” gösterisi olan bir DVD satın aldım. Kolo, hareketli bir halk dansı ve tüm Balkan uluslarınca icra ediliyor. Hem müzik hem de dans figürleri dinamik ve neşeli. Özellikle düğünlerde ve kutlamalarda oynanıyor. Gerek figürler gerek kılık kıyafet biraz Trakya yöresi oyunlarına benziyor.

Sonunda muradıma erdiğime göre artık yemek yiyebileceğim ucuz yollu bir yer arayabilirdim. Terazije Caddesi üzerinde gördüğüm bir “yerli” fast-food lokantasını hatırladım. Yol üstünde daha uygun bir yer bulamazsam orada yerim diye düşündüm. Lokanta tahmin ettiğimden daha küçüktü ve masaların çoğu kaldırımdaydı. Ufak bir de asma katı vardı. Yarım gündür üşüyen bacaklarımı ısıtma ve tuvalet bulma ümidiyle, ekmek arası tavuk döner ve portakal suyunu (415 SD) alıp asma kata çıktım. Tuvalet olmaması hayal kırıklığı yarattı. Neyse, karnımı doyurup yoluma devam etmekten başka çarem yoktu.

Ne olur ne olmaz diye biraz döviz bozdurmak istiyordum. Terazije’nin başlangıcında, daha sonradan Moulin Rouge Kulübü gibi bir yer olduğunu öğrendiğim mekanın girişinde, Belgrad’da o zamana kadar gördüğüm en iyi kuru veren bir döviz büfesi buldum. Fark büyük değildi belki ama yine de diğer döviz büfelerinden yüksekti. Para işini de halledince Terazije Caddesi boyunca yürümeye başladım.

Terazije Meydanı’nda zarif mimarisiyle halen hizmet veren Hotel Moskva.


Terazije Caddesi ve Meydanı, ismini Türklerin burada şehre su sağlamak için inşa ettikleri su terazilerinden alıyor. 1860’ta su kulesi yıkılıp yerine bir çeşme yapılıyor. Cadde 1910’larda Prens Obrenovic’in emriyle kabuk değiştiriyor. Zanaatkarlar, tüccarlar buraya taşınıyor ve 20. yüzyılın başında Belgrad’ın kalbinin attığı bir yer oluyor. Başlıca mağazalar, oteller, tiyatro salonları ve şehirdeki ilk sinema salonları bu cadde üzerinde inşa ediliyor. 1906’da Rus sesesyon tarzında yapılan Hotel Moskva halen bu cadde üzerinde; caddenin başlangıcındaki Albanija Hanı yerine ise 1938’de modern ve yüksek Albanija Sarayı (Palata Albanija) inşa edilmiş. Cadde boyunca art nouveau ve art deco binalar göze çarpıyor. Caddenin Kralja Milana Bulvarı adını alıp devam ettiği noktada Eski ve Yeni Saraylar var.


Eski ve Yeni Saraylar, Sırbistan’ın yakın tarihine ait iki önemli bina.

Eski Saray (Stari Dvor), 1882-1884 tarihleri arasında, yeni kurulan Sırp Krallığı için akademizm tarzında inşa edilmiş. Ancak iki dünya savaşı sırasında büyük zarar gördüğü için dış görüntüsü bayağı değişmiş. Büyük taş binanın caddeye bakan kısmında Dor sütunlar ve karyatid heykellerinin taşıdığı üçgen bir alınlık var. Yeni Saray’la arasındaki bahçeye bakan cephesinde bu sütunlu ve karyatidli yapı sürdürülmüş. Ayrıca cepheyi kaplayan büyük pencereler ve balkonlar dikkat çekiyor. Ayrıca sivri kulesi binanın uzaktan bile fark edilmesini sağlıyor. İnşa edildiği dönemde Belgrad’daki diğer tüm yapılardan daha görkemli olması için tasarlanan bina, şu anda Belgrad Şehir Meclisi’ne ev sahipliği yapıyor.

Aynı cadde üzerinde, parkın diğer tarafındaki Yeni Saray (Novi Dvor) ise 1911-1933 yılları arasında Karayorgeviç Hanedanı’nın rezidansı olmuş. Eski Saray’a göre daha sade ama kunt bir mimarisi olan sarayın parka bakan cephesindeki İyonik sütunlar ve yine çatısındaki sivri kule dikkat çekici. Saray şimdilerde Sırbistan Cumhurbaşkanı’nın ofisi olarak hizmet veriyor.

İki saray arasındaki küçük parktan geçip, daha büyük olan Pionirski Parkı’na çıktım ve kısa bir mola verdim. Artık bacaklarımdaki ağrı kendini hissettirmeye başlamış, mola aralarım sıklaşmıştı. 1944’e kadar Eski Saray’ın yüksek duvarları için de kalan park, daha sonra halka açık bir parka dönüştürülmüş. Parkın bir köşesinde Nobel ödüllü Sırp yazar Ivo Andrić’in de bir heykeli var.


Tamamlanması 30 yılı bulan Sırbistan Parlamentosu ve önündeki Siyah Atlar Oynuyor heykeli.

Parkın yukarısında, Nikole Pašića Bulvarı’nın üstünde Sırbistan Parlamentosu (Dom Narodne Skupštine) vardı. Art nouveau tarzında inşa edilmiş, büyük kubbeli sarayın yapımına 1907’de başlanmış, ancak 1. Dünya Savaşı sırasında planların kaybolmasıyla sarayın tamamlanması 1936’yı bulmuş. Ben göremedim ama iç dekorasyonu da dışı kadar zenginmiş. 1939’da sarayın önündeki heykel grubu dikilmiş. Heykeltıraş Toma Rosandić tarafından yapılan Siyah Atlar Oynuyor (Igrali se konji vrani) heykellerine özel bir önem atfediliyor. Bana daha çok tepişiyorlarmış gibi geldi. Heykeller insanla doğa arasındaki mücadeleyi sembolize ediyormuş. Ancak halka göre ise insanları parlamentodan atmaya çalışan güçleri…

Aynı cadde üzerinde, parlamento binasının az ilerisinde devasa bir binada posta idaresi vardı. Sovyet komünist mimarisinden izler taşıyan bu kocaman yapı, artık elektronik postanın bile demode olmaya başladığı günümüz iletişimi için bir tezat gibi duruyordu.


Yüksek kuleleriyle gayet heybetli duran St. Mark Kilisesi’nin hemen yanındaki küçük Rus Ortodoks Kilisesi masal kulübesine benziyor.

Caddeden Tašmajdan Parkı’na doğru yürümeye devam ettim. Artık turumun son etabına giriyordum. Parkın başlangıcında ülkenin en büyük kiliselerinden biri olan St. Mark Kilisesi (Crkva Svetog Marka) vardı. Sırp-Bizans stilinde kırmızı tuğlalardan inşa edilmiş kilise, tarz açısından kentteki diğer kiliselerden farklılık gösteriyordu. İlk bakışta çok daha eski zamanlara aitmiş izlenimi veren kilisenin inşasına 1931’de başlanmış, 1940’lara kadar sürmüş. Neden bilmem, ama bu kilisenin mimarisine bir sempati duydum. Belki devamlı kubbeli, sivri kuleli, aşırı süslü yapılar görmekten bıkmıştım. Kilisede halen düzenleme ve bakım çalışmaları sürüyordu. Şöyle bir göz atmak için içeri girdim. Mum diken insanları görünce, Allah yolumu açık etsin, sağ salim seyahat edeyim diye ben de bir mum alıp diktim.

Rehber kitapta o yakında olduğu yazan Rus Ortodoks Kilisesi’ni (Ruska Pravoslavna Crkva) aramaya başladım. Büyük, soğan kubbeli, ihtişamlı bir kilise arıyordum, ancak çıka çıka karşıma yeşil çatılı, küçük mavi soğan kubbeli, şirin bir masal kulübesi gibi bir yapı çıktı. Önemli olan boyu değil, işlevi deyip yüzümde bir gülümsemeyle Tašmajdan Parkı’na girdim. Belgrad’daki en büyük parklardan biri olan bu park ismini, Osmanlı döneminde burada kurulan taş ocağından almış. Belgrad’daki eski yapıların malzemesinin buradan temin edildiği söyleniyor. İlk Sırp isyanında Karayorgi kampını bu meydanda kurmuş, daha sonra ise mezarlığa dönüştürülmüş. 1950’elrden beri de park olarak şehre hizmet veriyor. Parkın çevresinde spor kompleksleri, oyun parkları, otel ve lokantalar ile Sırp Radyo Televizyonu’nun binası var.

Parkta fazla oyalanmayıp Beogradska Caddesi’nden Slavija Meydanı’na doğru yürüyüşe geçtim. O civarda olan Tesla Müzesi de listemdeydi, ancak bacaklarımda kalan gücü St. Sava Kilisesi’ne saklıyordum. Ayrıca Bora ve Yıldız’ın durumunu merak ediyordum. Gün içinde mesajlaşarak durumun çok ciddi olmadığını öğrenmiştim, yine de turu çok fazla uzatmayıp hostele vakitli dönmek istiyordum.

Beogradska’nın sonunda, modern Belgrad’ın merkezi diyebileceğimiz yuvarlak Slavija Meydanı’na vardım. 19.-20. yüzyılın taş binalarının yerini betonarme apartmanlar almıştı. Zamanında ördek avlanan bir bataklık olan bu meydanda şimdi yoğun bir akşam trafiği gözleniyordu. Şehir içi ulaşımın merkezlerinden olan meydanda işten eve dönen insan kalabalığı otobüs, tramvay, troleybüs duraklarını doldurmuştu. Özellikle şehir merkezindeki birkaç hatta işleyen boynuzlu troleybüsler, çocukluğumdan hayal meyal aklımda görüntüleri yeniden canlandırmıştı. Gün boyunca fazla hissetmediğim taşıt trafiğini burada tüm karmaşıklığıyla görme fırsatım oldu. Biraz Taksim Meydanı’na benzeyen bu meydana çıkan pek çok yol olduğu için, trafiğin birbirine girmesi de doğaldı.

Ben meydanı geçip Svetog Sava Sokağı’ndan, şehrin yeni sembollerinden olan heybetli St. Sava Katedrali’ne doğru tırmanmaya başladım. Burada Aziz Sava’dan biraz bahsetmek yerinde olur. Sırp Ortodoks Kilisesi’nin kurucusu ve ilk başpiskoposu olan Aziz Sava (1174-1236), Nemanjić Hanedanı’nın kurucusu Stefan Nemanja’nın oğludur. İktidar yerine din yolunu tercih eder ve çeşitli mucizeler gösterir. Balkan milletlerine barışı getirmesi nedeniyle diplomat ve hukukçu kişiliğiyle öne çıkar. Yaşamı Orta Çağ’dan günümüze sanat ve edebiyatı etkilemiştir.

Zamanında Türklerin bile saygı gösterdiği bu aziz, ne yazık ki trajik bir olayla Osmanlı tarihinde yer almış. 1594’teki Banat ayaklanması sırasında isyancılara ders vermek isteyen Sadrazam Sinan Paşa, Mileševa Manastırından Aziz Sava’nın kemiklerinin olduğu sandukayı Belgrad’a getirtip Vračar Tepesinde yakmış. Doğal olarak bu olay, bugüne kadar süregelen Türk nefretini körüklemiş.

Sırp Ortodoks Kilisesi’nin kurucusu adına inşa edilen St. Sava Katedrali, Balkanlar’ın en büyük kilisesi.


Bu olayın meydana geldiği tepede, Balkanlar’ın en büyük yapısı ve Ortodoks dünyasının en büyük kiliselerinden biri olan St. Sava Katedrali (Hram Svetog Save) yükseliyor. Yapının 1935’te başlayan inşası, 2. Dünya Savaşı ve ardından Tito’nun komünist rejimi nedeniyle kesintiye uğramış. 1985’te başlatılan çalışmalar halen devam etmekte. Kubbe yüksekliği 65 metre olan katedralin içine 10 bin kişi sığabiliyormuş.



St. Sava Katedrali’nin içindeki inşaat yıllardır sürmesine rağmen, ibadet devam ediyor. İnşaat çalışmaları için katedralde yardım sandığı bulunuyor.


Bizans mimarisinden izler taşıyan, hatta biraz Aya Sofya’yı andıran katedralin fotoğrafını ilk kez gördüğümde “minaresi olsa camiye ne kadar benzer” diye düşünmüştüm. Katedralin içine girdiğimde kalın ve yüksek sütunlar, büyük bir alanı kaplayan geniş kubbe gerçekten bir ululuk hissi uyandırdı. İnşaat sürdüğünden yüksek iskeleler kurulmuştu ve çoğu yeri kapalıydı, ama ibadet için bir bölüm ayrılmıştı. Henüz tamamlanmamış olmasına rağmen, pencerelerden süzülen akşam güneşinin duvarlara yansıyan huzmelerinin yarattığı mistik hava ve başka bir dinden olsa da insanların inançları için bir araya gelmesi etkileyici bir atmosfer oluşturmuştu.


Güneş alçalmaya, gölgeler uzamaya başlamıştı. Katedralin beyaz mermer yüzeyi günbatımı altında göz kamaştıran bir yansımayla parıldıyordu. Havuzlu yoldan ve Karayorgi Heykeli’nin yanından geçtim. Slavija Meydanı’na dönerken bu sefer farklı bir yol izleyip Oslobodenja Bulvarı’ndan aşağı indim. Az sonra kalabalık meydandaydım ve hostele dönmenin zamanı geldiğine karar vermiştim. Geniş Nemanjina Caddesi’nden yürürken artık ne bacaklarımın ağrısı ne de yorgunluk hissi kalmıştı. Daha doğrusu hissizleşmiştim. Artı ayaklarım otomatiğe bağlamış, beynimden komut almazmışçasına yürüyorlardı. Ayağımdaki botlar ve sırtımdaki çantayla bütünleşmiş olduğumu hissediyordum.

Son molamı Manjež Parkı’nda verdim. Burada 1930’lara kadar bir binicilik okulu ve süvari birliğinin kışlası varmış. Çok büyük olmasa da etraftaki boğucu blokların ve yoğun trafiğin arasında insanlar için hoş bir yeşil sığınak olmuş.


1999’da NATO’nun yaptığı bombardımanın izleri halen görülebiliyor ve Sırplar bölgedeki çatışmaların sebebi olarak NATO’yu suçluyor.

Yokuş aşağı inen Nemanjina Caddesi, hükümet binalarının, büyük finans şirketlerinin olduğu bir caddeydi. Tüm genişliğine rağmen fazlasıyla gri ve sıkıcı gelmişti. Bunda güneş ışığını kesen apartman blokları yüzünden etrafın daha karanlık görünmesinin etkisi de vardı. Birden ilk bakışta ne olduğunu anlayamadığım bir manzarayla karşılaştım. Caddenin iki tarafında birbirinin benzeri iki koca bina, duvarları yıkılmış, demirleri çıkmış, camı penceresi inmiş, harap bir vaziyette duruyordu. Önce tamamlanmamış bir yıkım çalışması sandım. Ancak biraz daha yürüyüp sanki bir kanyonun iki yakası gibi duran binaların ön cephesini görünce durum kafama dank etti. Burası 1999’da NATO’nun Belgrad’ı bombalaması sırasında hedef olan Savunma Bakanlığı binasıydı.

Biraz daha yürüdüm ve işte Belgrad Tren İstasyonu (Glavna Železnička Stanica) karşımdaydı. Sabah 8.30 gibi başladığım Belgrad turumu 8 saatte tamamlamıştım. Görmek isteyip de göremediğim yerler vardı; yine de tatmin edici bir tur olduğuna inanıyordum. Yorgunluğun tatmin edici bir mutluluğa dönüştüğü ender durumlardan birinde, yüzümde gülümsemeyle hostelin kapısından içeri girdim.

Hostele döndüğümde Bora ve Yıldız gelmişlerdi. Bora olanları kısaca anlattı. Yıldız, kulağındaki bir sorundan dolayı kendini çok kötü hissetmişti ve apar topar bir taksiye atlayıp hastaneye gitmişlerdi. Daha önce de benzer bir sorun yaşadıkları için duruma alışıklardı ama bilmedikleri bir şehirde, dilini bilmedikleri insanlara dert anlatmanın tedirginliğini yaşamışlardı. Neyse ki hem hemşireler hem de doktor seferber olmuş ve hiç beklemedikleri bir ihtimam göstermişlerdi. Yıldız’ı kulak konusunda uzman bir profesör muayene etmiş, hemşireler bütün işlemlere yardımcı olmuşlardı. Üstelik Bora için en büyük sürpriz kendisinden hiçbir ücret almamış olmalarıydı. Kendi ülkemizde parayla rezil olmanın çok muhtemel olduğu bir durumda, yabancı bir ülkede arkadaşlarımın bu kadar olumlu bir davranışla karşılaşmış olmaları önyargılarımızın iyice yerle bir olmasını sağlamıştı. Gün boyu yanlarında olamadığım için üzülüp meraklanmıştım, ama işlerin bu kadar sorunsuz halledilmesi hepimizi sevindirmişti. Olan Boraların gezi planına olmuştu. Belgrad’ı görememekle kalmayıp gezilerini kısa kesip bir an önce Türkiye’ye dönmeyi düşünüyorlardı.

Belgrad’daki son akşamımızda hep birlikte bir şeyler yapma planımız suya düşmüştü. Hiç olmazsa Bora, Belgrad’ı şöyle bir görsün diye, Yıldız’ın da olurunu aldıktan sonra iki ahbap çavuş, kendimizi sokağa attık.


Bir tramvaya atlayıp Kalemeydan’a, oradan da tahmin edileceği gibi Kneza Mihaila Caddesi’ne çıktık. Artık yolları ezberlediğim için Bora’ya ben rehberlik yapıyordum. Kneza Mihaila’yı bir boy turladıktan sonra Sremska Sokağı’ndaki Taze adlı fast-food lokantasında ayaküstü bir şeyler yemek için durduk. Gerçi Bora tüm ısrarlarıma rağmen hiçbir şey yemedi. Belgrad’ın üç-dört yerinde şubeleri olan Taze, ucuz ve görünüşe göre temiz hızlı yemek alternatifleri sunuyor. Önümüzde her hallerinden Türk oldukları belli gençler siparişlerini tamamlayınca, tezgahtaki kadına ben de aynısından istediğimi söyledim. Kadın şakayla karışık bizi, hem buralara geliyorsunuz hem de Sırpça konuşmuyorsunuz diye azarladı. O “500 yıl Türk hakimiyetinde kalmışsınız, siz niye Türkçe konuşmuyorsunuz” demek geldi içimden ama gereksiz bir milliyetçilik olurdu. Ekmek arası şiş köfteye benzeyen bir sandviç ile portakal suyunu alıp sokaktaki bir masaya oturduk. Açıkçası pek lezzetli değildi, köftede sanki çiğ gibiydi. Sonuçta öyle bir yerden yüksek bir kalite beklemek gereksiz. (260 SD)

Knez Mihailo Obrenović tarafından yaptırılan Ulusal Tiyatro, 1869’dan beri Belgradlı sanatseverlere hizmet veriyor.

Yemekten sonra adımlarımızı, ikimizin de merak ettiği, Skadarlija civarındaki Strahinjića Bana Sokağı’na ya da daha bilinen ismiyle Silikon Vadisi’ne çevirdik. Buraya Silikon Vadisi denmesinin teknolojiyle hiçbir alakası yok doğal olarak. Belgrad’daki gece hayatının en yoğun yaşandığı yerlerden biri olarak rehber kitaplara geçen bu sokak, lüks arabalarıyla şık mekanlara gelen mafyöz tiplerin silikonlu sevgililerinden dolayı bu ismi almış. Turistlerin buraya rağbet etmesiyle macera arayan zengin turistleri avlamak isteyen genç kızlar da sokağın müdavimlerinden olmuş.

Bakalım av mı olacağız, ne olacağız diye biraz da heyecanla sokağa girdiğimizde büyük hayal kırıklığına uğradık. Artık mevsimi mi değildi, biz mi erken gittik bilmiyorum ama ortada kimsecikler yoktu. Çılgın partiler, sokağa taşan yüksek volümlü müzik, sel gibi akan votka manzaraları beklerken, iki yanında ağaçlıklı kaldırımları olan gayet mazbut bir sokak bulduk. Neredeyse boydan boya yürüdüğümüz sokaktaki bar, lokanta, gece kulübünün sayısı bir düzineyi geçmezdi belki de. Sanırım Bora’nın da benim de hayallerimiz tahmin ettiğimizden daha vahşiydi.

Sonuçta silikonun insan vücudu üzerindeki etkileri üzerine yapmayı planladığımız gözlem çalışmalarını gerçekleştirememenin hayal kırıklığı ile Knez Mihaila’ya geri döndük. Burada da oyalanmayıp Yıldız’ı daha fazla yalnız bırakmamak için otelin yolunu tuttuk.

9 Kasım 2011, Çarşamba
Bilinmeyeni bilmek, karanlığı aydınlatmak


Belgrad’daki son sabahımda erkenden kalkıp ilk iş olarak yakındaki pekaralardan birinden kahvaltılık bir şeyler aldım. Benim uçağım öğleden sonra kalkacaktı, arkadaşlarım ise doktor kontrolünün ardından, eğer doktor izin verirse otobüsle doğrudan Türkiye’ye döneceklerdi. Bora ile Yıldız’ın Belgrad’a ait anıları hastaneye gidip gelirken gördüklerinden ibaret olacaktı; benim ise tur planıma aldığım yerlerden bazıları eksik kalmıştı. Ancak ne olursa olsun hostelden ayrılmadan önce Nikola Tesla Müzesi’ni görmeye kararlıydım.


Kahvaltının ardından vedalaşma vakti gelmişti. Daha sonra hostele dönecek olsak da rastlaşmama ihtimalimiz kuvvetliydi. İstanbul’da tekrar görüşmek ve daha sağlıklı seyahatlerde buluşmak üzere arkadaşlarımdan ayrıldım ve müzenin yolunu tuttum.

Önce tramvayla Kalemeydan’a, oradan da ayrılmadan önce bir kez olsun troleybüse binebilmek için Studentski Meydanı’na gittim. Ancak vakit daraldığı için ne bulursam binmeye karar verdim. Troleybüs durağı ile otobüs durağı arasında birkaç metre mesafe vardı ama biri diğerinin durağında durmuyordu. Troleybüs beklerken otobüs geldi, arkasından seğirttim yetişemedim. Otobüs durağında beklerken troleybüs diğer durağa yanaştı, ona hamle ettim yine kaçırdım. Birkaç kez iki durak arasında git gel yaptım. En sonunda bir otobüse binebildim. Birkaç durak sonra Terazije Caddesi üzerinde indim. Biraz aradıktan sonra Krunska Sokağı 51 numaradaki Nikola Tesla Müzesi’ni (Muzej Nikole Tesle) buldum.


Nikola Tesla Müzesi’ndeki tur sırasında Tesla’nın icatlarını bizzat test etme şansına sahipsiniz.

1856-1943 yılları arasında yaşayan Nikola Tesla, gerçekten çok ilginç bir kişilik ve Sırpların medarı iftiharlarından biri. Ancak bir elektrik mühendisi ve mucit olan Tesla, zamanında yeteri kadar tanınmamış ve takdir edilmemiş. Bugün kullandığımız pek çok elektrikli cihaza, hatta kablosuz iletişimin gelişmesine onun teorileri ve vizyonu kaynak olmuş. Özellikle enerjinin iletilmesinde verimli olmayan doğru akım yerine alternatif akımın kullanılması fikri Tesla’dan çıkmış ve alternatif akımla çalışan akümülatörler, transformatörler ve motorlar tasarlamış. Suyun gücünü kullanıp elektrik elde eden hidroelektrik santralleri de onun tasarımı. Nicola Tesla'nın teorilerinin kaynaklık ettiği projeler arasında alternatif akım jeneratörleri ve motorları, radyo, floresan, radar, MRI, lazer teknolojisi, robot teknolojisi, deprem makinesi var. Tesla’nın asabi ve eksantrik kişiliğinin yanı sıra bilim dünyasında öne çıkmamasının bir nedeni de ABD’ye göç ettiğinde Thomas Edison’un düpedüz onun çalışmalarını suiistimal etmesi ve aralarındaki büyük rekabet nedeniyle Edison’un onun ilerlemesine taş koyması olabilir. Rekor sayıda icadın sahibi ve en önemlisi günümüz iletişiminin temeli sayılabilecek kablosuz elektrik iletiminin mucidi olan Nikola Tesla 1943’te New York’ta bir otel odasında borç içinde öldü. Ancak bugün Tesla ve projeleri, bilim dünyası ve bilim meraklıları tarafından takdir ediliyor.

Pazartesi hariç her gün gezilebilen Nikola Tesla Müzesi, 1927’de inşa edilmiş bir binada yer alıyordu. Binanın doğrudan Tesla ile ilgisi yoktu ama New York’tan getirtilen kişisel eşyaları 1952’de bu binada sergilenmeye başlanmıştı. Giriş katındaki farklı salonlarda Tesla’nın kişisel eşyaları, çeşitli dokümanlar ve Tesla’nın bir küre içindeki külleri sergileniyordu. Ancak müzenin en önemli kısmı Tesla’nın icatlarının sergilendiği bölümdü. Her saat başı düzenlenen ufak turlarda rehber cihazların çalışma mekanizmasını anlatıyor ve bizzat müze ziyaretçilerinin test etmesine olanak veriliyordu. Şimşek çıkaran makineler, manyetik alanın ortasında kendi kendine dönen yumurta ve diğer cihazlar sihirle bilim arasındaki ince çizgiyi ispatlarcasına sergileniyordu. Keşke biraz daha vaktim olsaydı ve turun hepsini tamamlayabilseydim.

Hızlı bir yürüyüşle, ara sokaklardan geçerek çok uzakta hostele gittim, zaten hazır olan bavulumu alıp çıkış işlemleri için hostelin ana bölümüne geçtim. Arkadaşlarım da ben ayrıldıktan az sonra gelmişler, ne yazık ki karşılaşamadık. İşlemleri tamamlayınca havaalanına giden servise binmek için istasyonun önündeki durağa gittim, ancak tam ben yaklaşmışken otobüs kalktı. Bir sonraki otobüs yarım saat sonraydı. Bolca vaktim olduğu için dert etmiyordum, ama durakta bekleyen bir taksi şoförü beni havaalanına götürmek için ısrar etmeye başladı. Önce taksimetreyi açmayı teklif etti, sonra “10 Euro ver yeter” dedi, 5 Euro’ya indi, en sonunda ücreti 500 Sırp Dinarına kadar çekti. Taksiye binmeye hiç niyetim yoktu ve altından ne çapanoğlu çıkar diye düşünüyordum ama sonunda bu kadar ısrara dayanamadım, biraz da bakalım ne olacak diye taksiye bindim. Şoförle kah benim çat pat Almancamla kah onun yarım yamalak İngilizcesiyle sohbet etmeye başladık. Türk olduğumu öğrenince, “siz büyük ülkesiniz, zenginsiniz, ne diye taksiye binmiyorsunuz?” dedi. Ben de “işçiyim, ben de para yok” dedim. Türkiye’de arkadaşı varmış, Sırbistan’da ekonomi çok bozukmuş, işsizlik çokmuş, Türkiye’de keyfimiz yerindeymiş. Eh, son sözlerine pek katılmasam da yolculuğumun sonunda bu taksi şoförüyle yaptığımız muhabbetle artık Sırbistan’a yönelik hiçbir önyargım kalmamıştı. Bu arada havaalanına vardığımızda taksimetre 1100 SD civarında bir miktar gösteriyordu, ama biz 500’e anlaştığımız için şoför bir şey demedi. Ben de cüzdanda kalan birkaç bozukluk banknotu da verdim. Yine de sanki adamı ben kazıklamışım gibi pişman oldum.

Yine güneşli bir Belgrad öğleninde, kente geldiğim yollardan havaalanın giderken yüzüme tatminkar bir gülümseme yayılmıştı. Belki planlarımın pek çoğunu gerçekleştirememiştim, göremediğim bir sürü yer vardı, bazı aksilikler olmuştu ama Belgrad, daha doğrusu Sırbistan benim için tamamdı. Yola çıkarken kafamda oluşan sorular cevaplarını bulmuştu. Sonuçta tüm yolculuklar bazı sorulara cevap bulmak için yapılmaz mı?

Bitiş

“İnsanlardan korkmamak gerekir. Ben insanlardan korkmam, ama onların içindeki insaniyetsizlikten korkarım.” Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Sırp yazar Ivo Andric söylemiş bu sözü.

İnsaniyetsizlik her yerde var. Din, dil, ırk, millet fark etmiyor. 1990’larda Balkanlar’da yaşananlar insaniyetsizliğin katışıksız örneğiydi. Tıpkı bütün savaşlar, katliamlar, soykırımlar gibi… Karşısındakinin bir insan olduğunu kabul etmeyip zulüm edenler gibi…

Tedirginlikle gittiğim Sırbistan’da insanlardan korkmamam gerektiğini gördüm. Sokaktaki insanın tarihteki düşmanlıklardan daha büyük dertleri olduğunu da gördüm. Özellikle yeni nesiller için belli ki savaş uzak bir geçmişte kalmış sanki ve onun yükünü taşımak istemiyorlar. Önemli olan gelecek ve bunun için Bosnalılarla can ciğer kuzu sarması olmasalar da birlikte yaşamanın gerekliliğini fark etmişler. Sorun istemiyorlar, müdahale de…

Seyahatimin başından sonuna kadar Sırpların hiçbir kötü davranışıyla karşılaşmadığım gibi, beklediğimden de sıcak karşılandım. Belki turist ve müşteri olmamın bunda etkisi vardı, yine de bu kadar dostça tavırlar beklemiyordum. Gerek kendi deneyimlerim, gerekse arkadaşlarımın gördükleri yardımseverlik, Sırplara karşı fikirlerimizi tekrar gözden geçirmemize neden oldu ve Sırbistan’dan geriye olumlu düşünceler kaldı. Sonuçta Sırplar bize kötü gözle bakmazken, bizim onları kötülememiz niye? Kimseyi tarihe bakarak değerlendirmemeli. Evet, insanların dününü öğrenmeli, bugünü ise anlamalıyız ama yarın bize nasıl davranmalarını istiyorsak öyle davranmalıyız.

Şimdi, iyi ki Sırbistan’a gitmişim diyorum. Çok olağanüstü ya da görülmesi şart bir yer olduğundan değil. Önyargılarımdan kurtulduğum için. Gidip geldikçe, birbirimizi tanıdıkça kin, nefret, düşmanlık, husumet ya da adı her neyse tüm o negatif hisleri beslememiz için hiçbir sebep kalmadığını göreceğiz. Birbirimizi tanıdıkça birbirimizi anlayacağız ve anladıkça da seveceğiz. Çünkü insaniyetsizliğin tek ilacı sevgi.

Sinan Bâli
01.02.2012, Moda


KAYNAKÇA:
www.serbia.travel
www.beograd.rs
www.tob.rs
www.beogradskatvrdjava.co.rs
http://www.insiderserbia.com/
http://www.serbiatouristguide.com/live/
Wikipedia
Lonely Planet Western Balkans
Belgrade In Your Pocket - 2011

1 yorum:

  1. Sevgili Corto Turco.. Sakın yazmayı bırakma.. Sakın vaz geçme gezip görmekten.. Evliya Çelebi hayatta olsaydı seninle gurur duyardı.. Ya da kıskançlıktan çatlardı.. İkisinden biri.. Belki de her ikisi..

    YanıtlaSil